25 Haziran 2019 Salı

Halkların Kardeşleşmesinin Timsali Denizin Asi Çocuğu Devrimci Sanatçı Kazım Koyuncuyu Anarken..!



Karadenizin devrimci çocuğu Kazım Koyuncu’yu kahrolası kanser hastalığından kaybedişimizin üzerinden 14 yıl geçti. Koyuncu genç yaşında yakalandığı kanser hastalığından dolayı 25 Haziran 2005’te yaşamını gözlerini yumdu.
Kazım Koyuncu açık net bir devrimci duruşa sahip olan enternasyonalist bir devrimci sanatçıydı.
Kazım koyuncu, 1972 Artvin Hopa da Laz bir ailenin çocuğu olarak yaşama merhaba dedi, Küçük yaşlarda devrimci düşüncelerde etkilendi ve üniversite yılları kavgaya daha güçlü atıldığı ve  devrimci sanatıyla kitlelere gerçekleri taşımaya çalışan Kazım Koyuncu başka bir dünya düşü olan, Karadeniz müziğini, etnik müziği kendine özgü düzenlemelerle güzel bir şekilde icra eden, kurduğu Lazca Rock Grubu Zugasi Berepe ile de bir ilke imza atan bir sanatçıydı.
Lazca söylemesi üzerine şöyle diyordu: “Bu milliyetçilik mi derseniz; bu başka birşey derim. Milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyım, ama babaannemin kullandığı dilin yeryüzünden silinmesine karşı durma duyarlılığına da sahibim... Yani Laz olmam bir tesadüf. Evrensel düşünen bir insanım, müziğim de böyle olmalı. Ayrıca müziğe sadece müzik olarak bakmıyorum. Hangi akılla, hangi duygularla yapıldığı da önemli. Benim hayata karşı söyleyecek şeylerim var.”
Yaşama ve sanata devrimci bakışını kısaca şöyle anlatır: “Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, birgün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto ‘Çe’ Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”
Kanser hastalığından dolayı 33. yaşında yaşama gözlerini kapayan Koyuncu da Karadeniz’de çok sayıda insanın yaşamına mal olan Çernobil faciasına karşı mücadele edenler arasındaydı. Ölümü de “doğal” değil, Çernobil sonrası bölgeye yayılan radyasyonun sonucu kanserdi. “Neredeyse her ailede bir kanser vakası var ve bu tesadüf değil. Adamlar pişkin pişkin çıkıp çay içti karşımızda. Bunu yapan insan ya geri zekalıdır ya da çıkar gruplarına hizmet ediyordur. Şimdi bunlar cinayet değil mi?”
Kuşku yok ki Karadenizin devrimci çocuğu Koyuncu, sadece müzisyen kimliğini müzik icrası ile sınırlandırmayan, yaşadığı çağa, topluma ve taşıdığı insani vicdani değerlere karşı da devrimci sorumluluk taşıyan bir sanatçıydı.. Bu anlamda coğrafyamızda gelecek güzel günlere olan inancı güçlendirerek, birlikte yaşamı müzikle güzelleştirme çabasında ısrar etmektir Kazım Koyuncu'yu anmak. Farklı ve özgün üretimlerle müziğe dair bir değer yaratırken, yeni, yaratıcı ve sanatına emek vererek kendini geliştiren bir müzisyen kişiliği olma yönünde adım atarken aynı zamanda sözünü ve ezgilerini, barışa, kardeşliğe, doğayı koruyarak, sınıfsız ve sömürüsüz bir yeni bir dünya yaşamını savunmaya dönük bir özne olarak hayata katmaktır Kazım'ı anmak. Anısını önünde saygıyla eğiliyoruz.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Sömürü ve Zulme Karşı Rüzgara Karşı Kırmızı Boyun Atkısıyla Yürüyen Nazım Hikmet Ölümünün 56.Yılında Kavgamızda Yaşıyor..!


3 Haziran 1963…
Moskova…
Nâzım Hikmet Ran’ın ceketi..
Cebinde bir kâğıt…
Kâğıtta bir şiir:
“Gelsene dedi bana.. Kalsana dedi bana.. Gülsene dedi bana.. Ölsene dedi bana…Geldim, kaldım, güldüm, öldüm”.
Son şiir…
Bu son dizeler bir itiraf gibi…
Bir şairin yaşama, güzelliklere ve hüzne bakışının alçak gönüllü anlatımı… Koskoca ve dopdolu bir hayatın hak ettiği en sade veda…
Bir aşk…
Şairin insana, insanlığa ve tüm evrene duyduğu sevgi, tutku, acı ve saflık…
Bilinçli bir yaşam, bilinçli bir veda…
Her yılın Haziran ayı, bizde bir burukluk yaşatır; Haziran ayı üç büyük devrimci ustanın aramızdan ayrıldığı aydır: 2 Haziran'da Orhan Kemal (1970), Ahmed Arif (1991) ve 3 Haziran'da Nazım Hikmet (1963) bizi silkeler; zıtlıkları, çelişkileri anımsatır. 56. yıl önce; Nazım Hikmet Ran şairimizin dünyadan, büyük insanlıktan ayrıldığı gün bu gün!
Nazım Hikmet; 1902 yılında Selanikte dünyaya gözlerini açtı, genç yaşında komünizme tanıştı ve safını devrim ve sosyalizmden yana belirledi. 1920'lerde eğitim için Sosyalist  Sovyetler Birliğine gitti ve mücadele için ülkeye döndü. 1938’de mahpusluk sanatına başlıyor ve 1951’de bitiriyor. Bitirme belgesini alan Nazım, o büyük beynini de alıp istemeyerek bu yurttan göç etmek zorunda kalıyor. Nazım bir ozandı. Büyük insanlığın ozanı: İnsanın, emeğin, doğanın değerini bilen bir sanat adamı. Nazım Hikmet, yirminci yüzyılın, modern çağın çelişkileri, acıları içinde, sınıf çatışmalarının ve savaşların yoğun yaşandığı bir çağın şairiydi. Onu yaşadığı ve hiç durmadan şiirler ürettiği zamanda kendi ülkesi için tehlikeli (!) ve günümüzde ise onu bir “Türkiyeli emekçilerin şairi” olarak değerli kılan şey tam da buydu: Çağının şairi olması.
Nazım’ın çığlığı keskindi çünkü memleketine ve dünyaya baktığında “gerçeği” görebiliyordu. Yüzyıllar boyu büyük ozanların seçtiği şairlik mertebesini yani “gerçekliğin taşıyıcılığı” görevini yüklenmişti. Bu ne pahasına olursa olsun dilin, beynin ve kalbin sesini bağırmak anlamına gelir ki şairlerin işi bu yüzden hep zor olmuştur. İşte bu “zorluk” Nazım’ı bu kadar okunası yapandır; çünkü “gerçek”tir dizeleri; ama aynı zamanda Nazım’ı memleketinden uzaklara gitmeye zorlayan ona “hasretlik” çektirendir de… Ama onu büyük yapan yaşadığı çağın haksızlıklarını, en derinde yatan anlamlarını, olaylarını güçlü bir şiirsellikle üretirken dünyayla bütünleşmesi; evren ve insan birlikteliğini dilinin gücüyle verebilmesiydi. Bu yüzden Nazım nereye giderse gitsin başka bir ülkede yaşanan acılara ya da dünyanın öbür ucundaki barışa hep “hasretti”… “Angina Pektoris” şiirinde doktora söylediği gibi: “(…) Bakıyorum geceye demirlerden ve iman tahtamın üstündeki korkunç baskıya rağmen kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor (…)” …
Nazım’ın şiirlerinde yaşam belgesel gibidir. Başından sonuna izlenir, anlaşılır ve düşündürür her bir satırı… Bu yüzden Nazım’ın şiiri, bir tanıklıktır; tarihin sınıfsal çelişkilerini anlatan, acılarını ve mutluluklarını yansıtan ve en güzeli de gelecek yüzyıllara umut ve cesaret aşılayan…
YİRMİNCİ ASRA DAİR
— Uyumak şimdi,
uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim...
— Hayır,
kendi asrım beni korkutmuyor
ben kaçak değilim.
Asrım sefil,
asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
büyük
ve kahraman.
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum.
Bana yeter
yirminci asırda olduğum safta olmak
bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için...
— Yüz yıl sonra, sevgilim...
— Hayır, her şeye rağmen daha evvel.
Ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem),
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır...
Nazım Hikmet Ran
İşte bu şiirde, önceki satırda sözünü ettiğimiz gibi; yüzyıl içindeki sınıfsal yapıyı ve onun çelişkilerini görebiliyoruz. Bir şairin, insanın, acısını ve umudunu görüyoruz Nazımın dizelerinde. Bu şiirin gücü, hangi yüzyılda okunursa okunsun o hazin yaşamı, kavgayı ve inancı dile getirmesinden gelir. Şiir, sınıf çelişkileri sürdüğü süreç içinde de hep güncel kalmanın ötesinde belgesel niteliğini de koruyacaktır. Nazım’ın şiirleri tablo gibi izlenebilir, sinema olarak görselleştirilebilir; ses, ritim ve melodi her satırda birbirini takip eder. Nazım konuşur siz dinlersiniz. Hikayeler: insanların, mahpushanedekilerin, kadınların, aşkların, yoksulluğun, Haydarpaşa Garı’nın, kentin, ormanın… karlı kayın ormanının, yolculukların, savaşın… ve gelecek güzel günleri bir bir anlatır Nazım.
Nazım, bir insan, bir şair… Gençlik çağında 1938 yılında şiirleri yüzünden 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yıl 7 ay kaldı. 1950 yılında bir af yasasıyla çıktı. Yeniden askerliğe çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurdunu terk etmek zorunda kaldı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu Türkiye vatandaşlığından çıkarılmasına karar verdi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet) ile Moskova'da yaşadı ve 3 Haziran 1963 yılında orada öldü. Dünya işçi ve emekçilerinin dilinde destanlaşan şairimizin mezarı ömrünün önemli bir kesitini yaşadığı ikinci vatanı olarak bilinen Moskova’da, Novo-Deviçiy Mezarlığı’nda gömülü. Siyah granitten bir mezar taşı üzerinde rüzgâra karşı yürüyen adam figürü ile görselleştirilen mezar dünyanın dört bir yanından gelen insanların çiçekleriyle anıtsallaştırılıyor.
Uzun bir zaman faşist devlet kendi sanatçılarına düşmanlık duydu. Kendi sanatçısına aydınına -ozanına, kendi yurttaşına “vatan haini” damgası o çok demokrat gösterilen Menderesin Demokrat Partisine nasip olmuştu. Birçok güzel, devrimci, sosyalist ve ilerici insan, yetenekli ve değerli aydın-sanatçı, şair, tiyatro ve opera sanatçıları, sanat ve siyasi ideoloji arasında var olan o çelişkili yapı içinde haksızca cezalandırıldılar. Nazım devrimci ve emekçilerle direndi ve faşizmin yasaklarını parçalayıp şiirleri özgürleşen şairlerimizden birisi oldu. … Şiirleri oratoryolara, destanları müziklere dönüştü; Bursa Cezaevi günlerini anlatan “Mavi Gözlü Dev” adlı bir film sinemalarda yer aldı… Peki, yetiyor mu? Nâzım dünyada bir “Türkiye halklarının emekçi şairi”… Çünkü Nazım “memleketim…” der birçok şiirinde… Vasiyet şiirini: 27 Nisan 1953’de Barviha Sanatoryumu’nda hasta yatarken yazmış. “…Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, -öyle gibi de görünüyor- Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani....” der.
O nedenle Nazım’ı biraz anlamak demek; onun son yolculuğunu şiirin diliyle kurgularken; kendi memleketinde, Anadolu insanı ve çok sevdiği çınar ağaçlarıyla, alçak gönüllü bir buluşmayı hayal ettiğini anlayabilmek demektir. “Hasretlik, sevgi, özlem, alçak gönüllülük, dostluk… Ben sizden ayrıldığımda da yüreğim sizinle” demek ister…
Ama kırk yedi yıldır orada başkaldırının dinginliği içinde duran anıt mezarı buraya getirmek istiyorlar. Değişecek olan ne?
Nazım Hikmet’in düşüncelerine inanan insanlara sözümüz: Bırakın olduğu yerde kırılmadan, dökülmeden saygı görsün, dünya emekçileri adına “rüzgara karşı” yürüsün. Materyalist dünya görüşüne sahip olanların evrende her yerin aynı olduğunu bilirler. Materyalistlere göre doğada insanın bedeninin nerede gömülü olduğu o kadar önemli değildir. Önemli olan insanın düşüncelerinin aydınlığının ne kadarının insanlara ulaştığıdır.
Materyalist ya da metafizikçilerin dışında kalanları ve illa mezar buraya gelecek diyenleri önce Nazım’ı doğru anlamaya çağırıyoruz. Nazım Hikmet’in dünya görüşü Marksizm, savunduğu ideoloji eşitlikten yana, komünist bir sistemdi… Ancak “büyük anlatılar’ın” (Grand Narratives) son dönemecinde artık değerler sistemi değişti. Biraz dikkatli bakıldığında 21. yüzyılın her şeyi üretip tükettiğini ve bunun emperyalist kapitalizmin en büyük stratejisi olduğu görülebilir. Kültürel değerler de artık bu acımasız döngüde yerlerini alırlar. Yani Nazım da bu anlamda bir “meta”dır kapitalizme göre. Bir aracıdır. O komünizmin, vatan hainliğinin değişen yüzünün bir simgesi olarak üretilir ve tüketilir.
Ancak gerçekte, Nazımca ve bizce Nazım yalnızca “büyük insanlığın şairi”…
Nazım’ın mezarının orada olmasının bir anlamı var; Nazım’ın yaşamının önemli bir kısmını, ideolojisini ve hatta son aşkını ifade ediyor o bize uzak gömüt…
Kendimizi kandırmayalım. Bırakın Nazım’ın kendisinin neler çektiğini; memleketimiz Nazım’ın şiirlerini okuyanların sürgün edildiği, işinden atıldığı, işkence gördüğü, toplum dışına itildiği sancılı süreçlerden geçti.
Uzaklardan memleketine bakıp, insanların her öğünde yalanla beslendiğini gören Nazım: 1949’da yazdığı “elleriniz ve yalana dair” şiirindeki kahramanlara: 1930 Mayıs’ın da yazdığı “sen yanmasan ben yanmasam” diye bağırarak, 28.7.1962’de yazdığı “Vatan Haini” şiiriyle vatan hainliğine devam ettiğini haykırıyordu karşı kıyıdan. İnsanlık uyansın diye. Yalanla doyanlar gerçeği görebilsin diye!
3 Haziran 1963 yılında 61 yaşında kaybetmiş olduğumuz Nazım Hikmet, bugünde işçilerin, emekçilerin ve iyiden ve güzelden yana olanların beyninde, yüreğinde ve sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yürüyüşünde yaşıyor yaşayacaktır.