9 Eylül 2021 Perşembe

M.Suphi TKP’Sİ 101. Yaşında İşçi Sınıfı Hala Öncü Partisinden Yoksun..!

 


10 Eylül 1920 tarihi, Türkiye proletaryasının komünist partisinin kurulduğu gündür. Kemalistler izin vermediği için Kongre, Sovyetler Birliği'nin Bakü kentin de toplandı. Kuruluş Kongresi 'ne 51 'i İstanbul ve Anadolu 'dan gelmek üzere toplam 72 delege katıldı. Bu delegeler 15 komünist örgütü temsil ediyorlardı.

M. SUPHİ başkanlığında büyük bir coşku ile başlayan Kongre, bütün komünist grupları birleştirdi; partinin Tüzük ve programını onaylayarak TKP'ni kurdu. Parti Başkanlığına MUSTAFA SUPHİ, Genel Sekreterliğe ETHEM NEJAT yoldaşlar getirildiler.

Tüm dünyayı sarsan şanlı Ekim Devriminin etkileri ülkemizde de hissedildi. Marksizm’in yayılmasını, büyük bir atılım kazandırdı. Türkiye'li komünistler proletaryanın bağımsız siyasetini sürdürecek komünist partisinin kuruluşu için harekete geçtiler. Kararlı, yoğun çalışmalar sonucu TKP kuruldu. Böylece proletarya kendi bağımsız öz örgütüne kavuşmuş oldu. TKP'nin kurulması ile komünist grup, çevre ve hücreler tek bir örgüt içinde birleştirildi. Komünist parti programı oluşturuldu. Böylece geniş yığınları kucaklama safhasına geçildi. Mustafa Suphi önderliğinde Marksizm-Leninizm'i yol gösteren düşünce olarak benimsedi. Lenin'in önderliğindeki 3. Enternasyonal'e bağlı olarak çalıştı. İşçi ve köylülerin, emperyalizmin, feodalizmin ve gericiliğin boyunduruğundan kurtuluşunun ancak devrimle mümkün olabileceğini kararlılıkla savundu. Proletaryanın kurtuluşunun kendi sınıf egemenliği ve sosyalizmde olduğunu ortaya koydu ve 3. Enternasyonal'deki diğer komünist partileriyle birlikte, emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı kararlılıkla mücadele etti, TKP , ülkemiz proletaryası ve emekçi halklarının emperyalizme ve gericiliğe karşı aktif mücadelesini, örgütlemeye çalıştı. Emperyalist işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesinde, proletaryanın önderliğini ve emekçilerin iktidarını gerçekleştirmeyi başlıca güncel hedef aldı.Türkiye halklarının ulusal kurtuluş mücadelesine aktif olarak katıldı. Ancak bu mücadelenin önderliğini elinde bulunduran burjuvazinin temsilcisi Kemalistler TKP'nin gelişmesini önlemek ve dağıtılmasını sağlamak için önce sahte bir komünist partisi kurdular, sonra da Türkiye'ye gelmek için yola çıkan TKP'nin önder kadrolarını 28-29 Ocak 192l'de Karadeniz'de haince pusuya düşürerek kahpece katlettiler.

M, Suphi ve yoldaşları Kemalist gericiliğe uzlaşıcı bir iyimserlik göstermelerinin bedelini yaşamlarıyla ödediler. Elbette bedel yalnızca bununla sınırlı kalmadı.Türkiye Komünist hareketi için uzun süre yeri doldurulamaz denli büyük bir kayıp ve ödünün ağır bedeli diğer yanı oldu. M.Suphi ve yoldaşlarının erkence katledilmesi TKP’nin daha vücuda gelmeden örgütlenmesine onulmaz bir yara açtı ve TKP önderliksiz kaldı. TKP’nin organlarını oluşturup, örgütlerin kaynaşmasını sağlayamadan almış olduğu bu ağır darbe komünist hareketin 50.yıl daha kendisini toparlayamayacak düzeyde dağılmasını ve geriye savrulmasını koşulladı.

Bunda kuşku yok ki M.Suphi ve yoldaşlarının Kemalist burjuvazi hakkındaki aşırı iyimserliklerinin önemli bir etkisi oldu.Bilindiği üzere liberal burjuvazi gelişen proletarya ve komünist partisinden emperyalistlerden ve büyük burjuvaziden korktuğundan daha çok korkar ve de emperyalistlerle kol kola girmekten geri durmaz. Kemalist burjuvazide bu niteliğine uygun davrandı. Ve Suphi önderliğindeki komünistlere özgürlük tanımadı. Devrimin Rusya'sından para ve silah desteği almak için komünistlere özgürlük tanıyor görünümü vermeye çalışırken, M.Suphi ve yoldaşlarını hunharca Karadeniz’de katlederek, Anadolu'da komünist ve devrimci örgütlenmeleri dağıtarak gerçek uzlaşmacı politikasını uygulama yoluyla emperyalistlerin teveccühünü kazanmaya çalıştı ve kazandı da.

M. Suphi ve 14 yoldaşının Kemalist diktatörlükçe tarafından katledilmesi, TKP’nin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Kuşku yok ki bunda, M.Suphi ve yoldaşlarının burjuvazinin yalanlarına inanan yaklaşımlarının önemli bir etkisi oldu.

Bir süre dağınık ve önderliksiz kaldıktan sonra Ş. Hüsnü önderliğinde adım adım sistemli sağ oportünist bir çizgiye çekilen TKP, Kemalist iktidarla uzlaşarak , Kürt ulusal hareketine sosyal-şoven bir çizgide tavır aldı; feodalizme karşı çıkma adına Kemalist rejimin Kürt katliamlarını destekledi, Kemalist gericilerden demokratik devrimi bekledi. Neki Kemalist rejimin saldırıları ve tutuklamaları sonucu 1951’de alınan ağır darbeler nedeniyle TKP tasfiye edildi. Yurtdışına kaçan mülteciler grubunu kuran Yakup Demir kliği Kruşçev modern revizyonistlerinin yardımıyla TKP tabelasını asarak TKP’ni kurdu.

TKP, Suphi’den sonra 1950’lerin ikinci yarısına kadar anti-emperyalist demokratik bir hareket olarak varlığını sürdürdü. Sovyetler Birliği ve bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde kapitalizmin yeniden dirildiği 1956’lardan sonra Modern revizyonist bir çizgi izledi ve o yıllardan itibaren Rus sosyal emperyalizmin işbirlikçisi bir parti haline geldi. 1951-1973 yılları arasında ağırlıklı olarak yurtdışında faaliyet yürüten TKP 1973’den sonra ülke içinde faaliyete yöneldi.Aydınlar, sendikacılar arasında önemli bir etkinlik kazanana TKP işçi hareketini sosyal-demokrasinin solunda Sosyal emperyalist bir çizgide yedeklemeye çalıştı ve reformist ve sistemi parlemanterist yoldan değiştirme yaklaşımlarıyla sınıf hareketinin devrimci bir çizgide gelişmesinin önünde takoz rolünü oynamaya çalıştı.

Y.Demir, İ.Bilen ve sonrasında da H.Kutlu önderliğindeki TKP, revizyonist-reformist çizgide yürüyerek “Ulusal demokrasi programı” adı altında MHP vb. gibi faşist partiler dışındaki dışındaki tüm sınıf ve liberal burjuva parti ve grupların koalisyonuyla, sisteme karşı gelişen demokrasi muhalefetini düzen içinde eritmeyi hedefledi. 1980’li yıların ortalarında Gorbaçovun batı emperyalizmine tümüyle teslim olmasını amaçlayan açıklık ve yeniden yapılanma değişim programının pratiğe uygulanmasıyla, TKP’nin işbirlikçi politikaları da işlemez hale geldi. TKP bu durumda TİP’le birleşerek TKBP adı altında bir çıkış bulmaya çalıştı. Ama buda sökmedi ve TBKP çareyi sisteme yamanarak açık alanda politika yapmakta buldu. TBKP’nin yöneticileri Türkiye'ye dönerek açık alanda politika yapmaya yöneldiler. Ama burjuvazi sisteme her bakımdan teslim olan TBKP’ye bile tahammül etmedi. TBKP’nin umutsuz ve sıfırı tüketmiş önderleri kısa zaman içinde aktif politikanın dışına düşerek TBKP dağıldı ve 1950’ler de işbirlikçi bir çizgiye kapaklanan revizyonist-reformist TKP’de böyle tarihe karışmış oldu. Her ne kadar bugün reformist- revizyonist TKP adı altında örgütlemeye çalışan değişik grup ve çevreler olsa da bunların tümü de M.Suphi’nin komünist TKP’siyle uzaktan yakında hiç bir ilişkilerinin olmadığı ve sistem içinde reformist hatta hareket ettikleri ve hatta bugün kendilerini TKP olarak lanse eden legal partinin ordu şakşakçılığı yaparak ve Kürt sorununda sosyal şovenist bir çizgide durarak ve parlamentarizmi kutsayarak Yakup Demir’lerin, İ.Bilen’lerin, H.Kutlu’ların reformist-revizyonist TKP’sinin ardılları olduklarını gösteriyor.

50 yıllık oportünist-revizyonist-reformist çemberi 1972'de KAYPAKKAYA önderliğinde, M. SUPHİ TKP'nin mirası üzerine kurulan TKP/M.L HAREKETİ vardı.

  Neki o günden bu yana hala ülkemiz proletaryası henüz kendi öz partisini yaratamadı. Kendisini işçi sınıfının öncü partisi olarak ilan edenlerin sınıfla sağlıklı ve güçlü bağları olduğu bile söylenemez. Sınıf ayrı yolda komünist hareket hala ayrı yolda yürümeye devam ediyor.  Bu görev bugün bütün ivedilikle İnşacı komünistlerin önünde durmaktadır. Komünistlerin bugünkü ana görevi proletaryanın komünist partisini yeniden kurmaktır. Bunun için komünistler olarak proletarya hareketi ile bilimsel sosyalizmin birleşmesi, programın pratiğe sürülmesi ve çizgiye uygun öncü ve militan kadroların yaratılması ve işçi sınıfını en mücadeleci ve militan ögelerinin komünist hareketin etrafında birleştirilmesi gerekiyor. Bu devrimci görevleri yerine getirerek ancak M.Suphi’nin önderliğindeki TKP’nin komünist çizgisinde yürümüş ve onun partili mücadele ruhunu bayraklaştırmış oluruz.

14 Temmuz 2021 Çarşamba

SORU(N)LARI İLE 15 TEMMUZ..!

 


“Suskunlukla geçirilmiş tüm gerçekler zehirlenir.” [1]

Tarih, kurgular değil, sınıf mücadeleleri ekseninde olgular üzerinden yazılır. Ancak coğrafyamız

Türkiye’de tarihi egemen manipülasyonun kurguları üzerinden çarpıtmak bir alışkanlık hâline geldi. Tıpkı
15 Temmuz’a ilişkin yapıldığı gibi…
İş bu nedenle darbe girişimini anlamak, anlatmak için öncelikle 15 Temmuz’a dair yalanları deşifre
etmek “olmazsa olmaz”dır…
Muammalar toplamı olarak tanımlanması mümkün darbe girişiminin bir felaket olduğu su götürmez.
Ne var ki, bunu fırsata çevirenler, darbecilerin yetişmesine elverişli ortam ve koşulları hazırlayanlardan
başkası değildi; bunu da unutmamak gerek.
Evet, darbe girişimiyle ilgili olarak çok şey yazılıp çiziliyor. Kimileri bunun son derece acemice
olduğunu, kimileri ise tam tersini düşünüyor. Ancak henüz açığa çıkmamış bir nedenle erken patlamış, belki
de patlatılmış bir girişim olması en güçlü ihtimal…
Kaldı ki “15 Temmuz FETÖ darbesi epey zamandır geliyorum diyordu.” [2] Bu bir “sır” ya da
“sürpriz” değildi…
“15 Temmuz darbe girişimi hakkında hazırlanan polis fezlekesine göre darbenin altyapısı için
çalışmalar 2016 Ocak ayında başlatıldı. Eldeki verilere göre, 8 Temmuz’da TSK içinde darbenin dumanı
çoktan tütmeye başlamıştı.” [3]
ABD iltisaklı Fethullah Gülen Cemaati (FGC) tarafından gerçekleştirilen girişim üzerinden yıllar
geçse de; FGC’nin siyasi ayağına ilişkin herhangi bir inceleme yapılmadı; yapılamadı. Yani muammalar,
soru(n)ları ile hâlâ yerli yerinde!
Mehmet Y. Yılmaz’ın, “Darbe girişimi kışlada önlenebilir miydi?” [4]
“Darbe girişimini neden önleyemediler?” [5]
“Darbe girişimi önlenebilir miydi?” [6]
Veya “15 Temmuz günü darbeye kalkışılacağına ilişkin çok emareler belirdiğini artık biliyoruz.
Binbaşı H.A.’nın MİT’e gidip darbe girişimini haber vermesinin dışında, saat o sırada 14.45 idi, başka
emareler de vardı. Bunlara yönelik bir soruşturma başlatıldı da ben mi duymadım acaba?” [7] türünden
soru(n)lar ile betimlenen darbe girişimini tarihçiler, siyaset bilimciler, hukukçular vd’leri farklı açılardan ele
alıyor, irdeliyorken; gerçekleri tam olarak öğrenebildik mi?
Hayır!
Ortalık “komplo teorileri”nden “efsaneler”den geçilmese de,  muğlâk noktalar, ilginç soru(n)lar hâlâ
yanıtlarını arıyor ve bulabilmiş de değil!
 
GENEL ÇERÇEVE
 
Hemen belirtelim: 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi bir sonuçtu.
Siyasal İslâm’ın iktidarda güç paylaşımı için yaptığı mutabakat sınıra dayanmıştı. Liberaller
işlevlerini yitirmiş, ideolojik açıdan kullanışlılar devre dışı bırakılmıştı. İktidar paylaşımı artık açıkça
zorlama gücünün kimin denetiminde olacağı konusunda düğümlenmişti. “Ne istediler de vermedik” düzeni,
AKP ile FGC arasındaki ittifakı geri dönülemez bir iktidar savaşına sürüklüyordu.
AKP, yeni bir rejimin inşasında engel olarak gördüğü yapıları tasfiye ederken FGC
örgütlenmesinden yararlanmış; FGC yapısı ise iktidarın önünün açılmasında sahip olduğu etkinin
özgüveniyle, “gerçek iktidar benim” vesayetçiliğini bu kez AKP üzerinde sınamaya çalışmıştı. 15 Temmuz,
bu çatışmanın son aşamasıydı.
Darbe girişiminin sorumlusu FGC’nin, devlet içinde yaklaşık yarım asırdır örgütlenme faaliyeti
yürüttüğü biliniyor. Ama darbeye kalkışacak güce AKP döneminde ulaştığı da bir gerçek. AKP ve FGC
arasındaki “zoraki nikâh” 17-25 Aralık soruşturmaları ile bozuldu. Bu süreçten sonra başlayan ‘düşmanlık’,
Türkiye’yi hâlâ soru işaretleri ile dolu 15 Temmuz gecesine taşıdı.

15 Temmuz gecesi başarısız bir darbe girişimine tanık olduk. Darbe girişimiyle ilgili yapılabilecek
en doğru tespit ortalığa saçılan birçok bilgiye rağmen hâlâ karanlık yanlar barındırdığıdır.
Darbe girişiminin daha ilk anından itibaren FGC kadrolarına yönelik başlatılan büyük gözaltı,
tutuklama, tasfiye harekâtı, zamanla içine  tüm muhalifleri alarak genişletildi. Başta asker, polis, yargı
mensubu, akademisyen ve öğretmen olmak üzere binlerce kişi kamu kurumlarından tasfiye edilirken, 40 bini
aşkın kişi de “darbe şüphelisi” olarak tutuklandı.
Ancak darbe gecesi neler yaşandığı, öncesiyle sonrası ile neler olduğu ve soruşturmanın içeriği
hakkında kimse kesin bilgiye sahibi değil. Darbe kalkışmasının saatinden, bir binbaşının ihbarına rağmen
Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT) zaaflarına dek herkesin kafasında kuşkulara yol açan birtakım sorular
hâlen cevapsız. Birbiriyle çelişen iddia ve ifadeler yanında yalanlanmayan iddialar ve cevapsız kalan
soru(n)lar darbe kalkışmasının, AKP ya da Erdoğan’ın gücünü arttırmak için hayata geçirdiği bir senaryo
olduğu kuşkularını öne çıkarıyorken; iktidar, “kandırıldık”, “Allah affetsin” dedi. Geçmişe dair,
yaşananlardaki kendi payını görünmez kılmaya çalıştı. Bir yandan da devlette ve toplum üzerinde sahip
olduğu gücü mutlak hâle getirmek için adımlarını hızlandırdı.
Özetle darbe girişiminin hemen ardından ilan edilen kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile devlet
restore edilirken; yeni rejim inşasına hız verildi.

NEDİR, NE OLDU?

Kadir Cangızbay’ın, “Zekeriya Öz’e kendi zırhlı arabasını tahsis eden, ‘Ben bu davaların (Ergenekon
vb…) savcısıyım’ diyen ‘FETÖ’cülükten yargılanmadıkça Türkiye’deki devlet hiç kimseyi yargılayamaz.
15 Temmuz, bir tertiptir: Kanmayalım,” [8] notunu düşerken; Selahattin Demirtaş’ın da, darbecilerin AKP
içerisinden milletvekili, bakan düzeyinde güçlü bir destek almış olma ihtimalinin çok fazla olduğunu ileri
sürdüğü [9] darbe girişiminin hakikât(ler)i özetle şöyledir:
1) Darbe girişiminin bir “istihbarat zafiyeti” eseri olduğu şehir efsanesidir. Birincisi, darbenin başı
olduğu iddia edilen “Cemaat”, 2 Ocak 2015’teki MGK toplantısında “iç tehdit” olarak Milli Güvenlik
Siyaset Belgesi’ne resmen dahil edilmiştir, takip altındadır. “Cemaat”in TSK’de kendisine bağlı olmayan
unsurlara açılmaksızın bir girişim başlatması, darbe mantığına aykırıdır. İkincisi, devlet güvenliğinin
yanısıra 10 milyonu aşkın üyesiyle bütün AKP teşkilâtınca da gözetim altında tutulan “Cemaat”in attığı ilk
adımda devletin kontrolüne girmemesi de devletin olağan işleyişine aykırıdır. Üçüncüsü, “istihbarat
zafiyeti”nin başlıca sorumlusu olsalar cezalandırılmaları gereken MİT ve Genelkurmay başkanlarının
ödüllendirilmeleri, “zafiyet” hikâyesinin bizzat onu anlatanca tekzibidir.
2) 15 Temmuz öncesinde bir yıl boyunca hem uluslararası hem iç basında “Cemaat” darbesi hazırlığı
söylentileri ayyuka çıkmış, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hükümete bağlılık açıklamak
zorunda kalmıştır. Bu açık istihbarat devlet işleyişinin doğası gereği TSK ve güvenlik aygıtlarının otomatik
olarak teyakkuza geçmiş olmasını gerektirir.
3) Darbe girişiminin, TSK, yargı ve emniyette muhtemel geniş çaplı tasfiye haberleriyle kızıştırıldığı
ve hazırlıkların adım adım izlendiği, ‘Türkiye’ gazetesi yazarı Fuat Uğur’un 2 ve 21 Nisan 2016 tarihli köşe
yazılarında en ince ayrıntısına kadar ifşa edilmiştir. Darbecilerin buna rağmen girişimi sürdürmüş ve
harekete geçmiş olmaları önlerinin kesilmek yerine açıldığını, cesaretlendirilip teşvik edildiklerine kanıttır.
4) Cumhurbaşkanı ve hükümet, öne geçerek başarısızlığa mahkûm kıldıkları darbeden bir olağanüstü
hâl (OHAL) gerekçesi olarak yararlanmayı; OHAL’i Başkanlık Rejimi’ne geçiş için bir sıçrama tahtası
olarak değerlendirmeyi; OHAL kararnameleriyle yeni rejimin yolunu döşemeyi planlamışlar ve darbenin
olgunlaşması ve bastırılması için pusuya yatmışlardır.
5) Darbe silahsız sivil direnişle değil, harekete geçirilen birliklerin kışlalarından çıkar çıkmaz
hükümete sadık birliklerce ezilmesiyle durdurulmuştur. Belediyelerin iş makineleriyle kışlalar önünde
kurdukları barikatlar, silahsız ve eğitimsiz toplulukların polis merkezlerinden darbe karargâhları üzerine
sevk edilmesi, AKP örgütünün darbe sırasında rol üstlenmek üzere taktik hazırlığa sahip olduğunun
göstergesidir.
6) AKP, darbeyi daha başlamadan; yüzlerce insan hayatını kaybetmeden, sıradan erler ve harp okulu
öğrencilerinin hayatları karartılmadan bastırabilecek tanık ve kanıtlara sahipti. Hükümet, diktatörlüğün alt
yapısını oluşturacak politik momentumu kazanmak ve siyasi rakiplerinin yanı sıra başkanlık rejimine
muhalif kadroları idareden, akademiden, medyadan ve sivil toplumdan tasfiye için kaosun doğmasına izin
vermiş ve kendi yarattığı kaostan “düzen kurucu” rolünü üstlenerek çıkmıştır.

7) “15 Temmuz demokrasinin kurtuluşu” anlatısı diktatörlüğün düğünüdür, “bir yaz gecesi

rüyası”dır: Hanedanın yüzünü güldüren bu rüya özgür ve dürüst bir hayat düşleyen iyi ve sade insanların her
gününü geceye çeviren bir kâbustur. [10]
Devam edersek: Mehmet Tezkan’ın, “Devletin içinden şeytanın çıktığı gün”; [11] Uğur Dündar’ın,
“Kontrolsüz bir darbe girişimi” [12] diye betimlediği 15 Temmuz bir iktidar savaşı özetidir. Taraflardan
birinin, diğerini “hile yolu” ile pusuya düşürdüğü bir iktidar savaşı!
Ayrıca coğrafyamızdaki tüm darbeler gibi 15 Temmuz da emperyalizmin özenle besleyip büyüttüğü
karşıdevrimcilerin eseridir; başlangıcı ve sonuçları itibariyle…
15 Temmuz’dan bu yana, KHK’lerle, darbe ile uzaktan yakından ilgisi olmayanların da işlerinden
edildiğini, darbe girişiminin muhalifleri susturma fırsatına dönüştüğünü gördük… Yargının ve
mahkemelerin tarafsızlığına, bağımsızlığına güven sıfırlanmış durumda…
15 Temmuz’la ilgili hâlâ pek çok soru işareti varken; sonrasında da OHAL altında geçen iki yılda
Başkanlık sisteminin önündeki bütün engeller kaldırıldı ve yeni sisteme getiren yolun taşları döşendi. [13]
251 kişinin hayatını kaybedip, 2 bin 194 kişinin yaralandığı 15 Temmuz darbe girişimi ile 21
Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL 18 Temmuz 2018 günü sona erdi. OHAL toplamda 7 kez uzatılarak 2
yıl sürdü…
OHAL döneminde 37 KHK çıkarıldı. OHAL kapsamında çıkarılan KHK’ler ile 131 bin 922 “tedbir”
gerçekleşti. OHAL’de en az 125 bin 678 kamu görevlisi ihraç edildi, 270 kişinin öğrencilikle ilişiği kesildi,
2 bin 761 kurum ve kuruluş kapatıldı, 3 bin 213 personelin rütbesi alındı…
OHAL sürecinde toplam 204 medya kuruluşu kapatıldı. Kapatılan 179 medya kuruluşu arasında 53
gazete, 37 radyo istasyonu, 34 televizyon, 29 yayınevi, 20 dergi ve 6 haber ajansı bulunuyordu…
2 yılda 6 bin 81 akademisyen ve üniversitelerin idari kadrosundan bin 427 personel ihraç edildi, bu
ihraç kararlarından 185’i kaldırıldı…
234 bin 419 pasaport iptal edildi…
OHAL sonrası 2 bin 49 TSK personeli ihraç edildi, 176 emekli askerin rütbesi geri alındı…
500 bini aşkın kişi gözaltına alındı, 30 binden fazla kişi tutuklandı… [14]
FGC İLE AKP SİMBİYOZU
Darbe girişimi (bugünlerde “FETÖ” denilen!) FGC ile AKP simbiyozu kavranmadan yerli yerine
oturtulamaz!
Evet, 2013’te AKP’nin, “Darbe” diye nitelediği rüşvet ve yolsuzluk soruşturmalarıyla FGC ile
ittifakı berhava oldu olmasına da; bunun bir evveli ve sonrası vardı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “paralel yapının kendisini aldattığını” belirttiği [15] FGC’ne ilişkin bakın
kimler neler dememişti ki…
Bülent Arınç: “Milyonlarca insan, şu anda gözyaşı dökerek bizi izliyor. Bunların arasında biri var ki,
gurbette, tek başına, hüzünle bizi seyrediyor. Televizyonun başında bizi izleyen o güzel insana teşekkür
borcumuz var”…
Binali Yıldırım: “Türkçe sevgi dilidir, barış dilidir. Yunus’un dilidir. ‘Aç herkese sineni aç, onun
gibi ilâç’ diyen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dilidir”…
Ahmet Davutoğlu: “Cemaat’in hedefleriyle, Türkiye’nin hedefleri tamamen örtüşüyor”…
Hüseyin Çelik: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış filan, bunlar kargaları güldürür”…
Bekir Bozdağ: “Bu yolu açan, bu ateşi yakan, bu fikri veren muhterem Fethullah Gülen
Hocaefendi’ye gönül dolusu saygılar gönderiyorum. Kendisine çete diye hitap edilmesi büyük haksızlıktır;
vicdansızlıktır”…
Süleyman Soylu: “Aynen 28 Şubat gibi, aynı 12 Eylül öncesi gibi senaryodur. Derin devlet harekete
geçti. Cemaati döverek, cemaate saldırarak, Türkiye’nin değişim yönünü etkilemeye çalışıyorlar”…
Faruk Çelik: “İnsan merkezli bir hizmeti esas alan insanlara, ‘Hizmetinizi durdurun’ denir mi?
Aksine teşvik edilir, desteklenir, elden ne geliyorsa o katkı sağlanır. Bu gerçeği görmemek ferasetsizliktir”…
Recep Akdağ: “Hayatı insanlığa hizmetle geçmiş bu büyük zat için suçlamalarda bulunmak, son
derece çirkindir; kara lekedir. Fethullah Gülen Hocaefendi, hayatının her döneminde tertemiz kalmış bir
kişidir. Kendisine şükran borçluyuz”…

Hüseyin Kocabıyık: “Fethullah Gülen Hocaefendi son 1000 yılın en büyük Türk büyüklerinden
birisidir. Evrensel Türk Rönesans’ını başlatan Türk mucizesidir. Shakespeare gibi evrenseldir. Ona
düşmanlık edenlerin utanması gerekir”…
Melih Gökçek: “Terbiyeni takın, Fethullah Gülen’e “Feto” diyemezsin. Özür dile”…
Recep Tayyip Erdoğan: “MHP’nin Fethullah Hocaefendi’ye saldırısı, bana göre ihanet
derecesindedir. Hiç ahlâki değil; çok çirkin. Yani Hocaefendi işi gücü bırakmış da MHP ile mi uğraşıyor?
Bir defa, onun bulunduğu makam böyle bir şeye müsaade etmez. Çok çok çirkin. Çok ayıp. Ben bunu ihanet
derecesinde kınıyorum”… [16]
Sözünü ettiğimiz evvele dair daha da fazlası var. Ancak bu kadarı yeter de artar bile…
Sonrasına gelince: AKP ile birlikte iktidar olan Cemaat’in, “Ne istediler de vermedik” diyen AKP ile
ittifakı bozulduktan sonra giriştiği 15 Temmuz darbe kalkışması ile Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” diye niteliği
bu girişimden sonra AKP iktidarı, 20 Temmuz’da OHAL ilan etti ve TBMM’yi devre dışı bırakarak ülkeyi
KHK yönetmeye başladı.
Böylesi bire evveliyatın sonrası kimilerine “şaşırtıcı” gelse de, kanımızca olanlar eşyanın tabiatıyla
uyumludur…
Çünkü 15 Temmuz’un evvelinde AKP’nin kamu bürokrasisindeki zayıflığını FGC’nin kadroları
telafi ediyordu. 2010 referandumu örneğinde görüldüğü üzere, başta yargı olmak üzere devlet aygıtının
neredeyse bütün mekanizmaları adım adım FGC’nin kontrolüne geçiyordu. Ayrıca Cemaatin çok daha önce
liberal aydınlarla kurduğu ilişkiler, bu isimlerin AKP ile FGC arasındaki koalisyona desteğini beraberinde
getiriyor, iktidarın meşruiyeti bu isimlerin yazıp çizdikleri üzerinden üretiliyordu: AB ile ilişkiler,
Ergenekon süreci, referandum, “yetmez ama evet”, “Kürt sorununa çözüm” gibi… Hepsi toplumsal rıza
üretiminin bir parçası olarak gündeme getirildi ve hepsinde FGC güdümlü neo-liberaller ciddi bir rol oynadı.
Eski rejimin tasfiyesi ve devlet aygıtının ele geçirilmesi ortaklar arasında bir egemenlik savaşının
başlamasına yol açtı. Devletin, kurumların, polisin, ordunun, rantın nasıl paylaşılacağı sorusu ortaklar arası
bir mücadeleye dönüştü. MİT Başkanı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması, eski Genelkurmay Başkanı
Başbuğ’un tutuklanması, Roboskî Katliamı, dershanelerin kapatılması, sonrasında da17-25 Aralık bu
mücadelenin tezahürleriydi.
Ve denilebilir ki 17 Aralık 2013’de AKP-C koalisyonu resmen sona erse de; bunun inkârı ve tevili
mümkün olmayan evveli vardı!
i) Darbe girişiminin ardından tutuklanan ve etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanıp serbest kalan
eski HSYK Başkanvekili Ahmet Hamsici 31 sayfalık ifadesinde, 2010’da 160 Yargıtay üyesinin belirlendiği
seçim öncesi Fetullah Gülen’in HSYK üyelerine, “En az 140 üye alın” talimatı verdiğini söyledi. [17]
Hamsici’nin anlatımına göre dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman, Yargıtay’a seçilecek
160 kişilik listeden 140 kontenjan isteyen cemaat mensubu HSYK üyelerine, “Aranızda anlaşın, baştan
ortaklığımız bitmesin” demiş. [18] Söz konusu itiraflar Yargıtay üyeleri seçimi için kıran kırana pazarlık
yapıldığını ortaya koydu…
ii) “FETÖ” üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanan eski HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur, savcılığa
verdiği ifadede yargıdaki Fethullahçı yapılanmayla ilgili o dönem MİT’ten veya diğer devlet kurumlarından
kendisine bir uyarının gelmediğini, 7 Şubat krizi sonrası görüştüğü MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da
kendisine bir bilgilendirme yapmadığını kaydetti. Yargıtay’a 2011’de atanan 160 üyeden cemaate 110
kontenjan ayrılmasını konusunda Fethullah Gülen cemaatine mensup yüksek yargı üyeleriyle anlaşmayı
hükümetin istediğini kabul etti… [19]
iii) Eski TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, döneminde kuruma alınan 435 kişinin 368’inin
‘FETÖ’den ihraç edilmesiyle ilgili verdiği ifadede, “Samanyolu TV’den TRT’ye geçenleri AKP yanlısı diye
işe aldıkları”nı söyledi… [20]
iv) Kemal Kılıçdaroğlu, AKP içinde ByLockçu milletvekillerinin bulunduğunu söyledi… [21]
v) Darbe girişimiyle ilgili soruşturmaların en tartışmalı noktası “siyasi ayağı kim” sorusu oldu…
MİT’ten savcılıklara gönderilen ByLock listelerinde hiçbir bakan, milletvekili ve büyükşehir belediye
başkanı gibi üst düzey isimlerin yer almaması dikkat çekti. CHP, ısrarla darbenin siyasi ayağının
saklandığını ve ortaya çıkarılması gerektiğini savundu. Yargıda bazı savcılar, siyasi ayağa dokunan
araştırmalara girmek istedi. Ancak girişim geri teperek, savcıları koltuğundan etti. Örneğin 15 Temmuz çatı
iddianamesini hazırlayan Başsavcı Vekili Necip Cem İşçimen, FETÖ’nün TSK’yi ele geçirmesinde iktidarın
sorumluluğuna işaret eden ifadeler kullanınca iktidarın hışmına uğradı. Önce görevden alınan İşçimen,
ardından Yargıtay’a düz savcı olarak sürüldü. FETÖ ile ilgisi olmayan muhalifleri bu kapsamda soruşturan

yargı, 17-25 Aralık olayından önce FETÖ’yü açıkça öven, hatta Gülen’i Pensilvanya’da ziyaret eden
AKP’lileri görmezden geldi… [22]
vi) AKP’de birinci derecede yakınları FETÖ veya 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili gözaltına
alınan, tutuklanan veya kamudan ihraç edilen milletvekilleri ve parti yöneticileri şöyle:
vi/1: AKP Kilis Milletvekili Mustafa Hilmi Dülger’in kardeşi Hasan Haluk Dülger Konya’daki
FETÖ operasyonu ile tutuklandı. Dülger, Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde öğretim üyesiydi…
vi/2: TBMM İdare Amiri, AKP Hatay Milletvekili Orhan Karasayar’ın kardeşi İsa Karasayar,
Hatay’da FETÖ kapsamında gözaltına alındı. Karasayar’ın arasında bulunduğu 5 kişi, FETÖ üyeliği
iddiasıyla 6 Ekim’de tutuklandı…
vi/3: Yalnızca milletvekillerinin kardeşleri tutuklanmadı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban
Dişli’nin kardeşi, Genelkurmay Stratejik Dönüşüm Dairesi Başkanı Tümgeneral Mehmet Dişli, 15 Temmuz
darbe teşebbüsünden tutuklandı. Dişli, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı darbeye katılması konusunda
ikna etmeye çalışmış, Akıncılar’a götürülürken de ona refakat etmişti. Yine Akar’ın darbecilerin elinden
kurtulduktan sonra bindiği helikopterde Dişli de vardı…
vi/4: AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın damadı işadamı Ömer Faruk
Kavurmacı, 8 Eylül 2016’da tutuklandı…
vi/5: AKP Aydın Milletvekili Mehmet Erdem’in kardeşi Ömer Erdem, 27 Temmuz’da gözaltına
alındı. Erdem, 4 Ağustos’ta serbest bırakıldı…
vi/6: AKP’de bir dönem milletvekilliği yapan bazı isimler de FETÖ kapsamında tutuklandı. Bu
kapsamda eski AKP milletvekili İlhan İşbilen, Hasan Hami Yıldırım tutuklanırken, gözaltına alınan eski
AKP milletvekili İdris Şahin serbest bırakıldı. Eski AKP’li vekil Hakan Şükür hakkında yakalama kararı
bulunuyor…
vi/7: AKP Erzurum Milletvekili Orhan Deligöz’ün Malatya’da Orman ve Su İşleri Bakanlığı 15.
Bölge Müdürü olan kardeşi Ayhan Deligöz 20 Ağustos 2016’da tutuklandı. Kardeşi tutuklanan Orhan
Deligöz, TBMM’deki anayasa görüşmelerinin oylamasında gizli kullanması gereken oyunu, AKP’li
yöneticilere göstermesiyle gündeme gelmişti…
vi/8: AKP’de bazı milletvekillerinin kardeşleri de FETÖ ile irtibatlı oldukları gerekçesiyle kamudan
ihraç edildi. Bu kapsamda AKP Trabzon Milletvekili Avukat Salih Cora’nın öğretmen ablası Emine Ay,
meslekten ihraç edildi. AKP Kırıkkale Milletvekili Mehmet Demir’in Kırıkkale’de il milli eğitim müdür
yardımcısı kadrosunda bulunan Hüdaverdi Demir, çıkarılan bir KHK kapsamında ihraç edildi. Demir, daha
sonraki başka bir KHK ile görevine iade edildi. Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın damadı Ekrem
Yeter’in de Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyeliği görevine son verildi. Melih Gökçek,
Arınç’ın kızı ve damadı Ekrem Yeter için “Fanatik paralelcidir” demişti. Bülent Arınç’ın kayınbiraderi olan
Manisa Halk Sağlığı İl Müdürü Ziya Tay da görevden uzaklaştırıldı… [23]
vii) “FETÖ” soruşturmasında tutuklanan Kozmik Oda Savcısı Mustafa Bilgili, kozmik odada
2009’da yapılan aramanın dönemin Başbakanı Erdoğan ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bilgisi dahilinde
yapıldığını söyledi… [24]
Bu kadarı yeterli değil mi?
DARBE GİRİŞİMİ
O hâlde 15 Temmuz FGC ile AKP simbiyozu ekseninde irdelenmelidir. Çünkü tarihi boyunca FGC
ile açık ortaklık yapan AKP iktidarı, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “Ne istediler de vermedik” sözüyle de
kabullendiği gibi, açıkça cemaati besledi, büyüttü ve böylelikle de 15 Temmuz’un zemin hazırlarken; darbe
girişiminin hikâyesi -muhtelif sunumlarıyla- oldukça muallaktır!
Örneğin ‘The Times’a göre Erdoğan tasfiyeyi önceden planlamıştı. “Bir darbe yapma kararı,
yaklaşmakta olan tasfiyenin korkusuyla alındı.”
Bruno Waterfield’ın Brüksel’den yazdığı habere göre de, Avrupa Birliği istihbarat merkezi
INTCEN’in raporunda şunlar aktarılıyordu: “AB istihbarat örgütleri, geniş çaplı bir görevden alma
dalgasının başlayacağı söylentisi üzerine Erdoğan’ın seküler muhalifleri tarafından destek gördü,
Suriye’deki duruma ve Kürtlere müdahaleye itiraz edenler tarafından ateşlendi… Erdoğan başarısız darbe
girişimini kullandı ve OHAL ilan ederek AKP’ye muhalif olanlara karşı geniş bir baskı kampanyası
başlattı… Büyük gözaltı dalgaları önceden planlanmıştı.” [25]


Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz darbe girişimi için “kontrollü darbe” vurgusuyla, “09.30’da
darbe mi olur diye sordum ben kendilerine. Onlar da önceden deşifre oldular ifadelerini kullandılar. Demek
ki bu onların önceden bu darbeden haberleri olduğu anlamına geliyor,” [26] dedi.

SAAT SAAT DARBE GİRİŞİMİ [27]

14:30 Kara Havacılık’ta görevli binbaşı O.K., MİT’e giderek Hakan Fidan’ın kaçırılacağını, bunun darbe girişimi olabileceğini bildirdi.
16:16 MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler’i telefonla arayarak bilgi verdi ve ayrıntıları anlatması için Müsteşar
Yardımcısını Genelkurmay’a gönderdi.
17:32 MİT Müsteşar Yardımcısı, Yaşar Güler’i bilgilendirdi.
17:54 Yaşar Güler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı bilgilendirdi.
18:10 MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay Karargâhı’na gelerek Hulusi Akar ve komutanların yaptığı toplantıya katıldı, “gelen ihbarın daha
büyük planın parçası olabileceğini” beyan ederken, darbeden hiç söz etmedi.
18:30 Akar, havada bulunan araçların indirilmesi emrini verdi.
19:25 Orgeneral Akar, 4. Kolordu Komutanı Korgeneral Metin Gürak’ı arayarak, Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu’ndan hiçbir tank ve zırhlı aracın
çıkmaması emrini verdi.
19:26 Hakan Fidan, Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı aradı, ulaşamayınca koruma müdürüyle güvenlik önlemleri hakkında görüştü,
ancak darbe ihbarından hiç söz etmedi.
19:26 Yaşar Güler’in özel kalem müdürü Yarbay Bünyamin Tümer, darbeci general Mehmet Partigöç’ün odasına giderek komutanlar ve MİT
Müsteşarı arasında yapılan görüşmeler hakkında bilgi verdi.
20:22 Hakan Fidan, karargâhtan ayrıldı.
20:23 Akıncı 4. Ana Jet Üs Komutanlığı’nda toplanan 33 Özel Kuvvetler görevlisinin Genelkurmay Karargâhı’na doğru bir otobüs ile yola çıktı.
20:46 Darbenin gece saat 03:00’da başlayacak olması nedeniyle karargâhtan erken ayrılan Genelkurmay Stratejik Daire Başkanı Tümgeneral
Mehmet Dişli, Genelkurmay Karargâhı’na geri döndü.
21:00 Tümgeneral Mehmet Dişli, Hulusi Akar’ın makam odasına girdiği, kendisine “Komutanım operasyon başlıyor, herkesi alacağız, taburlar
tugaylar yola çıktı, biraz sonra göreceksiniz” diyerek darbeyi tebliğ etti. Akar’ın tepki göstermesi üzerine darbeciler içeri girdi ve
Genelkurmay Başkanını derdest etti.
21:20 Akıncı’dan yola çıkan 33 özel kuvvetçi Genelkurmay Karargâhı’na ulaşarak komuta katına yöneldi.
22:21 Genelkurmay Karargâhı mesaj ve evrak dağıtım sistemi (MEDAS) üzerinden “SIKIYÖNETİM DİREKTİFİ” konulu mesaj “tüm bakanlıklar”
adreslerine gönderildi.
22:28 Haber kanallarında “İstanbul Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinin Anadolu’dan Avrupa’ya geçici Jandarma tarafından trafiğe
kapatıldı” şeklinde son dakika haberlerinin yapılmaya başlandı.
22:35 Diyarbakır 8.Ana Jet Üs Komutanlığı’ndan 6 adet F-16 uçağı izinsiz kalktı. Ankara semalarında alçak uçuş yapan uçaklar, Akıncı Üssü’ne
indi.
23:02 Başbakan Binali Yıldırım, NTV’ye telefonla bağlanarak “Emir komuta dışında bir kalkışma olduğunu” açıkladı.
23:03 Hulusi Akar, Genelkurmay’dan helikopterle Akıncı Üssü’ne götürüldü.
23:05 Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, darbeye teşebbüs eden askerlerle ilgili soruşturma başlattı.
23:18 Emniyet Genel Müdürlüğü Havacılık Daire Başkanlığı, darbeci F-16’lar tarafından bombalandı. 7 kişi öldü.
00:33 Emniyet Özel Harekât Daire Başkanlığı vuruldu. 44 polis vuruldu.
00:02 MİT helikopterlerle tarandı.
00:13 Darbeci askerler TRT’de darbe bildirisi okuttu.
00:24 Erdoğan, CNNTürk haber televizyonuna bağlanarak darbeye karşı halkı meydanlara çağırdı.
00:56 Ankara Emniyet Müdürlüğü binası bombalandı.
01:31 Erdoğan, Dalaman Havalimanı’na getiren helikopterden inerek Cumhurbaşkanlığı ATA uçağına bindi. Uçak 01:43’de havalandı.
02:35 TBMM bombalandı.
03:20 Erdoğan’ı taşıyan uçak İstanbul’a geldi.
03:24 TBMM 2. kez bombalandı.
04:00 Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, FETÖ örgütü ile irtibatlı yargı görevlileri, Yurtta Sulh Konseyi üyesi general, amiral ve askerlerle darbeye
teşebbüs faaliyetine katılan askerler hakkında gözaltı kararı verdi.
04:42 Erdoğan’ın Marmaris’te konakladığı ve gece yarısı ayrıldığı otele helikopterlerden ateş açıldığı, helikopterlerden inen yüzleri maskeli ve ağır
silahlar taşıyan askerler oteli abluka altına aldı.
04:54 Erzurum’dan 2 adet F-16 uçağı H-188 yetkisiyle (Uçak Düşürme Yetkisi) kalktı. Bu durum darbeye teşebbüs faaliyetinin başlamasından
itibaren, darbenin önlenmesi için ilk karşı hareket bu saat itibariyle başladı.
06:19 Cumhurbaşkanlığı konutu yakınındaki köprülü kavşak ve otopark bombalandı.
06:52 Başbakan Binali Yıldırım tarafından Genelkurmay Başkanlığına vekaleten 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar atandı.
08:03 Akıncı Üssü’ndeki pistler uçakların kalkmasını engellemek amacıyla bombalandı.
09:06 Hulusi Akar’ı Akıncı’dan alan helikopter, Çankaya Köşkü’ne indi.
12:57 Başbakan Binali Yıldırım, Çankaya Köşkü’nde açıklama yaparak darbe girişiminin önlendiğini açıkladı.
 
Kabul edilmelidir ki darbe girişimini çözmenin, FGC’ini deşifre etmenin önünde bir engel var.
Kolay mı? Darbeden sonra, AKP’lilerin zamanında Fethullah Gülen’le çektirdiği poz poz fotoğraflar
epeyce gündem olmuştu…
AKP iktidar genel olarak 17-25 Aralık’ı bir milat olarak belirlemeye çalışıyorsa da; “2004 MGK
kararında, Genelkurmay ve MİT, cemaatin faaliyetleri hakkında ayrıntılı birer rapor sunmuştu. MGK ise
hükümete cemaate karşı bir eylem planı önermiş. Sonradan öğreniyoruz ki bu MGK kararı Erdoğan’ın
talimatıyla Ömer Dinçer eliyle sumen altı edilmiş.
2004’ü takip eden senelerde ise cemaatin siyasi davalar yoluyla devlette kendisine engel olarak
gördüklerini tasfiye ettiğini görüyoruz. Bu tasfiye davalarına ‘Ben bu davaların savcısıyım’ diyerek destek
veren Erdoğan’dı. Yine 2004’ü takip eden seneler boyunca cemaatin, iktidar tarafından el bebek gül bebek

7

semirtildiği de açık. Erdoğan’ın, Gezi’ye katılanları Türkçe Olimpiyatları’ndaki konuşmasında cemaate
şikâyet etmesi de hâlâ akıllarda,” [28] diye hepimizi uyarıyordu Özgür Mumcu! [29]
 
FGC FAKTÖRÜ
 
Hatırlansın!
“Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle
ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o
ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam
ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını
bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım…
Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana
kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler
elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti
cephenize çekeceğiz ana kadar her adım erken sayılır,” demişti Fethullah Gülen, darbe girişiminden önceki
bir konuşmasında…
Örneğin böyle bir konuşmanın ertesinde Gülen aleyhine bir dava açılsa ve bu davada savcılık onu
“Anayasal düzeni değiştirmek ve laiklik ilkesini de kaldırarak, yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak
amacıyla yönetimde teşkilâtlanmayı, devlet idaresini ele geçirmeyi hedeflediğini,” tespit etseydi herhâlde
darbe girişimi daha bir hevesken boğulurdu.
Ancak tam tersi Gülen hakkında dava açılmış, kesin hüküm ise af kanunu sebebiyle 2003 senesinde
ertelenmişti. Oysa MGK 2004’te Gülenci tehlike hakkında karar almıştı! [30]
Ortada Başbakan Binali Yıldırım’ın dediği gibi “gizli bir örgüt” yoktu, AKP’nin açık bir örgütle
“gayri resmi koalisyon” vardı!
“Nasıl” mı? Yanıt AKP’nin FGC ile geçmişinde! [31]
Mesela Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in, İsmailağa ve Gülen Cemaat’lerini
araştıran dosyaları nedeniyle Ergenekon operasyonuna dahil edilerek 2010’da tutuklanması… İlk kez bir
Cumhuriyet Başsavcısı odası basılarak gözaltına alınırken iktidar mensupları “yargının bağımsızlığı”ndan
dem vuruyordu!
Mesela Ahmet Şık’ın Gülen Cemaati’nin devlet içindeki örgütlenmesini inceleyen bir kitap yazması,
Nedim Şener’in ise Hrant Dink cinayetini araştırması nedeniyle 2011’de tutuklanmaları. O dönemin
Başbakanı Erdoğan, Şık’ın daha piyasaya çıkmamış kitabı için “Bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir,”
demişti!
Mesela TBMM’de muhalefetin Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasına yönelik sert
eleştirilerine karşı dönemin AKP Grup başkanvekili Bekir Bozdağ, “Bu kürsüler sanki mahkeme salonu,
suçları soruşturmakla görevli cumhuriyet savcıları suçlu gibi, ‘kişiler zorla suçlanıyor’ gibi konuşuluyor.
Fethullah Gülen bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir. Seversiniz, sevmezsiniz ama değerli ve bilge
bir insandır. Bu ülkede milli ve manevi değerlere bağlı nesillerin yetişmesi için hizmetini yapıyor. Her şey
devletin denetimi ve gözetimi altında, açık,” diye haykırmıştı!
Mesela Ülkedeki kumpaslara dair Cemaat sorumluluğuna dikkat çekenlere dönemin AKP Genel
Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış bunlar kargaları güldürür,”
yanıtını veriyordu!
Mesela Cemaat’e “ne istedilerse veren” Erdoğan, 2012’de Türkçe Olimpiyatları’ndaki konuşmada
Gülen’in “hasreti bitirerek” ülkeye dönmesini isteyip ekliyordu: “Gurbet hasrettir. Hasret bedeli çok ağırdır,
faturası çok ağırdır. Biz, gurbette olup, şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek
istiyoruz”!
Mesela iktidara yakın birçok “gazeteci”nin (!) Gülen Cemaati hakkındaki “derin araştırmaları” (?)
kamuoyunun malûmuyken; yine aynı isimlerin geçmişteki Gülen övgüleri de belleklerdedir. Bunlar
arasındaki en “şahin”lerden, birçok alâkâsız ismi “FETÖ”ye bağlayan Cem Küçük 2011’de “Gülen
Cemaati” başlıklı yazısında, “Beline hâkim olamayan siyasetçiler Cemaati suçladı. Basit bir cevap anahtarı
olayını Cemaate bağladılar. Tutuklanan darbeciler işin arkasında Cemaati aradılar. Ama hep duvara
tosladılar. Peki bu karanlık adamlar niçin sahtekarlıklarını AKP ve Cemaat’e yüklediler? Hükümete
yüklenmelerinin sebebini biliyoruz. Asla ve asla sandıkta AKP’yi yenemeyeceklerini bildikleri için ne
uydursak kârdır diye düşünüyorlar. Gülen Cemaati’ne yüklenme gerekçeleri farklı. Bugüne kadar dışlanan,

8

sistem dışına itilen Anadolu insanı Cemaatin izlediği sağlıklı bir politikayla enerjisini doğru yere kanalize
etti,” demişti!
Mesela AKP’nin TBMM Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nun başına “yol arkadaşlarının”
oylarıyla “seçilen” AKP’li Reşat Petek de, “Hakkında açılan tüm davalardan, Sayın Fethullah Gülen
Hocaefendi’nin beraat etmesine ve bu beraat kararının kesinleşmesine rağmen, Ergenekon yapılanmasının
parlamentodaki uzantıları tarafından ‘çete’ diye hakkında Meclis kürsüsünden konuşma yapanlar oldu,”
diyebilmişti!
Mesela dönemin Anakara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek 2012’de “Hoşgörünün,
barışın, diyaloğun simgesi, değerli büyüğümüz, bu işin (Türkçe Olimpiyatları) değerli mimarı Fethullah
Gülen hocamıza da sonsuz teşekkür ediyorum. Rabbim kendisine uzun ömür ve sıhhat versin. Dualarını
üzerimizden eksik etmesin. Türkiye’nin itibarı, hiçbir dönemle mukayese edilemeyecek derecede arttı,” [32]
diye konuşmuştu!
Söz konusu FGC/ AKP tablosunda atlanmaması gereken bir diğer nokta da “FETÖ’nün dış aklı” [33]
şifreleriyle gölgelenmeye kalkışılan ABD emperyalizminin coğrafyamızdaki 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980
vukuatları ve de Türkiye sağı ile Fethullah Gülen’in de söz konusu darbelerin aktörleri olmalarındadır.
Bunu sadece biz değil; düzenin sadık kalemleri de,            “FETÖ subayları sivil yöneticilerinden
talimat almadan hareket edemeyeceği gibi, FETÖ de Amerika’nın izni onayı olmadan böyle bir şeye
kalkışamaz. 15 Temmuz’dan bu yana söylüyorum: Karşımızda olan FETÖ ise arkasındaki Amerika’dır,” [34]
biçiminde ifade ediyor!
Bir şeyi daha eklemeden/ hatırlatmadan geçmeyelim: “Zaman gazetesi, Taraf gazetesiyle birlikte,
AKP rejimi kurulurken ‘değişim’, ‘darbe tehlikesi’ gibi söylemlerle tüm muhalefete karşı harekete geçirilen
sınır tanımaz bir simgesel şiddetin en etkili üreticilerinden biriydi. Ürettiği söylem, liberal entelijansiyanın
demokrasi fantezilerini, siyasal İslâmın hegemonya inşa sürecini yedeğine alıyor, araçsallaştırıyordu.” [35]
 
15 TEMMUZ’UN SORU(N)LARI
 
Soru(n)lar dair kısa hatırlatmalara gelince…
Orhan Bursalı meseleyi şöyle izah ediyor: “MİT, darbe gününü-saatini en azından o gün, yani 15
Temmuz günü haber aldı. En azından o gün diyorum. Bunu bize sunulan haberlerden, yazılardan biliyoruz.
Böyle önemli bir girişim üzerinde, iktidar cephesinin elinde çok çok daha farklı bilgiler olduğunu, biz iktidar
cenahının bize sunduğu kısıtlı bilgi ile olay hakkında senaryolar çizdiğimizi unutmayalım. Bu bakımdan,
MİT ve iktidarın ‘darbe olacak’ bilgisine daha önce sahip olabileceğini kabul etmemiz gerekir…
Bir darbe girişimi tezgâhta, MİT Genelkurmay Başkanı toplanıyor, en az 2 saat konuşuyorlar. Ama
Cumhurbaşkanı’na haber verilmiyor. Kime? Darbenin hedef aldığı 1 No’lu kişiye!
Bu olasılık 1000 kez 0’dır.
Burada sorulacak soru şudur: Hakan Fidan ve Hulusi Akar, Cumhurbaşkanı ile neler konuştular? Kaç
saat haberleştiler ve hangi önlemleri kararlaştırdılar?
Bizi anlatılmayan ‘karanlık saatler’ veya darbe kronolojisinde gizlenen sayfalar burasıdır.
Tabii bir de darbenin kaç gün önceden bilindiği de bir sorudur. Çünkü darbecilerin haberleşme
uygulaması ByLock, darbeden çok önce epey çözülmüştü ve ‘40 bin üyenin isimleri, yerleri, telefon
numaralarına varıncaya kadar’ tasnif edilmişti. MİT ve siyasi iktidar yapılanmadan haberli. Bilgiler
Cumhurbaşkanı’na aktarılıyordu, taa mayıs ayında! Darbeye kalkışabilecekleri de, çok daha önce; mesela
Fuat Uğur’un iki makalesinden de biliniyordu. Devlet, ‘Başlarını kaldırdıkları anda ezilecekler..’ diyordu.
Fuat Uğur’un devletten aldığı duyumların tıpkısının aynısı gerçekleşti.
Başlarını kaldırmaları bekleniyordu ve ezildiler.
Burada, ‘kontrol altında darbe girişimi’ yüzde 99 gerçek durum olarak ortaya çıkıyor.” [36]
i) Darbeyi üç ay önce haber veren -hem de subliminal mesaja gerek duymadan!- iki yazıya imza atan
‘Türkiye’ gazetesi yazarı Fuat Uğur’un yazılarında hem darbenin olacağını hem de hükümetin hazırlıkları
bildiğini iddia etmişti! [37] Doğru mu, yalan mı?
ii) Doğu Perinçek’in, “Darbenin olacağını hepimiz biliyorduk. Sayın Cumhurbaşkanı çok önceden
biliyordu,” [38] iddiasına dair bir şeyler söylenmesi gerekmiyor mu?!
iii) 15 Temmuz günü MİT’e giderek ihbarda bulunan Binbaşı O.K’nin sır gibi saklanan ifadesi
ortaya çıktı ve aylardır yanıtı aranan soru cevabını buldu: MIT darbeyi 7 saat önceden öğrenmiş! [39] Dikkat,
tam 7 saat önce! O da, en kötü ihtimalle…

9

iv) Ayrıca Binbaşı O.K.’nin MİT görevlilerine “Darbe faaliyeti olabilir” dediği sırada bir MİT
görevlisi daha geldi. O.K. aynısını bir kez daha anlattı. Daha sonra hepsinden daha kıdemli olan uzun boylu
4 kişi O.K.’nin yanına geldi. Olayı ağırdan aldığı anlaşılan MİT, O.K.’nin akıl sağlığından şüphe ederek,
getirilen bir görevli tarafından “halüsinasyon görüp görmediğini” test etmeye çalıştı. Bir kişi de Deniz
Aldemir ve Murat Bolat’ın telefon numaralarını aldı. Darbe olabileceği ifadesini yeterli bulmayan
MİT’çiler, O.K.’ye “Deniz Aldemir’i arayarak olayı bir netleştirelim” dedi. Bunun üzerine Aldemir’i arayan
O.K, “Kuvvet Komutanı gelecek, ona arz edeceğim sen de komutan olarak burada bulun” yanıtını aldı! [40]
Neden?!
v) 15 Temmuz günü darbeciler son toplantılarını yaparken, bir binbaşı MİT’e gidiyor ve bir baskın
ve suikast ihbarında bulunuyordu. MİT bilgiyi Genelkurmay’a iletiyor ve olağanüstü bir toplantı
yapılıyordu. Toplantıda bir dizi önlem alınıp duyurulurken, bu emirden haberi olmayan bazı komutanlar iki
ayrı düğüne gidiyor! [41] Bu nasıl oluyor?!
vi) 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili karanlıkta kalan en önemli bölüm ise darbenin önceden haber
alınmasına karşın neden kamuoyu ve devletin üst düzey yöneticileriyle paylaşılmadığı oldu. Kara Havacılık
Komutanlığı’nda görevli binbaşı O.K’nin MİT’e 14:30’da giderek darbeyi ihbar etmesine karşın, bu bilgi
sadece Hakan Fidan ile Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile bir grup komutan dışında kimseyle
paylaşılmadı. 15 Temmuz gecesi tüm hava sahasının kapatılması kararı, ne Başbakan ne de Cumhurbaşkanı
ile paylaşılmadı. Bu durumu Hakan Fidan’a sorduğunu belirten dönemin Başbakanı Binali Yıldırım “cevap
veremediğini” söylerken, neden görevden almadığına ilişkin soruya ise “Dere geçerken at değiştirilmez”
yanıtını verdi! [42] Bu ne demek oluyor?!
vii) Adil Öksüz ve Kemal Batmaz gibi “FETÖ”nün sivil imamlarının 15 Temmuz gecesi Akıncı
Üssü’nde bulundukları bölümdeki kameralar 12 gün önceden iptal edilmiş; bu da demek oluyor ki Akıncı
Üssü’ndeki hazırlıklar 12 gün önceden başlamıştı! [43] Bunlardan haberdar olmamak mümkün mü?!
viii) Darbe kalkışmasından birkaç gün önce Ankara’da hazırlanan iddianamede, “TSK, 2003’ten
sonra Fethullahçı olduğunu bildiği hiç kimsenin ilişiğini kesmedi. Bundan sonra inisiyatif örgüte geçmiştir.
Ergenekon ve diğer askeri davalar örgütün TSK üzerinde egemen olması için gerçekleştirilmiştir”
değerlendirmesi yapılmıştı! [44] Görmezden gelinmişti…
ix) Darbe girişimi gecesi Muğla’nın Marmaris İlçesi’nden helikopterle ayrılan Erdoğan’ı İstanbul’a
getiren TC-ATA uçağının, İzmir Adnan Menderes Havalimanı’ndan THY-8451 koduyla kalkarak saat
00.40’ta Dalaman Havalimanı’na indiği ve 01.43’te de buradan THY-8456 koduyla havalandığı ortaya çıktı.
Yani darbeci askerler otele girdiğinde Erdoğan İstanbul’a varmıştı! [45] Bu -sadece!- bir tesadüf müydü?
x) 15 Temmuz sonrasında oluşturulan TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’nun AKP’li yönetiminin
bazı bilgi ve belgeleri muhalefet partilerinden gizlediği ortaya çıktı. Durumu fark eden CHP’li komisyon
üyelerinin “bütün bilgi ve belgelerin kendilerine iletilmesi” talebi de “gizli belge statüsü kazandıkları”
gerekçesiyle reddedildi! [46] Neden?!
xi) Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan,
TBMM’de bu amaçla kurulan komisyonun davetine katılmama haklarını kullandılar! Kamuoyuna yapılan
sığ açıklamalar dışında bu kurumlardan bilgi sızmadı… [47] Neden acaba?
xii) Eskişehir’de darbe girişimine katılan Havacı General Recep Ünal, 2 yıl boyunca Adil Öksüz ile
177 kez görüşmüş ancak savcılık “onunla ne görüştün” demek için Ünal’ın ifadesini almamış! [48] Bu
doğruysa tam bir felaket!
xiii) Darbe girişimi sırasında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ı esir alıp Akıncılar
Üssü’ne götüren karargâh subaylarından Tümgeneral Mehmet Dişli’nin, savcılığa verdiği “ek ifade”, darbe
girişiminin neden engellenemediği ile ilgili soru işaretlerini de arttırıcı nitelikte! [49] Buna dair ne yapıldı?!
xiv) Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Ümit Dündar’ın Ankara’da görülmekte olan Eğitim ve
Doktrin Komutanlığı (EDOK) ile ilgili darbe davasında tanık olarak ifadesinde… son derece dikkatli bir dil
kullanması, diyaloglarını aktarmakla yetinip kanaat belirtmekten kaçınması ifadesine hâkim olan çizgiyi
yansıtıyor! [50] Bu nasıl açıklanabilir?!
xv) Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar
Güler’in Genelkurmay ana karargâh davası çerçevesinde düzenlenen özel celsede verdikleri ifadeleri
okuduğumuzda, önemli ölçüde daha önceki savcılık ifadelerini tekrarladıklarını görüyoruz. Orgeneral
Akar’ın ifadesinde daha önce kendisine sorulmamış olan, dolayısıyla altı çizilmesi gereken bir-iki konu var.
Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, Akar’a toplam dokuz soru yöneltmiş. Bunlardan dördünde

10

Orgeneral Akar, doğrudan savcılık ifadesiyle TBMM Darbe Araştırma Komisyonu’na gönderdiği yanıtlara
atıf yaparak, ekleyeceği yeni bir şey olmadığını söylemiş! [51] Bu nasıl izah edilmeli?!
xvi) TBMM’de kurulan 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu Hulusi Akar ve Hakan
Fidan’a çağrı yaptı. Ne yazık ki gelmediler. Sadece hazırlanmış “bilgilendirme notu” göndermekle
yetindiler.
Akar ve Fidan’ın dinlenmediği TBMM komisyonu çalışmalarına 4 Ekim 2016’da başladı. Çalışma
süresini, sayısal çoğunluğu olan AKP’liler istese uzatılabilirdi. Yapmadılar. 4 Ocak 2017’de çalışma
tamamlandı. Rapor 12 Temmuz 2017’de dönemin Meclis Başkanı İsmail Kahraman’a verildi.
Buraya kadar normal… Komisyon, eksikli de olsa çalışmasını tamamlamış. Bundan sonrası Meclis
Başkanlığı’nın sorumluluğunda… Alacak raporu, TBMM matbaasına gönderecek, Meclis Genel Kurulu’na
getirecek. Böylece rapor, TBMM’nin aynı zamanda kendisine yönelik bir darbe girişimini araştırmasının bir
sonucu olarak tarihteki yerini alacaktı! Olmadı… 15 Temmuz’un dördüncü yılında TBMM raporu kayıp! [52]
Nasıl olabilir?!
xvii) Hulusi Akar’a “Darbeyi açığa çıkaracak o emri neden vermedin” diye sonra Zekai Aksakallı,
biliyorsunuz Yüksek Askeri Şûra’da (YAŞ) emekli edildi. Aynı YAŞ’ta 600’den fazla albay tasfiye edildi.
Bilenlerden ve onları tanıyanlardan aldığımız bilgilere göre… YAŞ’ta tasfiye edilen 600 albay, o gece
darbeyi bastıranlardandı! [53] Tablo izaha muhtaç değil mi?
xviii) Ve nihayet tutuklu Tuğgeneral Erhan Caha, “Darbe teşebbüsü Akar ve Fidan’ın planı, bilgisi
ve kontrolü dahilinde olmuştur,” [54] açıklaması yaptı! Konuya ilişkin egemen suskunluğun hiçbir yanıtı
ol(a)madı!?
xix) Ayrıca Oda TV Ankara Haber Müdürü Müyesser Yıldız’ın, “Erden, uzman çavuştan hesap
sorulacak, ama Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar muaf tutulacak. İş mi?” [55] sorusu hâlâ yanıtını arıyor!
 
OHAL YIKIMI
 
15 Temmuz sonrasında “Erdoğan darbeyi sürdürdü ve sadece üç gün sonra OHAL ile taçlandırdı,” [56]
saptamasıyla Ertuğrul Kürkçü’nün dikkat çektiği tabloya ilişkin olarak Aydın Engin de ekliyordu: “Anlaşıldı
ki darbeye karşı çıkma kararlılığı kadar hukuku, hukukun üstünlüğünü, hukuk devletini, yani en kestirme
terimiyle ‘demokrasi’yi ısrarla, inatla savunmak suç sayılacakmış”! [57]
Gerçekten de Türkiye 15 Temmuz 2016’dan itibaren 2 yıl boyunca OHAL’le yönetildi. Gece yarısı
itibariyle kaldırılan OHAL’in yerine getirilen yeni düzenlemelerin içeriği OHAL’deki hak gasplarını
derinleştirecek nitelikteyken; gasplar kalıcılaştı; geçici OHAL’den kalıcı OHAL’e geçildi.
Evet, 21 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL 18 Temmuz 2018 itibarıyla sona erdi. OHAL toplamda
7 kez uzatılarak 2 yıl sürdü. Kapatılan kurumlar, susturulan medya, ihraç edilen kamu görevlileri, 500 bini
aşkın gözaltı, 30 binden fazla tutuklama ile…
Ayrıca OHAL sistemi ile Başkanlık sistemine geçişi ve geçişten sonra kısa sürede güçlenmesini
sağlayacak çok sayıda düzenleme yapıldı. Parlamenter sistemin tüm kurumları yaralandı. OHAL sistemi,
kendi kurucularını koruyarak “başkanlık sistemi”nin zeminini hazırladı…
Tek bir KHK ile, 1 Eylül 2016’da, bir gecede 50 bin 684 kişi bile ihraç edilebildi. En çok ihraç kararı
verilen ikinci KHK ise, 18 bin 632 ihraçla OHAL düzenin son KHK’si oldu…
En çok ihraç kararına Milli Eğitim Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı personeli için imza atıldı. Milli
Eğitim Bakanlığı’ndan ihraç edilen ve hâlâ iade edilmeyi bekleyen kamu personeli sayısı 33 bin 50. Bu
rakamı 31 bin 170 ile İçişleri Bakanlığı takip etti…
24 Haziran seçimlerinin ardından kapatılan Başbakanlık merkez teşkilâtı personelinin yüzde 7’si,
Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan TRT personelinin yüzde 10’u, Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin ise
yüzde 67’den fazlası OHAL döneminde ihraç edildi…
Yine Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan MİT’ten ihraç edilenlerin sayısı ise 90’a yaklaştı…
5 bin 705 akademisyen 119 kamu üniversitesinden ihraç edildi…
1064 özel eğitim kurumu, 360 özel kurs ve etüt merkezi, 847 öğrenci yurdu, 47 özel sağlık merkezi,
15 özel vakıf üniversitesi, 29 sendika, 1433 dernek, 145 vakıf, 178 medya ve yayın kuruluşu kapatıldı. 985
şirket TMSF’de kontrolüne bırakıldı…
Kapatılan özel vakıf üniversitelerinin 3 binden fazla çalışanı işsiz kaldı…
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın verilerine göre 143 gazeteci ve medya çalışanı, Çağdaş
Gazeteciler Derneği’ne göre 141 gazeteci cezaevine kapatıldı…

11

Hem KHK’lerle hem de KHK’den alınan yetki üzerine idari kararlarla 70 gazete ve 18 TV kanalı
kapatıldı, 25 radyo ve 20 dergi kapatıldı…
Adalet Bakanlığı’nın 20 Haziran 2018 verilerine göre, 2 yıl içinde darbe ve terör suçlarından, 441
bin 195 kişi hakkında adli işlem yapıldı. Bunlardan 89 bin 718’i kadındı…
34 bin 926 kişi hakkında mahkûmiyet kararı verildi. 13 bin 992 kişi ise hakkındaki suçlamalardan
beraat etti…
288 fiili darbe davası açıldı. 180 dava tamamlandı, diğerleri sürüyor. Devam eden davalarda ise 5 bin
370 sanık yargılanıyor. Tamamlanan davalarda ise 636 sandığa ağırlaştırılmış müebbet, 888 sanığa müebbet
kararı verildi… [58]
Ve Viranşehir’de bir binanın tadilat işlerini yapan KHK’lı öğretmen Aslan Durman, çalıştığı binanın
çökmesi üzerine hayatını kaybetmesi [59] gibi binlerce trajik kareyi de bu döküme eklemeli!
Bir şey daha: “FETÖ” operasyonları kapsamında kamuda açığa almaları değerlendiren dönemin
Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, “Husumetler, kişisel meseleler, gıcık olmalar da işin içine
karışabiliyor. Böyle yaygın bir hava var. Cadı avına döndürülüyor bu iş… Bunu da çok sakıncalı
görüyorum,” [60] çok önemli bir gerçeğin altını çiziyordu!
Örneğin Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesince, Sincan Ceza ve İnfaz Kurumları yerleşkesindeki
duruşma salonundaki savunmasında eski Tuğgeneral Gökan Şahin Sönmezateş, Muğla ve Ankara’da
yargılandığı davalarda duruşma salonunda kendilerine yönelik hakaret edilmesine mahkeme ve savcıların
göz yumduğunu belirterek, “Bize sürekli küfür ediliyor. Yaşadıklarımız tarihten hiç ders almadığımızı
gösteriyor. Yahudi dölü, Ermeni dölü şeklinde bize sözler söyleniyor. Yahudi ya da Ermeni olsaydım eğer
bunu utanmadan söylerdim. Onlar da bu ülkenin vatandaşları. HDP milletvekili Aysel Tuluğ da aynı şeyi
yaşadı bu ülkede. Annesine baş sağlığı diliyorum. O milletvekili olduğu için yaşadıkları gazetelerde yer aldı.
Ama bize yapılanlara hiç ses çıkmıyor. Bize işkence, hakaret serbest. Bu süreçten herkes gibi ailemiz ve
çocuklarımız da nasibini alıyor. Bu dönemde Türk solu çok kötü bir sınav veriyor. Kendilerine yapılan
haksızlıklara ses çıkarıyorlar ama başkasına yapılanı görmüyorlar,” dedi.
“FETÖ”cü olmadığını tekrarlayan Sönmezateş, “Dilimde tüy bitti. Ne diyeceğimi şaşırıyorum.
‘FETÖ’cü değilim. Hiçbir imamın, tarikat şeyhinin önünde diz çöküp, öpmedim. Sosyal demokratım,
Mustafa Kemal Atatürkçüyüm. Beni zorla FETÖ’cü yapmayın. İftiralara, yalana, boyun eğmeyeceğim. 115
bin yıl yatarım ama ‘FETÖ’cü olarak buradan çıkmam. Özellikle müşteki avukatları tarafından bu darbenin
‘FETÖ’cüler tarafından yapıldığı kesin, belli. ‘Gülen’e terör örgütü başı diyebilir misiniz’ diye değişik
sorular soruluyor. Evet diyebilirim, daha fazlasını da diyebilirim. Peki siz bir bakan ya da bakanın oğlu
rüşvet aldığında siz buna ‘hırsızlık der misiniz? Ben derim siz diyemezsiniz. Derseniz Sincan’a yanıma
gelirsiniz,” [61] diye haykırıyordu!
 
AKP DİZAYNI
 
Siz bakmayın AKP’li kalemlerin, “15 Temmuz ve 16 Nisan halkın büyük zorluklarla kurduğu
Cumhuriyetin aslî dayanağı olan halka dönerek yeniden restore edilmesidir. Artık adı var ama kendisi
olmayan halk, yeni yönetimin en büyük dayanağıdır. Taşra, kendi sesine ve liderine kavuşmuştur. Bundan
sonrası taşranın merkezde kendi varlığını tahkim etmesidir. Bunu yaparken de kendi medeniyet mirasına
uygun, farklılıklara saygılı, hoşgörülü ve kuşatıcı bir dile ihtiyaç vardır. Aynı zamanda modernleşmenin
yıkıcı sonuçlarına karşı kaynağı 1400 yıllık İslâm düşüncesi olan medeniyet mirasımızın bugün yeniden
ihyası da hayati gözükmektedir,” [62] güzellemelerine…
Bu tür söylemler gerçek dışıdır; niyet okumasıdır! [63]
Aslında gerçek Türkiye’nin üzerinde jetlerin sesleri patlarken, Başbakan’ın televizyona çıkıp “Bir
kalkışma olduğunu” açıklayıp; ardından da İstanbul’a indiğinde “Bu Allah’ın büyük lütfu,” vurgusuyla
karakterize olmuş ol(durul)an hâldir. [64]
Söz konusu durumu, “15 Temmuz AKP’nin hezimetidir” [65] biçiminde sunmaya kalkışmak; en hafif
deyimle “absürd” iken; neresinden bakarsınız bakın, 15 Temmuz’u “yeni(lenmeci)” bir AKP dizaynı takip
etmiştir!
Hatırlayın: “15 Temmuz Demokrasi Şenlikleri”nin ertesi günü “demokrasinin korunması” adına
süreklileşmiş OHAL manzarası iyice belirginleşirken; Aslı Aydıntaşbaş, “15 Temmuz’da kurtardığımız
demokrasiyi, 16 Temmuz itibarıyla adım adım kaybettik,” [66] diyor; ve ekliyordu Ali Sirmen de: “15

12

Temmuz’un, gerçek sivil darbe 20 Temmuz’un hazırlayıcısı olduğunu göremezsek, sivil darbecilerin
cenderesinden de kurtulamayız.” [67]
Bunların yanında Örsan Öymen’e göre, “15 Temmuz hakkında AKP iktidarı tarafından halka
anlatılanların önemli bir kısmı bir tiyatro”yken; [68] 15 Temmuz’u Gülen ile Erdoğan arasında bir kayıkçı
kavgası olarak ele almanın ötesinde ülkenin bütünü için ortaya çıkardığı sonuçlar açısından kavramak
gerekiyor. Örneğin, “milli bayram” ilan edilmesi önemsiz bir ayrıntı değil. Bir milat iddiası taşıyor. O hâlde,
neyin miladı olduğu sorulmalı…
15 Temmuz miladı ile birlikte başlayan ikinci restorasyon dönemi ve onun yürütücüsü olarak
Erdoğan rejimi yüz yıllık Türk sağı projesinin son taşeronudur.
Bu çerçevede darbe girişimini neden “Uzun Bıçaklar Gecesi”yle mukayese etmeyelim?
15 Temmuz’un 2. yıl dönümünde Erdoğan, ‘Hürriyet’ ve ‘Sabah’ gazeteleri için kaleme aldığı
makalede; “Siyasi tarihin en büyük ihanetlerinden birinin milletin cesaretiyle bir zafere dönüştüğünü” yazdı.
“Türk halkı, tıpkı Çanakkale’de ve İstiklal Harbi’nde olduğu gibi…” satırları, yeni rejimin ihtiyaç duyduğu
bir kahramanlık mitine gönderme, kıyaslamadan çok ödeşmeydi.
Aynı makalede, darbe anında, FaceTime yayını ile halkı sokağa davet edip, İstanbul Havalimanı’na
indikten sonra “Bu Allah’ın lütfudur” diyen Erdoğan, darbe gecesindeki sözlerini tamamlayan ifadeler
kullandı: “Ülkemizde yeni bir dönemin kapılarını araladı…” İki yıl arasındaki, iki kısa cümle, bir
çözmecenin en önemli parçalarıdır aslında.
Birbirine bağlı o ifadeler basitliğinde tarihi göndermeler ve tekrarlanan yöntemle bir ana fikir
çıkarmak olanaklıdır. Almanya’da Naziler bir ittifakla iktidara geldi. İktidarın bir kanadı, ‘Kahverengi
Gömlekliler’ olarak bilinen Sturmabteilung Birlikleri (SA), diğer kanadı ise Schutzstaffel (SS) yani
Gestapo’ydu. I. Dünya savaşından kalan, köhne Kahverengi Gömlekliler’ ile Adolf Hitler’e yakın Gestapo
birlikleri arasında yaşanan iktidar savaşı, 30 Haziran 1934 gecesi yaşanan “Uzun Bıçaklar” gecesine
dönüştü. Operasyon Sinekkuşu (Kolibri) olarak da anıldı. Uzun Bıçaklar Gecesi deyimi Almanca’da
katliamdan önce de kullanılıyor ve “intikam gecesi” anlamı taşıyordu. Bağımsız hareket edeceği düşünülen,
85 SA üyesi, ‘önceden hazırlanmış listeler’ dahilinde ortadan kaldırıldı. Politik cinayetler, büyük bir
tasfiyeye uzandı. Operasyon, Hitler’in Avrupa sonra da dünya fethi için güçlü bir Alman Ordusu yaratma
hazırlıklarını hızlandırdı. Nazi Almanya’sı için bir dönüm noktası oldu. Temizliğin ardından Hitler, yeni
rejime giden yolda muhaliflerle de hesaplaşmaya başladı.
Nazi Almanyası’ndaki muhaliflere ve toplumun geniş kesimine uzanan, savaş, intikam, mutlak ve
iktidar kapılarını aralayan “fırsat gecesinden” Türkiye’ye dönelim…
Darbe girişimi “naylon faaliyet” olarak da değerlendirildi, destansı bir kahramanlık öyküsü olarak da
anıldı. İnce çizgide şaibelerden uzak kalmak imkânsızdır; ‘Enişte’, çok önceden hazırlanan tasfiye listeleri,
MİT Başkanı Hakan Fidan, Eski Diyanet işleri Başkanı Mehmet Görmez ve cihatçı Muaz el Hatib
arasındaki darbe sırası toplantısı, orada okunacak selaların bile konuşulması, Boğaz Köprüsü davalarında
ifade verenlerin, “Bir gün önceden haberimiz vardı, İstanbul’a geldik” sözleri gibi önemli ayrıntıları
sayfalarca yazmak mümkündür.
Köprüde linç edilen askerler ve onlardan ele geçirilen silahlar, önceden hazırlandığı belli olan cihatçı
organizasyonunu görmemek imkânsızdır. Köprüde 2 askerin boğazı kesildi, biri Murat Tekin diğeri Ragıp
Enes Katran… Ancak linç edilen Harp Okulu öğrencileri, askerler değil onlara eziyet edenler kollandı,
dahası 696 sayılı KHK ile koruma zırhına alındı. Emir komuta zincirindeki gençlerin yerine, bazı “emri
veren” generallerin serbest olması ise ayrı bir konudur.
Darbe gecesi, “tek bir olaydan” çok, ilk kez paramiliter milis pratiğini gördüğümüz, bu pratiğin ise
“16 Nisan gözdağı” ve “24 Haziran aşinalığına” dönüştüğü bir süreçti.
Mecliste, Darbe Araştırama Komisyonu’nun feshedilmesi çok önemli başka bir konudur.
Türkiye’nin bir dönemi “O gece ne oldu?” sorusuna hapsoldu.
15 Temmuz için, en azından sonuç kısmı açıktır: Evet yol yaptılar, Şerife bacının duran kamyonu
üzerinden Türkiye’de yeni bir rejim inşa ettiler! [69]
Söz konusu çerçevede darbe girişiminin ilk aylarında iktidara Haziran 2013 ayaklanmasının
gösterdiği üzere yitirdiği hegemonyayı yeniden tesis etmek ve toplumsal rızayı sağlayabilmek için muazzam
bir fırsat kapısı açılmıştı. İktidar bu dönemde “milli birlik beraberlik” edebiyatına yaslandı, “dış güçlerin ve
içerideki uzantılarının Türkiye’yi yok etmek için bir operasyon başlattıkları ve buna karşı iktidarın/ tek
adamın etrafında toplanarak topyekûn bir direniş sergilenmesi” fikri televizyonlardan, radyolardan,
gazetelerden halkın zihnine boca edildi.

13

CHP yönetiminin basiretsizliği ve Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı Mitingi’ne gidip “milli birlik piyesi”ne
figüranlık etmesi, iktidarın işini kolaylaştırdı. Aynı şekilde, kıymeti kendinden menkul bir anti
emperyalizmin taşıyıcılığını üstlenen kimi ulusalcı çevreler, tam da bu uyduruk anti emperyalizmden yola
çıkarak iktidara koltuk değnekliğine soyundular. MHP ise her zamanki tarihsel misyonunu üstlenerek bu
piyesteki yerini aldı.
İktidar olanca pragmatizmiyle bu durumdan kendi politik ajandasını hayata geçirme fırsatını
çıkarabileceğini görmüştü elbette. OHAL ilanıyla başlayan süreç başkanlık referandumuna uzandı ve
anayasanın/ rejimin değiştirilmesiyle taçlandırıldı. Referandum gündeme gelene kadar devrede olan “milli
birlik piyesi”, referandum konjonktürüyle birlikte yerini bir kez daha hızlıca toplumu tam ortasından ikiye
ayıran “Ya bizdensiniz ya teröristlerden” söylemine bıraktı. [70]
Yani Erdoğan’ın, 15 Temmuz için çizdiği bu çerçeve dışına taşan herkesi doğrudan veya dolaylı
olarak darbeci olarak algılayacağını ortaya koydu. Darbecilik bir suç olduğuna göre, bu şekilde
tanımlananların sadece farklı fikir mensubu değil, “suçlu”(?) muamelesi göreceği kesinlik kazandı…
Zaten Cumhurbaşkanı da, partisi de, destekçileri de bu noktanın altını çiziyor, yeni bir “tarihi
başlangıç”tan söz ediyordu. Özetle tüm rejim değişimlerinde olduğu gibi, millet, devlet, vatan, tarih, dost,
düşman, her şey yeniden tanımlanmak durumundaydı. Böylece, artık fikir ayrılığı gibi bir kategori yoktu;
“milletten ve onun kurtarıcı liderinden” yana olmak veya “milletin düşmanı” olmak gibi iki kategori
vardı! [71]
 
KABATAŞ YALANI VE TÜRK(İYE) SAĞI
 
Tam da bu noktada “15 Temmuz” deyince; Ahmet Hakan’ın, “Kabataş yalanını yalan yapan şey”; [72]
Fatih Yaşlı’nın, “Tersyüz edilmiş hakikât,” [73] saptamalarıyla müsemma ya da ‘Star’da yazan Cem
Küçük’ün, Kabataş’ta bir kadına saldırıldığı haberlerinin bir kurgu olduğunu ve iyi yönetilemediğini itiraf
ettiği [74] Kabataş Olayı’nı anımsamamak mümkün değil… [75]
Hatırlanacağı üzere Gezi Direnişi sırasında Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun
gelini Zehra Develioğlu Kabataş’ta bebeği ile birlikte eylemcilerin saldırısına uğradığı iddiaları (“Kabataş
Yalancısı” olarak anılan [76] ) gazeteci Elif Çakır tarafından gündeme taşınmıştı. [77]
“İddia”ya göre Kabataş’ta, başörtülü ve kucağındaki 6 aylık bebeği olan bir kadını, belden yukarıları
çıplak, ellerinde deri eldivenler, başlarında siyah bandanalar bulunan 80-100 kişilik grubun, dövdüğü ve
üzerlerine idrarlarını yaptığı iddiasının en önde gelen savunucularından gazeteci Elif Çakır’ın o dönemdeki
avukatlarından Fidel Okan, Kabataş’ta öne sürüldüğü gibi bir olay yaşanmadığını söylese de; [78] Kabataş
yalanı üzerine Erdoğan’ın emriyle seferber olan polis, Zehra Develioğlu’nun taciz edildiğine dair kanıt
bulamadı ama bölgedeki esnaf sorgulandı, yurttaşlar suçlu muamelesi gördü, 161 kişi incelemeye alındı.
Erdoğan’ın da emriyle İstanbul polisi seferber oldu. Soruşturma; İstanbul Asayiş Şube Müdürlüğü,
İstihbarat Şube Müdürlüğü, Güven Timleri Şube Müdürlüğü, Spor Güvenliği Şube Müdürlüğü, Beşiktaş ve
Beyoğlu ilçe emniyet müdürlükleri, TEM Şube Müdürlüğü, Güvenlik Şube Müdürlüğü, Olay Yeri
İncelenme Şube Müdürlüğü ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nce koordineli olarak
yürütüldü.
Yine rapora göre olay yeri ve güzergâhında bulunan Karaköy-Taksim-Ortaköy arasında kalan
yaklaşık 8 km’lik bölgede bulanan tüm işyerleri ve kamu kurumları ile görüşüldü. Buralara ait güvenlik
kameralarının olup olmadığının tespiti yapıldı. Yapılan çalışmalar neticesinde; (151) farklı yere ait Mobese
ve güvenlik kameralarının bulunduğu tespit edildi. Tespit edilen her kameranın olaydan önce ve sonrasını
kapsayan 6 saatlik görüntü kaydı talep edildi.
Elde edilen (81) farklı işyeri ve Mobese kameralarına ait olan yaklaşık 1800 saatlik kamera kayıtları,
Radyo TV ve Foto Film Şube Müdürlüğü görevlilerince kayıt edilen 200 saatlik kamera kaydı, Güvenlik
Şube Müdürlüğü’nden alınan 50 saatlik kamera kaydı, TEM Şube Müdürlüğü’nden alınan 450 saatlik
kamera kaydı ve Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne bağlı TOMA araçlarındaki kameralardan elde edilen 60
saatlik kamera kaydı birleştirilip kare kare incelendi. Bu incelemede Karaköy’den Salıpazarı tarafından
Kabataş’a, Beşiktaş tarafından Kabataş’a, Gümüşssuyu yönünden Kabataş’a kısaca olayın gerçekleştiği yere
her alandan gelenler kare kare izlenip tespit edildi.
1 Haziran gününe ait olan görsel medyada ve sosyal paylaşım sitelerinde yer alan görüntü ve
fotoğraflar da tarandı. Olay günü veya genel olarak olay yeri çevresinde seyyar satıcılık yapan, garson,
esnaf, güvenlik görevlisi, tezgâh açtığı belirlenen 24 kişiyle görüşüldü, yazılı beyanları alındı. Görüşülen

14

şahıslar söz konusu olaya tanık olmadıklarını beyan ettiler. Güven Timleri Şube Müdürlüğü’ne bağlı 20 tim
olay yeri civarında tanık bulmaya yönelik sokak sokak çalıştı. [79]
Ancak bunlardan da hiçbir şey çıkmazken; Kabataş görüntülerinin ellerinde olduğunu dile getiren
AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner, [80] canlı yayında çark etti. Gezi olayları sırasında Kabataş
görüntülerini izlediğini belirten İsmet Berkan da “özür dilemek” zorunda kaldı! [81]
Kabataş iftirası iktidarın ve onun paçasına yapışık yaşayanların yalanı nasıl çekinmeden siyasi bir
enstrüman olarak kullanabildiklerini açıkça gösterirken; Kabataş yalanı uzun süre gündemde tutuldu.
Dönemin Başbakanı Erdoğan meydanlarda bu iftirayı gözünü kırpmadan savundu. İktidarın medyası da
olmayan bir linç girişimini önce yarattı sonra yaydı…
Hadi Erdoğan’dan bir alıntıyı hatırlayalım. Kabataş bir yalan diyenlere ne demişti: “Sizin
insanlığınız öldü mü be? Sizin vicdanınız bu kadar mı karardı? Çocuklarınızın, eşinizin yüzüne nasıl
bakabiliyorsunuz be? Sizin çocuklarınızın başına gelseydi böyle mi davranırdınız? Vicdan… Vicdan…
Vicdan…” [82]
Böylesine bir demagojinin Türk(iye) sağının temel argümanlarından olduğunu bir an dahi
unutmadan; Ümit Alan’ın, “Kabataş yalanı, yaşayan bir organizmaya dönüştü,” [83] notunu Türk(iye) sağı
tarihi açısından bir kere daha hatırlamakta yarar var.
 
TÜRK(İYE) SAĞINA NOTLAR
 
Siyaset bilimci Cangül Örnek’in, “DP çizgisindeki sağ ile İslâmcı ve ırkçı sapmalar, uğursuz
Amerikancılık bayrağını ellerinden düşürmedi, sürekli daha ileriye taşıdı” [84] notunu düştüğü zeminde;
“Türkiye’nin 1950’de çok partili modele geçilse de ‘otoriter siyasi kültür’ ve ‘kuvvetler birliği ilkesi’
savunuculuğuyla tam demokratik sistemi uygulanmıyor”ken; [85] “Otoriter Demokrasi” [86] denen bir ucubeden
de söz etmek mümkündü!
Bugün Tayyip Erdoğan’ın ve onun peşinden giden AKP’lilerin Türkiye’ye vermek istedikleri
yönünün önemli bir kaynağı, 1950’lerden sonra yeraltından yeryüzüne çıkan mukaddesatçı hareketlerle,
Türk siyasal yaşamında hep ayrıcalıklı bir yer edinmiş milliyetçi akımların buluşmalarıdır. Bu buluşmanın
önemli ilk adımı 1951’de kurulan ve iki yıl sonra kapatılan Türk Milliyetçiler Derneği idi. [87] Bu girişimle
milliyetçi-mukaddesatçı bileşimin temelinin atıldı. Çok daha sonra Türk-İslâm sentezi olarak adlandırılacak
terkipte ve Türk milliyetçiliğinin muhafazakâr bir çizgiye oturmasında bu kısa ömürlü derneğin önemli payı
vardı.
Bu milliyetçi-mukaddesatçı izdivacının bir başka uzantısı, 1951’de kurulan ve hâlen faaliyette olan
İlim Yayma Cemiyeti’dir. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un 2016 Nisan’ında, “Bir milletin diriliş
öyküsünün en önemli safhalarından biri” olarak tanımladığı bu cemiyetin yanında Komünizmle Mücadele
Derneklerini saymak gerekir. İlim Yayma Cemiyeti’nin dindar gençlik yetiştirme gayretleri yanında;
komünizmle mücadele amaçlı -1950, 1956 ve 1963’te üç- dernek kuruldu. [88]
Kendini Cumhuriyet politikalarının mağduru olarak görenlerin birleştiği söz konusu dernekler,
bugün çok daha açık biçimde AKP yöneticilerinin dile getirdiği, Türk sağında mağduriyet saplantısıyla
oluşan hıncın yoğunlaşma alanlarıdır.
Geçmişteki laiklik uygulamalarına duyulan tepkiden beslenen ama onu kat be kat aşan bir hınçtır bu.
Komünizme ve sola karşı gibi gözükse de aslında mağduriyetin esas kaynağı olarak görülen Kemalizm’e ve
onun temsil ettiği modernlik simge ve pratiklerine karşıdır. [89]
Komünizmle Mücadele Derneği içinde ve çevresinde toplananların, reaksiyoner refleksleri güçlü,
yerlici/ millici özellikleri ağır basan kişiler olduğuna dikkat çekip, büyük kentlerin merkezlerindeki Batılı,
modern ve laik dünya algılarına karşı büyük bir hınç duymalarına yol açtı.
Sol düşünce ve hareketlere karşı devletin benimsediği sert bastırma politikalarını sahiplenmeye,
bunun taşeronluğunu, hatta en kirli işlerini yapmaya götüren bir hınçtır bu. Örneğin, 1969’da Kanlı Pazar’ı
MTTB (o dönem başkanı şimdi Meclis başkanı olan İsmail Kahraman’dı) ile el ele gerçekleştirir. Devletin
düşmanlaştırma politikalarının en etkili araçlarından biri olmuştur. AP ve CKMP arasındaki çekişmede,
Risale-i Nur talebelerinin de desteğiyle, 1967’de mukaddesatçı yönü ağır basan Komünizmle Mücadele
Derneği, 1971’de sıkıyönetim kararıyla kapandı. Görevini başarıyla tamamlamıştı.
Bugün Türk sağının milliyetçi-mukaddesatçı çizgide oluşturduğu büyük ittifakın kaynaklarını
ararken 1970 başlarında İslâmcı- milliyetçi izdivacının önemli bir adresi olan Yeniden Milli Mücadele
hareketini ve göreli daha iyi bilinen Aydınlar Ocağı’nı da dâhil etmek gerekir. Hepsini birlikte ele alınca,

15

Türk sağ siyasal-toplumsal tahayyülünün haritası bütünüyle ortaya çıkıyor ve bugün Türk sağının bütün
bunlardan beslenmiş ama zembereğinden boşalmış hâlinin iktidarda olduğu daha açık görülüyordu. [90]
 
BİR UYARI
 
Giordano Bruno’nun, “Zaman her şeyi alır ve her şeyi verir,” saptaması eşliğinde diyeceklerimizi
toparlarsak; Türk(iye) sağının bir ürünü olarak 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin; “… ‘FETÖ’cülerin de
şunu anlaması gerekiyor; şifre çözüldü, yalanlar bitti, kaybettiniz,” [91] diyen Nedim Şener’i ciddiye almak
mümkün değilken; Ali Sirmen’in, “15 Temmuz’dan sonra, artık bir daha askeri darbe olur mu? Siz ne
dersiniz?” [92] sorusu hâlâ gündemdedir.
Bu soru karşısında denilebilecek olan şu: 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasının kendisi,
Türkiye’de “Başkanlık sistemi”ne geçişi sağlayan bir darbedir. Ve bu “darbe rejimi” sürmektedir.
Bu durumda, “Koyu bir karanlıkla sarıldığımızı düşündüğümüzde, bir parıltı karanlıkları yararak
ışıldamaya başlamıştır bile,” [93] ifadesinde dile getirilen, bir imkân ve elbette tehdittir…
“İyi de ne yapmalı” mı?
Öncelikle “Yeni Gezi: Sandık! Çıkış şudur: Kazasız, belasız, usulüyle, hakkıyla, hukukuyla sandığa
gitmek,” [94] halisünasyonlarını bir kenara bırakıp; çözümün aşağıdan yukarıya bir kitle hareketiyle mümkün
olduğunun altını çizerek; tüm ötekileştirilenleri emek eksenli toplumsal muhalefet saflarında
top(ar)lamaktır…
Bunun başka yolu yoktur ve olmamıştır da!
Totaliter rejimlerde, özgürlüklerin yok edilmesine ve yoksulluğa karşı tahammülü sağlamak, kitlesel
patlamaları önlemek için birey, kendi gözünde değersizleştirilir. Bireyin kendini geliştireceği,
güçlendireceği, öğreneceği olanaklar engellenir.
Medya yalan söyler. Eğitim-öğretim işlevsizleştirilir. Sorgulayan, başkaldıran insan yok edilirken;
rejim güçlü ve haklı görünmek için “biz” ve “ötekiler”i yaratır. Yarattığı ötekileştirmeden beslenir. Ta ki
“ötekilerin” tamamı tüketilip, sıra “biz”e gelinceye kadar…
O hâlde bizi yaratmak için ötekileştirilenlere -akıl vermeden! [95] – sahip çıkmalıyız…
Ötesi mücadele işidir! Çünkü “15 Temmuz’un kayıp silahları”yla [96] birlikte hemen her şeyle
Cumhuriyet’in dizaynı değişmiştir. [97]
15 Temmuz’dan sonra bir şeylerin yerli yerine oturması/ oturtulabilmesi büyük/ radikal altüst
oluşlarla mümkündür!
 
7 Temmuz 2021 12:45:14, İstanbul.
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
 
N O T L A R
[1] Friedrich Nietzsche.
[2] Orhan Bursalı, “Geliyorum Diyen Darbe ve Karanlık Sayfalar”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2017, s.6.
[3] Ahmet Şık, “Adım Adım Kanlı Geceye Doğru”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2016, s.11.
[4] Mehmet Y. Yılmaz, “Darbe Girişimi Kışlada Önlenebilir miydi?”, Hürriyet, 11 Temmuz 2017, s.19.
[5] Mehmet Y. Yılmaz, “Darbe Girişimini Neden Önleyemediler”, Hürriyet, 12 Mayıs 2017, s.21.
[6] Mehmet Y. Yılmaz, “Bu Önlenemeyecek Bir Darbe Girişimi Değildi”, Hürriyet, 30 Kasım 2016, s.17.
[7] Mehmet Y. Yılmaz, “15 Temmuz Günü Çok Belirtiler Çıkmıştı”, Hürriyet, 26 Kasım 2016, s.17.
[8] Kadir Cangızbay, “Bunlara Laf Edilmez”, Birgün, 15 Ekim 2016, s.9.
[9] “Demirtaş’tan Çarpıcı İddia: Darbede AKP’li İzi Çıkabilir”, 26 Temmuz 2016…
http://www.durus24.net/haber/2856/demirtastan-carpici-9
[10] Ertuğrul Kürkçü, “Bir Yaz Gecesi Rüyası: ‘15 Temmuz Destanı’…”, Yeni Yaşam, 16 Temmuz 2020, s.10.
[11] Mehmet Tezkan, “Devletin İçinden Şeytan Çıktı”, Milliyet, 11 Temmuz 2017, s.5.
[12] Uğur Dündar, “Kontrolsüz Darbe!”, Sözcü, 2 Kasım 2017, s.4.
[13] Aykut Erdoğdu-Aytun Çıray-Sezgin Tanrıkulu-Zeynel Emre, 15 Temmuz Gerçekleri, Haz: Şükrü Küçükşahin, İmge
Kitabevi, 2018.
[14]   “15 Temmuz’un Bilançosu”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2020, s.12.
[15] Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman, AKP’nin FGC konusunda “Kandırıldığımızı anladık” diyerek milat
ilan ettiği 17-25 Aralık’ı soruşturmalar konusunda toptan bir kriter olarak görmediklerini belirterek, “Örgütün yönetici takımını
alalım, adam himmet toplamış, örgüt adına toplantılar düzenlemiş. Sohbetleri o organize etmiş. Bu kişi 17-25’ten önce de sonra da
sorumludur,” dedi. (Alican Uludağ, “Başsavcı Kocaman: ‘17-25 Milat Değil’…”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2017, s.6.)
[16] Mehmet Y. Yılmaz, “Kandırılanların Sıralı Tam Listesi!”, Hürriyet… http://www.halkinbirligi.net/kandirilanlarin-
sirali-tam-listesi/

16

[17] Mesut Hasan Benli, “HSYK’nın İtirafçı Başkanvekili Yargıtay’daki Pazarlığı Anlattı: 160’ın 140’ını İstedi”, Hürriyet,
17 Kasım 2016, s.18.
[18] Alican Uludağ, “Eski HSYK Başkanvekili Hamsici: Hocaefendi 140 Üye İstiyor”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016, s.14.
[19] Alican Uludağ, “Eski HSYK Yöneticisi İbrahim Okur’un Gülen İtirafları: Fidan Bizi Uyarmadı”, Cumhuriyet, 7 Ocak
2017, s.6.
[20] Alican Uludağ, “AKP Yanlısı Diye Aldık”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2017, s.4.
[21] “Kılıçdaroğlu ‘Kontrollü Darbe’ Dedi, Siyaset Dünyası Karıştı”, Hürriyet, 3 Nisan 2017…
http://www.hurriyet.com.tr/kilicdaroglu-kontrollu-darbe-dedi-siyaset-dunyasi-karisti-40415873
[22] Alican Uludağ, “MİT Darbeyi Değil Akıl Sağlığını Araştırdı”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2017, s.11.
[23] Alican Uludağ, “AKP-FETÖ Akrabalığı”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2017, s.6.
[24] “FETÖ’den Tutuklanan Savcı: Erdoğan’ın da Sadullah Ergin’in de Haberi Vardı”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2016, s.13.
[25] “AB İstihbaratının Darbe Raporu Ortaya Çıktı”, 17 Ocak 2017… http://www.politez.com/detail/politez-/7537/ab-
istihbaratinin-darbe-raporu-ortaya-cikti#.WH5ZwfmLTIV
[26] “Kemal Kılıçdaroğlu: Elimde Özel Dosya Var”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2017, s.4.
[27] “Darbelere Karşı Tam Demokrasi”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2019, s.5.
[28] Özgür Mumcu, “Bir Yıldönümünün Düşündürdükleri”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2017, s.3.
[29] “Ülkemizde manevi cebir unsurlu sivil darbe olayının gerçek yüzü görülemediğinden, zaman zaman kimin eli kimin
darbesinde bilinmeyen ortamda, aynı amaca yönelik ama ayrı aleyhtarların tezgâhladıkları birbirlerinin darbelerini yürütüp, üstüne
oturma eylemlerine tanık olunmaktadır. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile 20 Temmuz 2016 sivil darbesi bu olayın tipik bir
örneğidir.” (Ali Sirmen, “… ‘Darbe’yi Açıkça Konuşmak-III”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2021, s.4.)
[30] Özgür Mumcu, “Darbe 1999’da İhbar Edildi”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2017, s.3.
[31] “15 Temmuz darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle yaptırım gören askerlerin orduya katılmaları -Hava Harp Okulu
kayıt ölçüt alınırsa- ağırlıklı olarak 12 Eylül darbesi sonrası dönemde başlamış. Analizdeki 43 generalden 21’i, 1980-1983
aralığında Hava Harp Okulu’na adım atmıştır. Bunlardan 19’unun katılışı ise Özal’lı yılların ilk dönemine denk geliyor. Üçünün
girişi ise 1980 öncesidir.” (Sedat Ergin, “15 Temmuz ve Hava Kuvvetleri (3) – 15 Temmuz Darbesi 12 Eylül’de Başlamış”,
Hürriyet, 23 Eylül 2017, s.18.)
[32] “… ‘Gizli Örgüt’ Değil, Koalisyon Ortağınızdı!”, Birgün, 15 Ekim 2016, s.8.
[33] Cemil Ertem, “FETÖ’nün ve 15 Temmuz’un Tarihi ve Bugünü…”, Milliyet, 14 Temmuz 2017, s.9.
[34] Nedim Şener, “Darbe Değil Suikast”, Hürriyet, 11 Mayıs 2020, s.14.
[35] Ergin Yıldızoğlu, “14 Aralık’ta Ne Oldu?”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2014, s.8.
[36] Orhan Bursalı, “Darbe Girişiminin Karanlık Sayfası”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2016, s.6.
[37] Ahmet Şık, “Yandaş Yazar İddiası: Hükümet Darbeyi Biliyordu”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2016…
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/628777/Yandas_yazar_iddiasi__Hukumet_darbeyi_biliyordu.htm
[38] Cem TV, 2019’a doğru siyaset programı’ndan…
[39] Alican Uludağ, “15 Temmuz’un Sırları… MİT 7 Saat Önce Duydu”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2017, s.11.
[40] Alican Uludağ, “MİT Darbeyi Değil Akıl Sağlığını Araştırdı”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2017, s.11.
[41] Ahmet Şık, “… ‘Faaliyet Başlıyor’ Dedi Akar’ın Odasına Gitti”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2016, s.6.
[42] “Darbelere Karşı Tam Demokrasi”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2019, s.5.
[43] Abdulkadir Selvi, “Akıncı Üssü’nün Bilinmeyenleri”, Hürriyet, 26 Ekim 2017, s.23.
[44] Ahmet Şık, “Cemaat Orduyu Nasıl Ele Geçirdi”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2016, s.7.
[45] “Marmaris İddianamesinden Detaylar… Askerler Otele Girdiğinde Erdoğan İstanbul’a Varmış”, Cumhuriyet, 3 Aralık
2016, s.4.
[46] Mahmut Lıcalı, “Darbe Komisyonu’nda Bir Skandal Daha”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2017, s.5.
[47] Mustafa Balbay, “15 Temmuz 2016…”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2019, s.9.
[48] Alican Uludağ, “Adil Öksüz Bilmecesi… Görüşmeleri de Sır Kaçışları da”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2017, s.13.
[49] Mehmet Y. Yılmaz, “Darbecinin Başbakanlık Kriz Masasında Ne İşi Vardı?”, Hürriyet, 29 Aralık 2016, s.19.
[50] Sedat Ergin, “Orgeneral Ümit Dündar’ın Tanıklığı”, Hürriyet, 1 Mart 2018, s.18.
[51] Sedat Ergin, “Orgeneral Akar’ın İfadesinde Hâkim Neleri Merak Etti”, Hürriyet, 28 Mart 2018, s.14.
[52] Mustafa Balbay, “15 Temmuz Raporu Kaybolursa…”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2020, s.6.
[53] Mehmet Ali Güller, “15 Temmuz’u Bastıranların Tasfiyesi”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2020, s.12.
[54] http://www.tr724.com/tutuklu-tuggeneral-darbe-tesebbusu-akar-ve-fidanin-plani-bilgisi-ve-kontrolu-dahilinde-
olmustur/
[55] Alican Uludağ, “Yıldız, Yazılmamış 15 Temmuz Kitabının Peşindeler”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2020, s.6.
[56] Ertuğrul Kürkçü, “15 Temmuz’un Bedelini Kim Ödeyecek?”, Yeni Yaşam, 23 Ocak 2020, s.7.
[57] Aydın Engin, “İki Yıl Önce Bu Gece”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2018, s.8.
[58] Sinan Tartanoğlu, “Yeni Sistemin Taşları OHAL’de Döşendi: Zemin Böyle Hazırlandı”, Cumhuriyet, 18 Temmuz
2018, s.7.
[59] “KHK’lı Öğretmen İnşaatta Hayatını Kaybetti”, Birgün, 16 Nisan 2019, s.6.
[60] Saygı Öztürk, “Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş: FETÖ Operasyonu Cadı Avına Döndürülüyor, Bu Çok
Sakıncalı”, Sözcü, 14 Ağustos 2016, s.4.
[61] “Akıncı Üssü Davasında Salon Karıştı: İşkence Görüyoruz”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2017, s.6.
[62] Ümmet Erkan, “15 Temmuz ve 16 Nisan’ın Sosyolojik Analizi”, Yeni Şafak, 12 Mayıs 2017, s.16.
[63] “3. yılında darbe girişimini engellemeye çalışırken şehit ve gazi olanlar için başlatılan kampanyada toplanan paralar
hâlâ sahiplerine ulaşmadı.” (Zehra Özdilek, “15 Temmuz Bağışları Nerede?”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2019, s.4.) “15 Temmuz
için toplanan yüzlerce milyon lira bağış ve kurulan vakıf ortada yok. 16 Ocak 2016 tarihi itibarıyla toplandığı açıklanan 309

17

milyon TL’nin değerlendirileceği Türkiye Şehit Yakınları ve Gaziler Dayanışma Vakfı’nın kayıtlı adresinin boş.” (Mahmut Lıcalı,
“15 Temmuz Kurulan Vakıf Ortada Yok”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2019, s.9.)
[64] “15 Temmuz’un tarihini yazanlar ‘görünmez bir gücün/elin’ yıllarca general terfi ve atamalarına müdahil olduğunu
kayda geçecektir.” (Nihat Ali Özcan, “Darbe Girişiminin Anatomisine Dair (2)”, Milliyet, 11 Temmuz 2017, s.14.)
[65] Mustafa Balbay, “15 Temmuz AKP’nin Hezimetidir: Tez, Yeni Bir Sentez…”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2019, s.9.
[66] Aslı Aydıntaşbaş, “15 Temmuz Muhasebesi”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2017, s.11.
[67] Ali Sirmen, “Darbeyi Açıkça Konuşmak – II”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2021, s.4.
[68] Örsan K. Öymen, “15 Temmuz Tiyatrosu”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2020, s.12.
[69] Erk Acarer, “Allah’ın Lütfudur, Yeni Dönemin Kapıları Açıldı”, Birgün, 16 Temmuz 2017, s.2.
[70] Fatih Yaşlı, “15 Temmuz’un Birinci Yıldönümünde Türkiye”, Birgün, 16 Temmuz 2017, s.3.
[71] Nuray Mert, “15 Temmuz’un Anlamı”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2017, s.5.
[72] Ahmet Hakan, “Kabataş Yalanını Yalan Yapan Şey”, Hürriyet, 19 Şubat 2015, s.6.
[73] Fatih Yaşlı, “İkinci Kabataş Vakası ve Tersyüz Edilmiş Hakikât”, Birgün, 22 Haziran 2017, s.3.
[74] “Cem Küçük’ten Kabataş İtirafı: Kurguydu, İyi Yönetilemedi”… http://www.siyasetcafe.com/Medya-
Haberleri/15392-kucukten-kabatas-itirafi-kurguydu-iyi-yonetilemedi
[75] “Kabataş’ta Gezi direnişçilerinin darp ve cinsel tacizine uğradığını öne süren Zehra D. vermiş olduğu ifadede yerlerde
sürüklendiğini, erkeklerin üzerine idrarlarını yaptığını, küfürler ettiğini öne sürüyor. Ancak bu ifadeler, gazetecilerin Zehra D’nin
söylediği ifadeler olarak kaleme aldığı yazılarla örtüşmüyor.
Gezi Direnişi’nde Kabataş’ta yaşandığı öne sürülen olayı kaleme alan Elif Çakır’la ilgili Taraf Gazetesi yazarı Murat
Seçkin’in 25 Ekim 2015 günü yazdığı iddiaların ardından, Elif Çakır, mağdur olduğunu öne süren Zehra D’nin ifade tutanaklarını
sosyal medya hesabından paylaştı. Gezi Direnişçilerinin darp ve cinsel tacizine uğradığını öne süren Zehra D’nin vermiş olduğu
ifade ile Çakır’ın ve yandaş yazarların yazdıkları arasındaki farklılık dikkat çekiyor.
Gezi Direnişi sırasında Kabataş’ta başörtülü bir kadının darp ve cinsel tacize uğradığına ilişkin söyleşide imzası bulunan
Çakır’ın editör ile arasında geçtiği öne sürülen diyaloğu, o dönemki Star Gazetesi editörü, Taraf gazetesi yazarı Murat Seçkin
köşesinde yazdı. Seçkin, Çakır’a editörün ‘Bunları bu kadın mı anlattı’ sorusu üzerine ‘Psikolojik olarak bitmiş durumda…
Konuşacak hâli yoktu. Ne anlatabilirdi ki? Ama ne demek istediğini ben anladım!’ cevabı verdiği iddiası kamuoyunun gündemine
oturdu. Söz konusu iddia üzerine Elif Çakır da mağdur olduğunu öne süren Zehra D’nin kişilik haklarına saygı göstermeksizin,
açık telefon numaralarının yer aldığı ifade tutanaklarını sosyal medya hesabından paylaştı. Gezi Direnişçilerinin darp ve cinsel
tacizine uğradığını öne süren Zehra D. ifadede yerlerde sürüklendiğini, erkeklerin üzerine idrarlarını yaptığını, küfürler ettiğini
öne sürüyor.
Mobese görüntüleri yayımlandıktan sonra Zehra D’nin darp ve cinsel tacize uğradığını yazan gazeteciler yalancılık ile
suçlanmış bunun üzerine de 13 köşe yazarı ‘Diliniz kaba, vicdanınız taş’ ortak başlığı ile ‘Kadının Beyanı Esastır’ içerikli köşe
yazıları yazmıştı. Kadının beyanının esas alınması ilkesine ilişkin bir grup beyanın başka delillerle desteklenmeden tek başına
mahkûmiyete sebep olmadığını savunurken, kadın hakları savunucuları ‘taciz ve tecavüz suçlarında kadının beyanı esastır; aksini
ispat erkeğin yükümlülüğündedir’ ilkesini benimsemekte. Ancak yargılamalarda bu ilke kararlara sık yansımaz.
Öte yandan cinsel istismar mağduru kişilerin ilk ifadelerinin ses ve video kaydı ile alındıktan sonra tekrar travma
yaşamaması için bir daha sürecin anlattırılması istenmez. Ancak Zehra D. emniyet birimleri dışında iddia ettiği istismarı Elif
Çakır, Balçiçek İlter, Halime Kökçe gibi gazeteciler başta olmak üzere hükümete yakın çok sayıda gazetenin yazarına anlatmış ya
da anlatmaya zorlanmıştır.
Elif Çakır, mağdur olduğunu öne süren Zehra D’nin ifade tutanaklarını sosyal medya hesabından paylaştı. Olayla ilgili
yorumlar yapan Çakır, savcıları göreve çağırarak ‘Ben sadece Z.D’nin anlattıklarını aktardım, röportaj kayıtlarımı vermeye
hazırım’ dedi.
Elif Çakır: ‘Üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın ortasında kaldım.’
Zehra D: ‘Deri eldiven yok’
Zehra D: ‘Bu şahıslar arasında bulunan erkek şahısların büyük bir kısmının üst kıyafeti yoktu, kimisinin kafasında siyah
renkli bantlar bulunuyordu.’
İsmet Berkan: ‘Görüntüde tacize uğradığını söyleyen kadın kucağında bebeğiyle bir kalabalığın arasına giriyor. Boş bir
çocuk arabasını da itiyor. Sonra çocuk arabasının devrildiğini görüyorsunuz. Sonra kadın da çıkıyor dışarıya. Görüntü bu.’
Zehra D: ‘Bebek arabada’
Zehra D: ‘Çocuğumun içerisinde bulunduğu bebek arabası ile terminal binasının orada bulunan ışıklardan karşıya
geçmek üzere ışıkların oraya geldim.’
Abdülkadir Selvi: ‘Kabataş İskelesi’nin karşısına geçerken bir grup eylemciyi görüyor. Bunların Gezi eylemcileri
olduğunu fark ediyor, hatta çevre ve ağaç eylemi yaptıkları için de en ufak bir rahatsızlık hissetmiyor.’
Zehra D: ‘Bu şahısların son günlerde ülkemizde meydana gelen protesto olaylarında şahıslar olduğunu anladım. Hızlı bir
şekilde büfeye gittim. Sonra da alandan uzaklaşmak için karşıya geçtim.’
Selvi: ‘Olay yerindeki bir adam müdahale edip, genç anneyi kurtarmaya çalışıyor. Onu da dövüyorlar.’
Zehra D: ‘Çevrede bulunan insanlar da yardımcı olmadı.” (Damla Yur, “Kabataş’ta Yalanlar ve Gerçekler”, Cumhuriyet,
27 Ekim 2015, s.7.)
[76] Kabataş’ta türbanlıya taciz ve Bülent Arınç’a suikast iddialarının ardından Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’a
suikast yapılacak haberi de ‘yalan’ çıktı. Bülent Arınç’a suikast ile Kabataş’ta türbanlı kadına taciz iddialarının ardından
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’a suikast iddiası da “boş” çıktı. (“… ‘Sümeyye Suikastı’ Sahte Çıktı”,
Cumhuriyet, 9 Ağustos 2015, s.4.)
[77]   “Kabataş Yalancısı Olarak Anılacaksın”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, s. 7.
[78] “Elif Çakır’ın Avukatından Kabataş İtirafı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2015, s.8.
[79] “2560 Saatlik Görüntü İncelendi… Üstü Çıplak Kimse Yok Amirim”, Cumhuriyet, 9 Mart 2015, s.13.

18

[80] İşte Metiner’in açıklamaları: “O zaman böyle bir yalana neden ihtiyaç duymuşsa, bugün de böyle bir gerçeğe neden
ihtiyaç hissettiğini anlayabilmiş değilim. O zaman kalemini kırsın. Ben izlediğimi söylemedim mesela, katıldığım televizyon
programlarında bu görüntülerin var olduğunu söyledim. Niye var olduğunu söyledim, çünkü biz iktidar partisiyiz, Emniyet
Müdürlerimizi, ilgili birimlerimizi arar sorarız. Deriz ki bu görüntüler var mı? O dönemin paralel müdürleri bu görüntülerin
elimizde olduğunu söylediler. Biz de namert olduklarını bilmeden onların söylemiş oldukları söze itibar ederek, evet bu olayın
görüntüleri var dedik. Ben dedim.” (“Metiner’den Canlı Yayında ‘Kabataş’ Çarkı”, Cumhuriyet, 27 Mart 2015, s.5.)
[81] “Gazetecinin görevi, önündeki tanık beyanları veya kanıtlar ne diyor olursa olsun şüpheciliğini korumak, araştırmaya-
soruşturmaya devam etmek ve hakikâte ulaşmaya çalışmaktır.
‘Kabataş yalanı’ meselesinden söz ediyorum. Bundan bir yıl önce, tam olarak 14 Şubat 2014’te Hürriyet’te çıkan
yazımda da söylemeye çalıştım; vahim bir gazetecilik hatası yapmış, bir haberi yayınlamak-duyurmak için yeterli kontrol sürecini
uygulamamıştım.
O zaman da öyleydi, bugün de: Bir bahane arıyor, bahanelerin arkasına sığınmaya teşebbüs ediyor veya ‘ama’lı, ‘fakat’lı
cümleler kuruyor değilim; hatamın farkındayım. Yapacağım herhangi bir açıklamanın konuyu daha da büyüteceğini düşünüp uzun
bir süre sustum. Yanılmışım.
Suskunluğum kibir gibi algılandı, bunca yıldır beni okuyan, yazdıklarımı samimiyetle takip edenler hayal kırıklığına
uğradılar. Okumayanlar da. Lafı dolandırmadan söyleyeyim: Birçok kişinin güvenini sarstığım ve onları hayal kırıklığına
uğrattığım için çok üzgünüm.
Bu satırları okuyanlar da lafı dolandırmadan anlasınlar; ‘Aslında şunu diyor’, ‘Yok canım böyle demek istiyor’, ‘Öyle
değil böyle’ falan yok. Üzgünüm. Ve özür diliyorum.” (İsmet Berkan, “Kabataş”, Hürriyet, 24 Mart 2015… http://
sosyal.hurriyet.com.tr/ yazar/ ismet-berkan_386/ kabatas_28535518)
[82] Özgür Mumcu, “Kabataş Gevezeleri”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, s. 3.
[83] Ümit Alan, “… ‘Kabataş Yalanı’ Tek Röportaja İndirgenmesin”, Birgün, 28 Ekim 2015, s.7.
[84] Oğuzcan Ünlü, “Demokrat Parti’nin Amerikancı Bayrağı Elden Ele İleri Taşındı”, Birgün, 27 Temmuz 2020, s.13.
[85] Alev Coşkun, “Otoriter Demokrasi”, Cumhuriyet Kitap, No:1624, 1 Nisan 2021, s.4.
[86] Taha Akyol, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca – Otoriter Demokrasi (1946-1960), Doğan Kitap, 2021.
[87] Murat Kılıç, “Allah, Vatan, Soy, Milli Mukaddesat”: Türk Milliyetçiler Derneği (1951-1953), İletişim Yay., 2016.
[88] Ertuğrul Meşe, Komünizmle Mücadele Dernekleri- Türk Sağında Antikomünizmin İnşası, İletişim Yay., 2016.
[89] Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı, İletişim Yay., 2013;
[90] Ahmet İnsel, “Milliyetçi-Mukaddesatçı İktidarın Kökenleri”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2016, s.11.
[91] Nedim Şener, “Yalanlar Bitti Şifre Çözülüyor”, Posta, 25 Ekim 2017, s.16.
[92] Ali Sirmen, “15 Temmuz’dan Sonra Darbe Olmaz mı?”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2017, s.4.
[93] Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, çev: Işın Gürbüz, Metis Yay., 1998, s.214.
[94] Mustafa Balbay, “Yeni Gezi: Sandık!”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2021, s.5.
[95] “Ya kimlikçi şiddete/ teröre sarılıp -kişiliği asıl yok eden- emperyalizmin kuyruğuna takılmayı/ efendi köle ilişkisini
sürdüreceksin… Ya da tam bağımsız Türkiye şiarıyla kimseyi ayrıştırmadan ülkenin insanıyla kucaklaşacaksın… Bu HDP’nin de
yol ayrımıdır.” (Soner Yalçın, “Bir PKK Analizi”, Sözcü, 16 Şubat 2021, s.10.)
[96] “15 Temmuz’un Kayıp Silahları”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2018, s.5.
[97] Cinayet sanığı 15 Temmuz’da dağıtıldığını itiraf etti, Emniyet ‘zimmet kaydı tutmadan dağıttık’ dedi. O silahlar 1.5
yıldır hâlâ aranıyor. 15 Temmuz darbe girişiminde TSK’ye ve Emniyet’e ait silahların bazılarının kayıp olduğu yönündeki soru
işaretleri giderilemedi. Darbe girişiminden iki hafta sonra Milli Savunma Bakanı Fikri Işık “Kayıp mermi ve silah olabilir” dedi.
Aynı günlerde Ankara’da işlenen bir cinayette kullanılan silah, sivillere satılmayan MP-5 cinsi olunca ve sanık “Bu tabancayı 15
Temmuz darbe gecesi Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün önünde dağıtmışlardı. Ben de orada almıştım” savunmasını yapınca,
Ankara Valiliği de İl Emniyet Müdürlüğü’nün talimatı ile silah depolarının kırıldığını, uzun namlulu silahların ve mühimmatın
personele, kimlikleri kontrol edildikten sonra ama zimmet kaydı tutulmadan verildiğini açıklamıştı. Açıklamada “Hızlı ve etkin
karşı koyulmasını sağlamak amacıyla, sorumluları beklenmeden, İl Emniyet Müdürlüğü’nün silah depolarının kapılarının kırılarak
uzun namlulu silahların ve mühimmatının personele dağıtılması talimatını vermiştir” ifadeleri kullanılmıştı. (“15 Temmuz’da
Sivillere Dağıtılmıştı… O Silahlar Nerede?”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2018, s.5.)

De Sneltoetsenhoek

U hebt geen sneltoets toegevoegd