26 Ağustos 2018 Pazar

GÜL TENİYLE TOPRAĞA DÜŞTÜ BİNLERCE IŞIK OLAN KEMAL YAZAR YOLDAŞ ÖLÜMSÜZDÜR..!



Tam 22.yıl önce Almanya’nın-Duisburg kentinde MLKP önderliğinin talimatıyla hain pusuda kaybettik Kemal Yazar yoldaşı. Tarih yaprakları 27 ağustos 1996 yılını gösterirken faşizmin defalarca yok etmeye çalıştığı Kemal Yazar yoldaşı bir dönemler yoldaş diyen MLKP’liler bedenine onlarca kurşun sıkarak katlettiler. Usulca kanadı yürek ve türküler sustu. Bir çok şehit yoldaş gibi Kemal yoldaş da devrim ve sosyalizm yolunun sarp, dolambaçlıdır, zor ve meşakkatli ve hain pusularla yüklü olduğunu biliyordu. O bu uzun emeğin özgürleşmesi yolculuğunda uslanmaz yüreği, büyük bir aşkla çiçeklenen direnciyle dava insanı olmayı, örgütçülüğü, yoldaşlığı, direnmeyi, devrim için, örgüt için, gerektiğinde ölmesini bilmeyi öğreten yoldaştı.
Bir kere şunun altını özenle çizmeliyiz ki, tüm olumsuzluklara kılıç çalarak, dünden bugüne gelenekten geleceğe devrim ve sosyalizm yürüyüşünde, örgütlü mücadele ve devrimin maneviyatını yükseltme, güçlenme ve yaşatma bakımından önemlidir. Dahası devrim ve sosyalizm şehitleri devrim ve sosyalizm savaşımımızın manevi zenginliği kadar hazinesidir aynı zamanda. Bunu korumak ve gelecek kuşaklara taşımak her komünist örgütün olduğu kadar, her bir komünist ve devrimcinin de görev ve sorumluluğudur. Bu tarihe olduğu kadar, kendi devrimci tarihine karşı da bir sorumluluk ve görevdir.
Komünist hareketi yeniden ete kemiğe büründürmek için 21 Ağustos 1995 ‘de kurulduğu günden bu yana faşist diktatörlüğün ve oportünist revizyonist kesimlerin ateş altında tuttuğu bir örgüt olarak, kendi tarihini zorluklar, olanaksızlıklar ve ihanete karşı savaşım içinde yazmaya çalıştı. Dünyada, özelde de Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da çeşitli ulus ve ulusal azınlıklardan işçiler ve emekçi halkların mücadelelerle yarattığı tüm değerleri, kazanımları ve şehitlerini bütünlüklü olarak sahiplenen örgüt, dünden bugüne bugünden geleceğe devrimci yürüyüşünü bu perspektifle zorluklara karşı sürdürmektedir. 22. yıllık mücadele tarihinde bu yürüyüşün bedeli olarak şehitler verdik Örgütün oğulları ve kızları bu kavgada devrimin zaferi için canlarını ve kanlarını verdiler, yapı taşları olmuşlardır. Komünizmin yüce idealleri uğruna ölümde olsa bu bedeli göğüslemeyi, düşmana aman vermemeyi, baş eğmeyip direnmeyi ve önce ben düşmeliyi mi öğreten olmuşlardır.
Umutları tükenmişliği de gördü gözlerimiz, bir tükenmişlikten diğerine sürüklenen düş kırgınlarını da. Biraz kötümserliğe çalsa da yaşamın tadı, umudu sürdürenlerimiz de oldu, umutları kuşkularına yenik düşenimiz de. İnançsız öfkeler çabucak tükenirken, sımsıkı sarılıp tutanlar da vardı düşlerimizin bir ucundan, türküsünü yitirmeden.
Kemal yoldaş düşlerinin ucunu bırakmayanlardandı, hani; inançları mevsimlik olmayanlardan, hani; emekçi alın terini mücadeleye katık edebilenlerden, hani; acılarla örselense de yüreği, gürültüsüzce türküye katılmayı becerebilenlerden. Hayatın emekçisiydi. Hayattan alacağı vardı epeyce. Kolayına teslim olmadı o yüzden ölüme.
Direndi de direndi, defalarca polisle çatışmada yaralandı, ölümünü beklediler ama o hep inadına devrim için yaşadı, hiç karanlık bulaşmamış elleriyle sıkıca tutundu hayata. Onun için Kaypakkayanın geleneğini sürdüren KP-İÖ idi son mekanının adı? Sonra parmak uçlarından kayıp gitti hayat. Pusuda düştü yere. Ölümdü bu, yoldaş ölümü. Hani; içeride de dışarıda da, vuruşurken de, hasta yatarken de, ölüme kafa tutmayı bilenlerden birinin gidişi…
Görüp yaşıyoruz ki; faşist karşı devrimin gemi azıya aldığı ve kirli savaşı körüklediği ve devrimci hareketin her bakımdan ezilmeye sesinin boğulmaya çalışıldığı koşullarda anıyoruz Kemal Yazar yoldaşı.
Şunun hiç akıldan çıkarmamalıyız ki, öncü olmak ve ışık saçmak, bir yerde en olmadık zamanda imkansızı başarmanın ve bilinmeyenlere kulaç atmanın yani rüzgara karşı inatla ve ısrarla yürümenin. Dahası, bütün umut ışıklarının söndürüldüğü yerde umut ışığını yeniden yakabilmenin cesaretidir. Bu aslında, kuşatılmışlık zırhını adeta kendi kaynağından fışkırırcasına delme gücü ve iradesidir. Yani çelik gibi olmayı başarabilmektir. Tıpkı İbrahim, İrfan, Münir, Ali Aktaş, Yücel hazar, Cennet Değirmenci, Ali Ekber Barış gibi olmaktır.
  Unutmamalıyız ki tarih ezilen ve sömürülen emekçi halkların tarihi değildir. Haliyle bu  tarih, her dönem  mücadelede anlamları olan önder ve militan kişilikler yaratmıştır
 Emekçi halkların gerçek tarihi özünde sömürü ve zulme karşı, önderlerin ve militanların gerçekleştirdiği eylemlerle başlamaktadır. Bu eylemler ezilen ve sömürülen emekçi halkların tüm kesimlerin belleklerinde kaybolmayan özgür, adil, eşit yaşam özlemlerini eyleme dökmenin ilk kıvılcımı olmuşlardır. Hiçbir haksızlığı emekçi halklar adına kabul etmeyen bu öncü ve militan kişilikler, bulundukları dönemlerde kurulu sistemleri en güçlü sorgulayanlar olarak ortaya çıkmışlardır.
 Kemal yoldaş tanımak ve Onun devrimci militan özelliklerinden karanlığa ışık olmak oldukça önemlidir.  Kemal yoldaş devrimci olmadan önce en ayırt edici özelliği olağanüstü insan sevgisiydi. Ancak devrimci olduktan sonra, bu insan sevgisi onda tamamen farklılaştırdı. Öyle belirsiz, bulanık hümanizma duygusu yoktu artık onda. Yoldaşlarına, sadece onlara da değil, tüm devrimcilere, işçi sınıfı ve tüm emekçilere karşı tanımsız bir sevgiye dönüştü hümanizması. Kemal söz konusu olduğunda, öyle soyut bir şey değildi bu, gülüşünden, bakışından, adeta tüm gövdesinden taşardı. Daha ilk karşılaşmada gülüşü ve sıcaklığıyla sarardı insanı.
Bu özelliğini bütünleyen ve onda karakter haline gelen bir diğer özelliği ise, alçak gönüllülüğüydü. Herhalde şimdi sorulsa, içimizden hiç kimse alçak gönüllü olmadığını, burnu büyük ve üstenci olduğunu kabul etmeyecektir. Kuşkusuz her şeyin bir ortalaması vardır. Çalışkanlığın, fedakarlığın, hatta devrimciliğin bile. Kemal  için söylenenleri bu ortalama ölçüler içinde algıladığımızda, onu tanımamız mümkün olmayacaktır.
Kemal  alçak gönüllüdür. Ve onda ortalama yoktur. Örneğin Kemal  önemli yönetici sorumluluklar üstlendi. Ama bunu yaparken kendisine hiçbir özel misyon biçmedi. Öyle örgüt yöneticisi olmak ve önemli eylemlere imza atma onurunu taşımak onun için özel bir durum değildi.  Bu bir onursa örgütüne aitti. İnanç ve coşkusuyla sarıldığı her eylemde, öne çıkması gereken  biri varsa o da kendisiydi. Mücadelenin ve örgütün diğer yoldaşlarına daha çok ihtiyacı olduğunu düşünüyordu çünkü.
   Yine Kemal yoldaş  en genç ve yeni yoldaşlarıyla konuşurken bile, neredeyse karşısındaki onun üstüymüş gibi saygılı ve dikkatliydi. Oturuşundan ses tonuna kadar bu böyleydi. Ve bunu kimsenin gönlünü hoş tutmak için değil, başka türlü davranamadığı için yapardı. Herhangi bir devrimciyle -ama devrimciyle- ilişkisinde de böyledir. Kemale fedakar denilebilir mi?  Sanmıyoruz. Çünkü bir şey kişiliğinizle bütünleştiği zaman fedakarlık olmaktan çıkar, düpedüz karakter özelliğiniz olur. Kemal başkaları için bir şey yaparken kendisi yoktur, hiç bir ihtiyacı yoktur sanki. Yoldaşlarına kızmaz, sesini yükseltmez, kaşını yıkmaz, gönül kırmaz. Bir çoğumuzda bu durum, kendine hakim olmak biçiminde yaşanır. Onun ise buna ihtiyacı yoktur. Onda içselleşmiş bir özelliktir, kendiliğinden olur.
Eleştirirken, yaralarını usulca temizleyip sarar gibi eleştirir insanı, ilacın en acısını bile onun elinde uysallıkla içmeye hazırsınızdır. Çok mu mülayim görünüyor? Siz onu bir de örgüte yabancı ve zararlı düşünce ve alışkanlıkları sızdırmaya çalışanlar, bile bile hatasında ısrar edenler çizgimizi bulandırmaya çalışanlar karşısında görmelisiniz. O yumuşacık Kemal gider, uzlaşmaz, acımasız, sonuna kadar dövüşmeye hazır yırtıcı bir kaplan gelir yerine.
  Düşman karşısında ise, hayır, korkusuz denemez ona. Bu tanım çok hafif kalır. Düşman karşısında düşmanca durur. En güçlü sevgi, en güçlü nefretten beslenirmiş derler. Onun işçi ve emekçilere duyduğu aşka benzer sevgi, egemen sınıflara karşı duyduğu tarifsiz bir kin ve öfkeyle birleşir, bununla beslenirdi. Düşmanla yüzleşmesi gereken her durumda, geleceğin temsilcisi gibi davranır, saldırır, diz çöktürdü. İlk gençliğinden beri defalarca çatışmalara girmiştir, vücudunda birçok mermi taşır ve bizim tanımımızla gövdesi kalbur gibidir.
  Türkiye devrimci hareketi onu, defalarca geçtiği işkence tezgahlarındaki tavrıyla tanıdı. Her yakalanışında bir öncekine göre bir üstten tavır geliştirdi. Şubede direnmeyi bir sanat haline getirdi Kemal yoldaş işkencede düşmana cepheden tavır koyuyor, açıktan "Siz insan değilsiniz, benim işkencecilere verilecek ifadem yok" diyerek Kaypakkaya yoldaşın işkencede kızıl direniş çizgisini ileriye taşıyordu.
  Devrimci militan özelliklerinden  dolayı Kemal yoldaş Türkiye devrimcileri tarafından sevilip sayılan, adeta yoldaşça kabul gören bir komünistti. Hem de yaşarken. Sanırız böylesi bir ayrıcalık kimselere nasip olmamıştır.
    Dahası Kemal yoldaş, her dönem ihtiyacı duyulan teori ile pratiği birleştirmeye çalışan yetkin bir örneğiydi, iyi bir örgütçüydü, iyi bir asker. Hepsinden önemlisi örgüt adamıydı. Gerçek bir adanmışlıkla çalışır ve böyle çalışılmasını isterdi. Hangi işe el atarsa o işin adamı olurdu. .
  Kemal yoldaş, mükemmel miydi ? asla.. Biliyoruz ki,  hiç kimse mükemmel değildir. Lenin'in dediği gibi, önemli olan hata yapmamak değildir. Önemli olan önemli bir hata yapmamak ve hataların gösterildiğinde derhal düzeltmektir, onun yaşamında aşılması güç her hangi bir önemli hatası yoktur. Ve asıl olan sürekli, kesintisiz bir biçimde ileriye doğru değişmek, yenilenmektir. Kemal yoldaş , yaygın deyimle o ilk günkü didinmede gösterilen örgüt ve devrimle bütünleşme düzeyi, feda ruhu, çalışma performansı ile örülüyor. Kemalin devrimci iradesi bir doruktur. Doruklara ulaşmak için o dağ tırmanılmalıdır.
     Onun bu devrimci karakter sağlamlığı, sadece kişisel meziyet sorunu değildir kuşkusuz. Proletaryanın M-L ideolojisi ile donanmış bilinçli bir inançtır duyduğu. Şehitlerimizi yaşadıkları koşullardan, içinde şekillendikleri örgütten, o örgütteki yer alış biçimlerinden kopardığımızda, onları anlamak olanaklı olmayacaktır. Onların ayırt edici özellikleri örgütlerinin tüm erdemlerini kendilerinde kişileştirmeleri ve bunu kişisel erdemleriyle yoğurmalarıdır.
  Sözün özü Kemal yoldaş: kısa ama dolu dolu yaşadığı devrimci mücadele ve yaşamında,  önce yoldaş olmayı öğrettin etrafına. En azından uzun bir dönem İnşamızı geliştirmek ve öncü konuma yükseltmek için, zorlukları devrimci irademizle aşarak ilerlemek için sonuna kadar beraber olacaktık. Söz vermiştik işleri birlikte omuzlamaya. Ama bir dönemler yoldaş denilenler hain bir pusuda seni bizden erkence kopardılar ve seninle birlikte yapacaklarımız yarım kaldı. Yine senin neden özel olarak hedef seçilerek katledildiğini de iyi biliyoruz. Seninle birlikte örgütü büyütmek için yola çıkanların kimisi abbas yolcu, kimisi ihanetçi ve kimisi de zorluklardan yüz çevirerek seni bir kez daha arkadan vurdular. Ama seninle birlikte İnşayı büyütme kararlılığında olan İnşamız önderliği ve militanları, sempatizanları sana vermiş oldukları devrim sözüne bağlı kalarak, örgütümüzü kirlerden ve paslardan, temizleyerek her bakımdan yenilenmiş olarak yoluna daha güçlü olarak devam ediyor.
  Dahası yoldaşların olarak yenilmezlerin Bolşevik ordusunu yaratma  savaşımımız da Kemal yoldaş sen  her daima umut, sen inanç, sen güç kaynağımız olmaya devam ediyorsun.
Kemal Yazar Yoldaş Ölümsüzdür.!
21 Ağustostan 27 Ağustosa Bin Selam…!
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm Mücadelemiz..!

18 Ağustos 2018 Cumartesi

İNŞAMIZI SİLKİNİP AYAĞA KALDIRMANIN YOLU FEDA RUHUNU KUŞANMAKTAN GEÇİYOR..!


Zorluklara karşı inatla ve ısrarla savaşım yürüterek komünist hareketi yeniden ayakları üzerine dikme savaşımının üzerinde 23.yıl geçti. Elbette bir kişinin yaşamı bakımından 23.yılın pek fazla olduğu söylenemez. Ama örgütlü savaşım bakımından 23.yılın hiçte az bir zaman olmadığını söyleyebiliriz. Kuşku yok ki İnşamız kitle mücadelesinin gelişip güçlendiği ve yığınların devrimci harekete aktığı bir dönemde zincirleri kırarak ortaya çıkmadı.
 21 Ağustos 1995 yılında KP-İÖ bir avuç komünist tarafında yokluk, yoksunluk ve zorluklar ortamında kuruldu. İnşamız kuruluşundan itibaren hem faşizm ve hem de MLKP oportünist önderliğinde ağır saldırı, operasyon ve baskılarıyla yüz yüze kaldı. Belki de hiç bir devrimci hareketin maruz kalmadığı azgın saldırı ve pusularla yüz yüze kaldık. Her şeye rağmen bu faşist ve gerici kuşatmayı komünist fedakarlık ve devrimci iradeyle püskürtüp, devrim ve sosyalizm savaşımına sıkıca sarılarak, devrim ve sosyalizmde iddiasını ortaya koydu. Hem içte yaşanana ihanetler, kaçkınlara ve düşkünlükler gerekse faşizmin ve MLKP’nin bir birini tamamlayan gerici saldırıları daha hızlı gelişip güçlenmemizi olumsuz yönde etkiledi. Ama her defasında darbeleri ve ihanet yaralarını sarmasını başaran ve feda ruhu için canla başla sarılıp komünist hareketi ete kemiğe büründürmeye çalışan KP-İÖ savaşçıları, asla iddialılıklarında geri durmadılar.
Gelinen durumda İnşamız örgütsel pratik olarak geliştirip büyütme ve devrimcin öncüsü konumuna yükseltme zamanıdır. Dahası, devrimci hareket  PHP-Nukeher bakımdan silkinip ayağa kalkma bakımından önemli bir eşikten geçiyor. Devrimci hareket ölü toprağını üzerinde atması, silkinip ayağa kalkması ve sınıflar savaşımına aktif olarak müdahale etmesi için her bakımdan eski alışkanlıklara vurarak, bütün enerjisini açığa çıkarıp kamçılayarak feda ruhunu canlandırması ve çalışmalarda kendiliğindenciliği yere çalarak, devrimci iradeyi konuşturması gerekiyor. Bunun için feda ruhu içinde öne atılarak kitlelerin arasına dalıp onları örgütleyip-mücadeleye seferber ederek yeni bir soluk getirmek, devrimci ve komünist hareketin önünde acil bir görev olarak duruyor.
 Peki "Özveri" ya da "fedakarlığın", insanlık tarihinin gelişimindeki büyük ve belirleyici rolünü vurgulamak bir abartma olarak değerlendirilebilir mi? Bizce hayır. Çünkü, bütün büyük devrimlerin patladığı nokta, yığınların kendilerini feda etmeye hazır oldukları tarihsel sıçrama anları olmuştur. Yığınların kendini feda etme bilinç ve iradesi, muazzam bir devrimci enerji, yaratıcılık ve kahredici bir kuvvet olarak on yılların tarihini ve gelişimini günlere ve hatta saatlere sıkıştırır. Bu kendini yok etme bilinç ve iradesi, yığınları muazzam şekilde özgürleştirir, eskiye bağlayan gelenek, alışkanlık, düşünce ve davranış kalıplarını parçalar atar ve toplumu her bakımdan yenileştirmede ön açıcı rolünü oynar.
Bireylerin ve ezilen yığınların insan davranışının en yüksek biçimlerinden birisi olarak kendi özgürlüğünü ortaya koymasında somutlaşan özverinin en yüksek görüngüsü, tarihteki her önemli gelişme ve ilerlemenin altındaki imzadır. Mahirler, Denizler yaşamlarını ortaya koyarak devrimci idealleri için ölümlere meydan okumuşlar ve daha sonraki devrimci kuşakların eğitimi için etkili bir gelenek bırakmışlardır. İbrahimler, Ali Haydarlar, Meraller, Ahmet Muharremler, İrfanlar, vb. yakın tarihin bu ilk komünist kuşağı, komünist hareketin temelini aynı zamanda kendilerini ortaya koyarak da atmışlardır. Yetmişlerin devrimci kuşağı, devrimci ve komünist kahramanlar, kendilerinden sonrasının temellerini, devrimci eylemlerine bir bakıma damgasını da vuran kendini ortaya koyma, kendilerini feda etme ruh ve davranışıyla da, bükülmez devrimci iradeleriyle de döşemişlerdir..
Fedakarlık, her komünistin alnında taşıdığı onur nişanıdır. Devrimciliğin adıdır fedakarlık. Zira, bizim gibi bir ülkede komünist  devrimci, kavgayı omuzlayan, toplumsal idealleri uğruna daima kendinden veren insandır. Uykusundan, yemesinden, içmesinden, giyinmesinden, rahatından, çocuklarına, eşine, anne ve babasına ayırabileceği zamandan veren, sürekli ve daima fedakarlık örneği olma çizgisinde duran, vererek yükselen, insanlığı yükselten, bu yoldan tam olarak özgürleşen insandır .
Devrimcinin yaşama korkunç bağlılığı ve büyük yaşam sevgisi ile yaşamın küçük ya da büyük zevklerinden fedakarlık edebilme ruh ve yeteneği arasında hiçbir çelişki yoktur. Elbette devrimci, çileci-çilekeş değildir; ama yüksek toplumsal idealleri uğruna yürüttüğü mücadelenin fedakarlık gerektirdiğini bilir ve hazırdır. Devrimcilerin yaşam biçiminin temel bir çizgisi olarak, idealleri uğruna savaşma özgürlük tutkusu ve komünist hareketi yükseltme ve zaferi hazırlama çalışmasındaki fedakarlık, birşeyler vererek mücadelenin ilerletilmesine, düşmana darbeler indirilerek yenilgisini hazırlamasına katkı, sevinç ve mutluluk kaynağıdır komünist devrimci için. Komünist devrimcilerin kendi bireysel özvarlığını toplumsal devrim uğruna ortaya koyuşu, fedakarlığın  en yüksek biçimidir. Bu bilinç ve iradeye, bu yüksek moral gücüne sahip olan komünist devrimci, er zor, en riskli görevleri omuzlama yeteneğine sahiptir Onun kişilik ve davranış çizgisinde küçük hesapların birini bulamazsınız.
   Ne çok insani bir ihtiyaç olarak görülen ama daima geri çeken ve körelten günlük düzenli yaşam arayışının ve ne de bencilliğin aşağılık belirtilerini bulabilirsiniz onda. Özveri özgürleştirir dedik. Devrimcileri destekleyen, devrimci duygularını ifade eden, açıklamalarında "bu kavgada ben de varım" diyen, ama en küçük bir bedel ödemeye bile hazır olmayan adamın özgür olduğu söylenemez. Devrimci geçinen bu kişi, bir devrimci lafazan, bir gevezeden başka bir şey olamaz. Belki ilk anda görünmeyen sayısız bağlarla geri ve sıradan şeylere bağımlıdır. İşte bu bağımlılıklar ancak özveriyle kırılabilir. Fedakarlık bilinç ve duygusu, bireyle amaçları arasında, yaşam biçimi ve davranışlarında bir özdeşleşme yaratır. Fedakar  olmadan, bu özdeşleşme gelişemez ve kişinin özgürleşmesi dumura uğrar. Yüksek toplumsal ideallerimiz uğruna yürüttüğümüz devrimci kavganın gerektirdiği devrimci fedakarlık  çizgisinde duran, özverinin en yüksek biçimlerine kendini hazırlayan komünist devrimci, her bir konuda şu ya da bu kaygının, korkunun tutsağı olmaz. Davranışlarını, sahip olduğu değer yargıları, programatik ve teorik kavrayışı, politik analiz yeteneği yönetir; düşmanı çatlatan, dostlarının sevgi ve sempatisini, hayranlığını kazanan müthiş bir çalışma temposuna, tükenmez bir enerjiye ve çevresine ışık saçan yüksek bir devrimci morale sahiptir.
  İnşamız, bugünlere yoldaşlarımızın, işçi, emekçi ve gençlerin özverileriyle taşınmıştır. Onu işçi sınıfı ve çalışan milyonların gerçek politik lideri, devrimin hazırlayıcısı, örgütleyicisi ve önderi haline, fedakar, iradi ve bilinçli çalışmalarımızla İnşanın kadroları getireceğiz. Buda biz İnşacıları, burjuva toplumun ideolojik özü olan bireycilik ve bencilliğe karşı her cephede savaşmakla yükümlü kılıyor. Komünist hareket, saflarında devrimci fedakarlık bilinç ve ruhunu düşüren, devrimci morali bozan burjuva bireyciliğin etkilerinin yeşermesine ve yaşam bulmasına asla izin veremez.
Fedakarlık, komünist militanın devrimci moralini ve kararlılığını, mücadele ve çalışma gücünü yükseltmeye, öncelikli hedefleri arasında yer vermektedir. O halde, komünist hareketin yürütmekte olduğu fedakarlıkla çalışmayı geliştirme, devrimci çalışmanın her cephesinde  devrimci çalışmanın bütün örgütçüleri ve yürütücüleri, kendi alanlarında çalışmayı planlama, olanaklarını en geniş çerçevede ve sıkı bir biçimde örgütleme ve sürdürmede, bireyci ve bencil yaklaşımlarla savaşmada, enerji ve alışkanlıklarıyla, fedakarlık larıyla yığınlara örnek teşkil etmelidirler. Somut sınırları belli bir fedakarlık ruhu  kitle çalışmasında hücumunda,  bağlantı kurulan, ulaşılan insan sayısı, rakamlarla ifade edilen sonuçlar vb. önemsiz şeyler değildir. Ama bunları, gerçek anlamlarına kavuşturan ve asıl önemli olan da, bu eylemin ideolojik ve siyasal içeriği ve örgütleyiciliğidir.
  Komünist hareketi kuşatıp saran, sempati ve sevgi duyan, destekleyen çeperinde, bireyci ve bencil yaklaşımlarla mücadelede zayıf kalındığı, pek çok bakımdan düşük bir fedakarlık düzeyinin olduğu bilinmektedir. Bunun içindir ki devrimci yığın çalışmasının ideolojik içeriği, herşeyden önce, komünist hareketin içerisinde hareket ettiği çeperindeki bencil ve bireyci yaklaşımlarla mücadele yoluyla, fedakarlık  bilinç ve ruhunun geliştirilmesini, çeperin İnşayı sahiplenme ve onunla özdeşleşme düzeyinin yükseltilmesini kapsamalıdır. İnşaya faydacı yaklaşanlarla, parazitlerle, inşaya adeta bir ekmek kapısı gibi görenlerle hesaplaşmak da buna dahildir. Şu yalın ve katı gerçek, İnşayı sarıp kuşatan herkese kavratılmalıdır; küçük ya da büyük, az ya da çok, öncünün geliştirilebilmesi ve mücadelenin ilerletilmesi, çok değişik biçimlerde sayısı bedeller ödenmesini gerektiriyor. İnşa, herkesten kendine düşeni tereddütsüz yapmasını, mücadeleye bütün olanaklarını sunmasını, olanakları, ilişki ve bağlantılarıyla olduğu gibi yetenekleriyle de verebileceğinin en fazlasını vermesini istiyor.
 Çünkü, güçlerin tam seferberliği olmadan politik olarak ileri gitmek, proleter ve emekçi yığınların önderi olarak gelişmek düşünülemez. Özveri taarruzunun siyasal sihri, fiili hareket tarzı olarak, eylemli davranış olarak inşayla çeperi arasındaki ilişkiyi pekiştirip özdeşleşme düzeyine yükselterek, siyasal kuvvetini büyütmesinde yarıyor. Burada örgütlülük düzeyinin yükseltilmesinin oynayacağı rolün büyük önemi herkes tarafından açık olmalıdır. Öyle ki, özverinin zaferinde ulaşmadığı ilişkilerini düzenlemediği tek bir kişi kalmamalıdır. Dahası bütün ilişkilerin harekete geçirilmesi yoluyla komünist hareket daima geniş bir alana ulaşarak, bağlarını ayarak etkisini geliştirmelidir.

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Liberalizmin Yeni Adı Özgürlükçü Sosyalizm, Özgürlük Laiklik..!


özgürlük savaşımla kazanılır ile ilgili görsel sonucu
Bilindiği üzere devrim ve sosyalizmden yüz çevirerek, sosyalizme cepheden saldırma  da sorunlu olan liberal reformistler sosyalizm içeriğini bozmak ve anlamsız hal getirmek için her şeyin önüne özgürlük” takısı ekleyerek  işin içinde  kolay yoldan çıkmaya çalıştılar.  İşte “özgürlükçü laiklik” dediğimiz şey de tam olarak bu liberal atmosferde yeşermiş bir “sapma”dır. Ve ne yazık ki bu “sapma”, bu zehirli atmosferi soluyan “solcu”nun beyin kıvrımlarında kendini yeniden yeniden üretir.
İlerici niteliklere sahip herhangi bir kavramı “liberalize” etmek istiyorsanız başına “özgürlükçü” gibi bir tanım getirmeniz yeterli olacaktır. Buna çok çeşitli  örnek, tarihin kuytu dehlizlerine girmeksizin bulunabilir. “Özgürlükçü Marksizm, özgürlükçü demokrasi, özgürlükçü devrim, Özgürlük Sosyalizm ” gibi kavramlar, okuyucunun yakından tanıdığı “bulamaçlar” olarak entelektüel dimağında asılı durmakta.
Özgürlük, kuşku yok ki bir olgudur ve bugün politik tartışma alanının bir parçasıdır. Bu önermenin bizi yönlendirdiği en şaşmaz sonuç ise; özgürlüğün politik bir olgu olduğu gerçeğidir. Ve yine şüphesiz politik olgu, sosyal bağlamından soyutlanarak değerlendirilemez. Yani özgürlük, şeyle kurduğu ilişki ve bu ilişkinin olası sonuçları itibariyle değerlendirilir.
Dolayısıyla bir seri katilin toplumla kurduğu ilişki ve bu ilişkinin olası sonuçları gözetilmeden, (onun) özgürlüğünden bahsetmek, sakat bir yaklaşım olacaktır. Hapisteki seri katilin özgürlüğünden bahsettiğiniz andan itibaren, onun insan öldürme özgürlüğünü de tanımış olursunuz. Bu gerçek, özgürlük olarak tanımlanan olgunun, sosyal bağlamından soyutlanarak değerlendirilemeyeceğini gösterir.
Salt başına bir özgürlük, doğadaki her şey için istenir bir argüman olarak dillendirilemez. Her şeye özgürlük şiarıyla ortalıkta arz-ı endam eden sıradan özne, özü itibariyle popülist propaganda aracından başka bir şeye tekabül etmemektedir. Tartışma cephaneliğimizin gelişmesine vesile olan en temel karakter de işte bu propagandist tiptir.
Ne yazık ki, bu prototip, “her şeye, her yerde, her zaman özgürlük” gibi yükselen post modern/liberal trende uygun bir şiarla, liberal sol cenahta güçlü bir yer edinmiş durumda. Belirli bir donanımdan yoksun olan bu “solcu”, liberal rüzgârın şiddeti ile yalpalamakta, politik arenada oradan oraya savrulmakta. O kadar ki, içler acısı durumunu, Batı’dan esen modanın tılsımlı tesiri altında fark edemez ve solculuk adına, gericiliğe özgürlük diyen grotesk bir tip olarak alandaki yerini alır.
İşte “özgürlükçü laiklik” dediğimiz şey de tam olarak bu liberal atmosferde yeşermiş bir “sapma”dır. Ve ne yazık ki bu “sapma”, bu zehirli atmosferi soluyan “solcu”nun beyin kıvrımlarında kendini yeniden üretir.
Laiklik, “özgürlükçü” gibi bir sıfata ihtiyaç duymadan tarihsel işlevini yerine getiren bir misyona sahiptir. “Özgürlükçü” sıfatıyla anılır olduğu her ortamda ise, sekülerizmin temel varoluş prensiplerinin ortadan kaldırılmasına hizmet etmiştir.
Örneğin Malezya’da 1988’de Yargıtay kararıyla laiklik tescillenmişti. Ancak Nisan 2007’de Mizan Zeynel Abidin’in kral seçilmesi başörtülü eşinin de ilk kez saray protokolüne girmesine neden oldu. Bu duruma muhalefetteki laiklik yanlısı iki parti dışında tepki gösteren neredeyse olmadı. Bunlar ise tepkilerini yemin törenine katılmayarak göstermenin ötesine geçemediler. Ülkedeki solcular ve liberaller ise başörtüsünü bir insan hakkı ve inanç özgürlüğü olarak değerlendirerek, bir anlamıyla Krala desteklerini sundular.
Bu kesimler, şeriat istemediklerini; ancak özgürlükçü bir laikliğin yeşermesi gerektiğini dile getiriyorlardı. Bu ise kaçınılmaz olarak şeriat yanlısı Kral’a destek anlamına geliyordu. Arkasına aldığı bu rüzgâr ile Kral Zeynel Abidin ülkede laikliğin tartışılmasını yasaklayacak ve bu da gittikçe laikliğin toplum hayatından silinmesine neden olacaktı. Nitekim Başbakan Yardımcısı Necib Razak, bu tartışmalar üzerine İslam’ın ülkenin resmi dini olduğunu açıklayacaktı.
Malezya bugün (Müslümanlar ülke nüfusunun % 50’inden sadece biraz fazla olmasına rağmen); şeriat mahkemeleri ve İslamî üniversitelerin yer aldığı, laiklik savunucularının hapse atıldığı, yerli ve yabancı pek çok müzisyenin konserlerinin yasaklandığı ve dönemin inançlara özgürlük yanlısı solcularının bin pişman olduğu bir ülke konumunda.
Malezya hükümetinin bir süre önce çeşitli kanunlarda yaptığı değişiklikler ile Ramazan’da oruç tutmayanlara ve çalışmaya devam eden lokantalara karşı “Sivil Oruç Polisleri” görevlendirildi; bununla birlikte Müslüman erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerinin ve eşlerinden dilediklerinde boşanabilmelerinin önü açıldı.
Anlaşılıyor ki “özgürlükçü laiklik”, Malezya’da laikliğin sona ermesi için gerekli bir yardımcı itenek olarak, şeriat yanlılarının yardımına koşmuş oldu.
Malezya’nın laiklik savunucularından Avukat Malik İmtiyaz’a kulak verelim: “Başlangıçta olup bitenleri ciddiye almıyorduk. ‘Malezya Afganistan mı, İran mı olacak yani?’ diye şakalaşıyorduk. Ama şimdi anayasal din özgürlüğünü savunduğum için şehirde benim resimlerimi ‘Ölü olarak aranıyor’ afişi yapıp dağıtıyorlar. (…) Hiçbirimiz [tehlikenin] bu kadar yakında olduğunu göremedik. Ilımlı İslam diye bir şey olmayacağını, isteklerini hep ileri götüreceklerini yeni anlıyoruz.”
Çok açık ki İslam, siyasallaşma eğilimi gösteren despotik bir ideolojidir. Ona şu veya bu oranda özgürlük tanırsanız, yayılmak ve kendisi gibi olmayanı yok etmek için fırsat bulmuş olacaktır.
Peki “özgürlükçü laikliğin” alametifarikası nedir? Laiklikte olmayan ne vardır onda?
“Özgürlükçü laikçilik”le dile getirilmek istenen tam olarak; “devletin tüm din ve inançlara özgürlük tanıması ve eşit bir yaklaşım sergilemesi” biçiminde karşımıza çıkıyor. Sıradan okuyucu bunda bir beis görmeyecektir. Ancak olay, olgu ve devinim arasında tutarlı bir neden sonuç bağıntısı kurabilen ve örnekler arasında mantıklı korelasyonlar oluşturabilen ortalama zekâya sahip her kişi, “inançlara özgürlük” ve “inançlara eşit yaklaşım”ın, insanlık için vahim sonuçlar doğuracağını idrak edebilmektedir.
Bugün “özgürlükçü laiklik”, başörtüsünü bir insan hakkı ve inanç özgürlüğü olarak değerlendirmekte ve savunmaktadır. Oysa örtünme sistematik ve kaidelere bağlı olduğu için ve olduğu sürece en temel insan hakkı ihlallerindendir. Kadının doğadaki varoluşunu kısıtlayan bir düzenin uç vermiş halidir. Türban, kadının ikinci sınıf bir cins olduğunun kabulüdür. Anlaşılıyor ki laikliğin özgürlükçü sıfatıyla vuku bulmuş bu hali, “insan haklarının ihlaline” de özgürlük tanımaktadır.
İnançlara özgürlük, inancın gerici niteliği nedeniyle ilericilik adına dillendirilmeye başlandığı andan itibaren, gericiliğin dümen suyunda yüzen bir “ilericilik”in, boğulma sahneleriyle karşılaşmak işten bile değildir.
Zira maddi delillere ve nesnel dayanaklara ihtiyaç duymayan kabullere inanç diyoruz. Yani, olayı-olguyu ya da herhangi bir varoluş biçimini, nesnel zemine ve kanıta gereksinim duymadan açıklayan, bu anlamıyla bilimsel dayanaklardan yoksun her türden yorum, bir inançtır. Şu halde ilericilik ve laiklik adına inançlara özgürlük, esasen bilime karşı olmaktan başka hiçbir anlam ifade etmemektedir.
“Özgürlükçü laikçilik” aynı zamanda tüm inançlara eşit yaklaşımdan bahsetmektedir. Oysa eşitsiz gelişim yasası gereği doğadaki şeyler birbirinden farklı gelişmişlik evrelerine sahiptir. Dolayısıyla eşit olmayanlara eşit yaklaşım, eşitlik gibi bir sonuç doğurmaz. Bu yaklaşım eşitsizliğin kaynağıdır.
Eşitlik, şeylere eşit yaklaşımla değil, soncu eşit olacak şekilde farklı dozajlarda etkiyle mümkündür. Eşitlikçi yaklaşım, sonuç üzerinde bir aynılık yaratma hamlesidir. Açıktır ki eşit olmayan şeylere eşit dozajlardaki yaklaşım, sonuca eşitlik bağlamında herhangi bir etki yapmaz. Yani ülkede Müslümanlarla eşit olmayan koşullarda bulunan; Hıristiyanlar, ateistler, Aleviler gibi çeşitli grupların eşitsizliğini sürdürmenin bir yolu da “inançlara eşit yaklaşım” belagatidir.
Üstelik yayılım eğilimi gösteren ve kendi gibi olmayanı kendi gibi yapmaya uğraşan İslam gibi bir anlayışla, böyle bir fikre sahip olmayan Aleviliği aynı oranda besleyerek aynı koşullarda yaşamaya zorlamak, Aleviliğin yok edilmesinden başka bir biçimde sonuçlanmayacaktır. Zira İslam, ontolojik olarak herkesi Müslüman yapma güdüsüyle doğmuştur. İslam’ın bu en temel varlık nedeni; onu başka inançlara özgürlük tanımaz bir forma sokmuştur. İslam, yapısı gereği kendi gibi olmana yaşam hakkı tanımaz.
Yani özgürlükçü laikçilerin tartışmanın belirli bir aşamasında can simidi gibi sarıldıkları; “bireyin inama ya da inanmama hakkı”, İslam dininin inanmama hakkını tanımaması nedeniyle anlamsız bir tümceye dönüyor. İslam dinine özgürlük vurgusu, İslam dışı olan tüm anlayış ve yapıların “cenaze namazına çağrı”dan başka bir şey değildir.
“Yetmez ama evetçilik”in ya da enternasyonal arenada söylendiği biçimiyle “kullanışlı aptallığın” yeni türevi olan “özgürlükçü laikçilik”, analizden yoksun bir refleksle, laiklikle Kemalizm arasına güçlü bir göbek bağı örerek, gerçek laiklikten, vebadan kaçar gibi kaçmaktadır.
Türkiye burjuva hareketi, güçlü bir sosyal zemin üzerinde filizlenmedi. Bir anlamıyla ana rahminde yeterli gelişimini tamamlayamadan, prematüre doğdu. Toplumsal dayanaktan ve kitle desteğinden mahrum bu hareket, modern ve klasik anlamda bir burjuva düşününün ilerici hamlelerini de taşıyamadı. Yani toplumsal kudretin manivelasından yoksun olan burjuvazi bu topraklarda, feodal güçlerle keskin bir hesaplaşma içine giremedi.
Türkiye burjuvazisi, bu şartlar altında, tavizler vererek serpildi ve yapısal olarak diktatöryal bir muhtevaya sahipti. Laiklik de bu tavizlerle gelişimini tamamlayarak, modern/Batı tipi bir laiklik ile Osmanlı şeriatı arasında, evrimini nihayetlendirememiş bir ara form olarak kaldı. Türk tipi laiklik, İslam’a tavizler veren ve onu denetim altında tutarak diğer din ve inançlar üzerinde hüküm sahibi bir hal almasına zemin hazırlayan bir formasyona döndü.
Ancak Türkiye burjuvazisinin bu öznel durumu, kavramsal olarak laikliğe dair hiçbir şey ifade etmiyor. Bunu anlayacak entelektüel kapasiteden yoksun liberal “solcu” ise, laiklikle Kemalizm arasında yıllarca neden-sonuç ilişkisi aradı durdu. Bugün yüksek dozajda liberal radyasyona maruz kalmış bu “solcu”yu kurtarmak, neredeyse imkânsız gibi.
Bileşik kaplar yasasına göre; alt kısımları birbirine bağlı, değişik yükseklik ve değişik hacimlerdeki kapların içine konan sıvı, her kabın içinde aynı seviyeyi buluncaya kadar yükselir. Ancak sıvılar aynı cinsten değilse, bunların arasındaki yükseklik farkı, sıvıların yoğunluğu ile ters orantılıdır.
“Özgürlükçü laikliğin” dile getirdiği “inançlara özgürlük ve eşitlik” argümanını bileşik kaplar yasasına göre dizayn edilen bir formülle açıklayacak olursak: Devlet vasıtasıyla alt kısımları birbirine bağlı olan farklı kapların içindeki “inanç sıvısı” her kabın içinde aynı seviyeye kadar yükselecektir. Ancak bu “inanç sıvıları” aynı cinste ve yoğunlukta değilse, bunların arasındaki yükseklik farkı, bunların yoğunluğu ile ters orantılı olacaktır.
Cinsleri ve yoğunlukları aynı olmayan inançlara, birbirine bağımlı platformlar içinde özgürlük ve eşitlik istenmesi durumunda, bileşik kaplar yasasına göre cinsleri ve yoğunlukları farklı olan Alevilik, İslam, Hıristiyanlık, ateizm, Musevilik vs. arasında yükseklik farkı oluşacaktır.
Burada güçlü olan inançlarla tanınmış özgürlükler, görece daha zayıf olanların yaşam alanlarına doğru genişleyerek, onlar üzerinde bir baskı haline dönecektir. Zira özgürlük, merkezden çevreye doğru genişleyerek başka özgürlük alanlarını kısıtlama istidadı taşır. Bugün Türkiye’de yaşanan tam olarak budur. Özgürlük alanlarının genişlemesi, güçlü olanın diğerleri üzerinde hüküm sürmesi ile sonuçlanır. İnançlara özgürlük demek bu anlamıyla İslam’ın özgürlük alanını genişletmek demektir. Bu ise inançsızların, laiklerin, Alevilerin ve tüm İslam dışı toplumların İslam tarafından imhası anlamına gelir. Zira seri katilin davranış örüntüleriyle İslam’ın davranış örüntüleri arasında tutarlı benzerlikler vardır.
Kuşkusuz bu yazının önermesi ‘laikçi teyzelerin’ cahil küstahlığıyla örtüşür değildir. Zira laiklik, İslam-Sünni-Hanefiliğin yarı modern ve devletçi yorumundan çok daha ötesidir. Laiklik, devletin ateist olması dışındaki hiçbir varyasyonu referans alınarak tanımlanamaz. Laiklik dolayımın da liberal “solcu”nun anlamadığı iki gerçekten biri budur. Bir diğeri ise olguya (bu yazıda ele aldığımız biçimiyle gericiliğe) özgürlük tanımanın, tarihi ve sosyal bağlamlarından soyutlanarak yapılamayacağıdır. Özgürlük düşmanı bir “şey”in özgürlüğünden bahsetmek, liberal solcunun en büyük çıkmazıdır. Zira özgürlüğü tanımayana özgürlük diyerek, esaslı bir özgürlük düşmanlığı yapmaktadır.