Dünya Çocuk Hakları Günü, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım olarak belirlenip, üzerine bir bildiri yayımlanarak duyurulmuştu; ta 1959'da. Yine Birleşmiş Milletler tarafından Çocuk Hakları Sözleşmesi de maddeler halinde genişletilerek; özellikle eşitlik ve yaşam haklarına dair belirlemeler yapılmıştı, 1989'da. Fakat onlarca yıl geçmesine rağmen bu sözleşmeler hemen hemen hiçbir ülkede uygulanmadı. Gerek Türkiye'de gerekse dünya genelinde, büyük bir çocuk yığınının bu maddelere "layık bulunmadığı" devletlerin politikalarında ortaya çıkıyor. Öyle ki, sunulan haklara sahip olmadıklarını resmi istatistikler dahi kabul etmek zorunda kalıyor.
Kürt çocuklar, sadece yaşta çocuk!
Türkiye açısından değerlendirildiğinde, eğitim ve sağlık gibi temel haklardan dahi mahrum bırakılanlar, büyük oranda Kürt coğrafyalarındaki çocuklar oluyor. Pek tabii Kürt çocuklarının bunun dışında da "özel" konumları var; bomba sesleriyle uyanmak, panzer altında kalmak, yaşından fazla kurşunu sırtından yemek gibi. Türk devleti, kendisini "çağdaş" ve "ilerici" kavramlarıyla tanıtsa da, bahsettiğimiz sözleşmelerden olabildiğince kopuk politikalarıyla, bu nitelikten uzak olduğunu gösteriyor. 21 Kasım'da ölüm yıldönümü olan Uğur Kaymaz... Henüz 12 yaşındaki Mardin-Kızıltepeli Uğur, evleri resmi güvenlik güçlerince basılarak, sırtından tam 13 kurşun sıkılarak katledilmişti. Katliamın savunması olarak da, "çocuk terörist olamaz mı yani?" sorusuyla devlet, vatandaşı olan çocuklara yakıştırdığı konumu böyle açıklamıştı.
Kürt çocuklar üzerindeki bu tutum 2008'de de son bulmadı. Cizre'deki bir mitinge katılan 15 yaşındaki Yahya Menekşe; yaşı, canlı bir varlık oluşu, masumluğu gözardı edilerek, polis panzeriyle üzerinden geçilerek öldürüldü. Savunma yine hazırdı: Çocuğun ne işi var orada! Devlet, doğup büyüdüğü topraklarda yürümeyi dahi çocuklara çok görmüştü! Bir başka deyimle, Kürt çocuklarına ev hapsini dayatmaktan başka bir anlama gelemezdi bu. Coğrafyalarındaki olaylar yüzünden tutuklanan bazı Kürt çocuklar, yaşadıkları işkenceleri şöyle anlatıyorlar:
* "Ne olduğunu anlamadan gözaltına aldılar. Gözaltında dövdüler. Başıma soğuk su döktüler. Herhangi bir olaya karışmadım. Anadolu İmam Hatip Lisesi birinci sınıf öğrencisiyim." M.F. (15 yaşında)
* "Polis beni gruptan zannedip yakaladı. Tekme tokat döverek, çarşı Polis Karakolu'na getirdiler. Burada üzerimdekileri soyup dövmeye başladılar ve soğuk su döktüler. Sopa ile bize vurdular." M.Ç (14 yaşında)
* "Çevik kuvvet polisi beni yakaladı ve döverek Çarşı Karakolu'na götürdü. Burada tekme tokat vurdular. Beni soydular ve üzerime soğuk su döktüler. Ellerimi bant ile bağladılar. Ağzımdan kan geldi. Başka çocuklar da vardı. Polisler bizi tokatladı ve sopayla vurdular. Daha sonra çocuk polisine götürdüler. Burada da tokat attılar ve 'Apo'nun p.ç'leri' diye küfür ettiler." L.K (14 yaşında)
* "Çarşı Karakolu'na götürdüler. Döverek, soyup soğuk su döktüler. Polis bana "soyun ulan seni sinkaf edeceğim" diye bağırdı. Nezarete götürdüler ve burada da tekme tokat vurup, küfür ettiler. Olaylarla ilgim yoktur." R.K (16 yaşında)
KCK Önderi Abdullah Öcalan'a uygulanan fiziki müdahale nedeniyle Kürdistan'da baş gösteren olaylar sırasında da, 1 yurttaş yine güvenlik güçlerinin ateşiyle yaşamını yitirirken, Amed başta olmak üzere diğer illerle birlikte toplam 52 çocuk tutuklandı. Çocukların bir çoğu hala cezaevinde tutulurken, serbest bırakılanların anlatımına göre de, her biri ağır fiziki ve psikolojik işkenceye maruz kalmıştı.
İşkence kameralar önünde
Polislerin kameralar karşısında bir çocuğun kolunu kırmasını ve hiçbir şey olmamış gibi davranmasını geçtiğimiz aylarda öfke ve şaşkınlıkla izlemiştik. Görüntülenirken bu akıl almaz şiddeti uygulayan psikolojinin, yalnız bir ortamda neler yapabileceğini düşünmek dahi ürkütücü. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) başvuran bir Kürt aile de, çocuğunun engelli olmasına rağmen günlerdir gözaltında tutulduğunu şu sözlerle anlatıyor: "Mehmet Sait Çintosun: 20.10.2008 tarihinde Amed'de meydana gelen olaylarda oğlum Mesut Çintosun gözaltına alındı. Benim oğlum engellidir. Oğlumun engelli olduğuna ilişkin raporu olduğu gibi dış görünüş itibari ile de engelli olduğu bellidir. Buna rağmen oğlum pazartesiden cuma gününe kadar gözaltında tutuldu. Ve bu zaman zarfında oğlumun işaretlerle anlatımına göre kendisine 5 defa dayak atılmış ve kendisine işkence yapılmıştır."
Kaç halkın çocukları bombalarla büyür?
Bombalarla büyüyen daha kaç halkın çocukları vardır bilinmez; lakin birazdan vereceğimiz haber, devlet gibi, mahkemelerin de ne kadar "tarafsız" olduğunu açıklıyor. Haber şöyle: "1997 yılında Amed'e bağlı Ovabağ Köyü'nde 11 yaşındayken oyuncak diye eve getirdiği, ancak babasının "başkasının oyuncağı" zannederek dışarı attığı mayınla oynarken patlama sonucu sağ kolunu kaybeden çocuğun davasında baba Kasım Yüksel kusurlu sayıldı. Danıştay'a göre baba mayını imha etmeliydi." Kürt çocuklarının tek mağduriyeti savaştan kaynaklanmıyor. Zira eğitim ve sağlık başta olarak, birçok temel ve sosyal haktan da yine mağdurlar... Bir ülkede, klimalı dersliklerde eğitim gören çocuklar bulunurken, sobası dahi yakılamamış (çünkü sınıfın penceresi yoktur!) 50 kişilik sınıflarda eğitim görmeye "çalışan" çocuklar varsa, hangi sözleşmenin hangi hakkından bahsedebiliriz ki?.. Devletin yatırımda bulunmadığı Kürdistan'da, ekonominin her geçen gün daha kötüye gitmesi; çocukların sosyal talepleri bir yana, en temel gereksinimlerini dahi karşılıksız bırakıyor. Batı illeri ile kıyaslandığında ise bu durum muazzam bir farkı gözler önüne seriyor.
Çocukta anadilin önemi
İnsan Hakları ve Çocuk Hakları Evrensel Bildirgeleri, çağdaş toplumlarda üzerine titrenilerek korunan belirlemelerdir. Bilim insanları ve pedagoglar, anadilinde eğitim görmeyen çocukların sağlıksız geliştiklerini söylüyorlar. Yani başka bir dile zorlanmanın ve kendi dillerinden, annelerinden öğrendikleri dilden uzaklaştırılmanın çocuların gelişimine olumsuz etki yaptığını belirtiyorlar.
Ancak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda 20 Kasım 1989'da kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni Türkiye, 1990 yılında imzalamasına rağmen, bazı maddelerine çekince koymuştur. Çekince koyduğu maddelerdeki (17., 29., 30. Md.) hükümlerin en önemlileri ise şunlar: "Kitle iletişim araçlarını, azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik edilmesi." (17.madde (d) bendi) Eğitimin "çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi." (29.madde (c) bendi) "Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz." (30. madde) Türkçe bilmeye zorlanan Kürt çocuklar, kendi dillerinin de yasaklanmasıyla, bir anda içinde bulundukları dayatmalar yüzünden normal bir gelişim sürecine giremiyorlar.
"Öğretmenim Halil Kürtçe gülüyor!"
Jim Cummins'e göre de farklı kültürlerden gelen çocuklar baskın dilde eğitime başladığında çocukla ebeveyn arasındaki iletişim kesiliyor ve pedagojinin temel kuralı olan, çocuğun deneyimlerle kazandığı bilgiler üzerinden öğretim yürütülmesi ilkesi ihlal ediliyor. Çocuğa doğrudan ya da ima yoluyla "kendi kültürünü okul kapısının dışında bırakacaksın" dendiği için çocuk kendisini reddedilmiş olarak hissediyor ve çocuğun öğrenme ortamına aktif katılımı engellenmiş oluyor.
Konuyla ilgili yorumuna başvurduğumuz Aydın Barosu Çocuk Hakları Komisyonu'ndan Av. Hicran Danışman, olaya şu örnekle yaklaştı: "Her birey gibi çocukların da annelerinden öğrendikleri dilde yani en iyi anladıkları ve kendilerini en iyi ifade edebildikleri dilde eğitim görmeleri onların en temel haklarıdır. Emekli öğretmen olan bir arkadaşımın anlattığı şu anekdot bu hakkın önemini özetler herhalde: Öğretmenin mesleğe atıldığı ilk yıllarda ve memleketin Kürt illerinde göreve başlamıştır. Çocuklar derste Kürtçe konuşmakta, öğretmen bir şey anlamamaktadır. Bu nedenle çocuklara "sınıfta Kürtçe konuşmak yasak bundan sonra konuşanı cezalandırırım" der. Bir gün çocuğun biri el kaldırır ve arkadaşlarından birini şikayet eder, "Öğretmenim! Öğretmenim! Halil Kürtçe gülüyor!" Öğretmen bu cümleyle ayılır ve çocuklardan özür diler, kendi dillerinde konuşmalarının onların en doğal hakları olduğunu, yasağın kalktığını söyler. Nitekim herkes kendi dilinde konuşmalı, kendi dilinde gülmelidir."
Hukukçu Hicran Danışman, Türkiye'deki farklılıklara karşı baskıların çocuklar üzerinde de yer bulduğunu ifade ederek, devam etti: "Yasalara ve uluslararası sözleşmelere göre 18 yaşına kadar herkes çocuktur. Bu yasalardaki ve sözleşmelerdeki haklar bütün çocuklar içindir. Yani, dil, din, ırk, mezhep ayrımı yapılmaksızın her çocuk bu haklara sahiptir. Hiçbir çocuk Kürt olduğu için öldürülmeyi hak etmez. Uğur Kaymaz da hak etmemişti. Hiçbir çocuk Alevi olduğu için de ayrı bir muamele göremez. Hukuk, ancak ona uygulanabilirlik yaratan bir alt yapının üzerinde şekillenebilir. Ülkemizde kimi yasalar çocukların doğal gelişimi ve özgürlüklerini sınırlarken "ana dilde eğitim, çocuk emeğinin sömürülmesi ve diğer sosyal ekonomik ve kültürel düzenlemeler" kimileriyse tozlu raflarda çürürken binlerce çocuğun çaresiz kalmasını, çocukların daha zamanı gelmeden yetişkin(!) yapılmasını engelleyemiyor….
Yoksulluk çocukları suça itiyor
Çocuklar tarafından mala karşı işlenen suçlarda listenin başında yüzde 80 ile "hırsızlık" geliyor. 2005 yılının ilk 6 ayında toplam hırsızlık şüphelisi 39 bin 468 kişi. Bunun 13 bin 246'sı çocuk. Diğer bir ifade ile hırsızlıkla suçlanan her 100 kişiden 34'ü çocuk. Hırsızlıkla suçlanan her 100 çocuğun da 13'ü kız. Çocukların cezaevine girme nedenlerinin başında ise "hırsızlık" suçu geliyor. Buna ne kadar "suç" denilir, tartışılır. Zira hırsızlığın en önemli gerekçesi olan ekonomik yetersizlik, Türkiye'de muazzam bir oranda ilerleme kaydediyor. Son yıllarda AKP hükümetinin uyguladığı ekonomi programı, özelleştirilen kurumlardan çıkarılan onbinlerce işçinin kıyıma uğramasını sağladı. Doğal olarak bu denli ani gelişmelerde, "kriz" denilebilecek biçimde baş gösteren olumsuzlukların içindeki toplumlarda, hırsızlıktaki oranın artmaması mümkün değil.
Konuyla ilgili araştırmalar, 1988'den 2000 yılına kadar çocuk mahkemelerine yıllık ortalama 4 bin 238 dava geldiğini, bu sayının Türkiye'nin en ağır ekonomik krizinin yaşandığı 2001 yılından itibaren artış gösterdiğini yansıtıyor. Türkiye'deki çocuk mahkemelerine 2001 yılında ortalama 5 bin 206, 2002 yılında 5 bin 374 yeni dava geldi. 2003 yılında 16-18 yaş grubundaki davalara da çocuk mahkemelerinde bakılmaya başlanması ile birlikte sayı 21 bin 576'ya yükseldi. 2004 yılında ise açılan dava sayısı bir önceki yıla göre yüzde 64'lük rekor artışla 35 bin 448'e çıktı.
Baklava çalanlar hapiste, dolandırıcılar dışarda
Dört kişilik bir ailenin "açlık sınırı" kabul edilen asgari gıda harcaması geçen yılın fiyatlarıyla 750 YTL'yi, "yoksullık sınırı" kabul edilen diğer gereksinimleriyle birlikte toplamda yapması gereken asgari harcama tutarı da 2 bin 500 YTL'yi aşmak üzere. Ancak Türkiye'de büyük bir çoğunluk bu ücretlerin altında yaşamak zorunda kalıyor. Yani "mutlu azınlık"ı daha da mutlu etmeye çabalayan devlet, halkı bir yana itiyor. Tüm bu sıkıntılar hesap edildiğinde de, sorumlu olarak yargılanması gereken "çocuk hırsızlar" değil, onları bu duruma mecbur edenlerdir. Öyleki ülkemizde baklava çalan çocuklar cezaevlerine atılırken, en büyük yolsuzluklara imza atanlar refah içinde yaşamaya devam ediyor!
Hırsızlığın en önemli nedeni ekonomik yetersizlik olsa da, bunu tetikleyenler arasında eğitim sorunu da bulunuyor. Araştırmalara göre, cezaevindeki çocukların yüzde 7'si okuma ve yazma bilmiyor. Cezaevindeki her 100 çocuktan 37'si ilkokul, yüzde 18'i ortaokul, yüzde 4'ü lise mezunu. Yani, eğitim seviyesi düştükçe suçluluk oranı da yükseliyor. Mutlaka burada da sorumlu olan, temel hak olan eğitimi vatandaşı olan her çocuğun almasına zemin yaratamayan devlettir.
Çocuk işçiler
Türkiye'de 7 ile 14 yaş arasındaki her üç çocuktan biri de çalıştırılıyor. Türkiye çocuk işçiliğinin her geçen gün arttığı ülkelerden biri. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün araştırmasına göre 7 ile 14 yaş arasındaki toplam 11 milyon çocuğun, 4 milyona yakını çalışıyor ve bu çocukların yarısından çoğu okuma-yazma bilmiyor. Türkiye'de çocuklar ortalama 13 yaşında "iş hayatı"na atılıyor. Çalışan çocukların babalarının, yüzde 45'i işçi, yüzde 26'sı ise serbest meslekle uğraşıyor. Çocukların yüzde 37'si okuyamadığı için, yüzde 24'i meslek öğrenmek için, yüzde 17'si de aileye katkı sağlamak için çalıştıkları tespit ediliyor. Yüzde 64'ü ise kazandığı paranın tamamını ya da çoğunu ailesine veriyor.
Türkiye'de çocukların yüzde 24'ü çalışırken bu sayı Brezilya'da yüzde 16, Mısır'da yüzde 11, Pakistan'da 17, Senegal'de yüzde 31, Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD'de ise ortalama yüzde 2'nin altında. Çocuk işçilerin çalıştığı sektörler ise geniş bir yelpazeyi oluşturuyor. Oto sanayiden, tekstile, ayakkabı tamirciliğinden, simit satıcılığına kadar geniş bir alanda çocuk işçilere rastlamak mümkün.
Yaşam haklarına yönelik ihlaller
İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) 2007 bilançosuna göre, devlet, çocukların hayatlarının korunmasında da yeterli önlemi almıyor. Onlarca çocuk fuhuşa zorlanarak psikolojik bunalıma giriyor ve bunların arasından bazıları intihar teşebbüsünde bulunuyor. 2007 bilançosu, toplam 47 çocuğun çeşitli nedenlerle intihar ettiğini ve 28'inin bu sebeple yaşamını yitirdiğini açıklıyor. Ev içi şiddete uğrayarak tespit edilebilmiş çocuk ölüm sayısı ise 34. 29 çocuk ise yine ev içinde şiddet uygulandığı için yaralanarak tedavi altına alınmış, 7 çocuk taciz ve tecavüze maruz kalmış durumda. Toplumsal alanda şiddete uğrayarak ölen çocuk sayısı ise 37. 47 çocuk aynı uygulamayla yaralanırken, 92'sinin de taciz ve tecavüze uğradığı kanıtlanmış durumda. Mayın ve bomba patlaması sonucunda da çocuklar körü körüne hayatlarından oluyor... Sadece geçen yıl toplam 8 çocuk bu yüzden yaşamını yitirdi. Öldürülen ve faillerinin bulunmadığı çocuk sayısı da yine 2007 rakamlarıyla 3 iken, "namus cinayeti" ile öldürülen de toplam 6 çocuk bulunuyor. Ek olarak, 1990-2003 yılları arasındaki verilerde ise, 544 mayın patlamasında 284 çocuk yaşamını yitirdi, 253'ü de yaralandı.
Araştırmalar, geçtiğimiz yıllarda 60 bini aşkın çocuğun bağımlılık içeren madde kullandığının tespit edildiğini gösteriyor. Her üç çocuktan birinin sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde olduğu Türkiye'de, hiç aşı olmayan çocuk sayısı gittikçe artarken, 12-23 aylık bebeklerin ise sadece yarısından daha az bir oranı aşılı halde.
Önceki yılların istatistiklerine göre, 4-18 yaşları arasındaki çocuk nüfusu içinde 1 milyon 100 bin özürlü çocuk bulunuyor. 45 bin görme, 130 bin işitme, 500 bin zihinsel, 300 bin hareket engelleri olan engelli çocuklar için verilen eğitim ise yetersiz. Engelli çocukların okullaşma oranları yüzde 2 civarında.
Ali Barış Kurt
Yeni Özgür Politika / 11.12.08