
AKP’nin ilk kez iktidara gelmesinin arifesinde, Türkiye, hala
üretim araçlarının üretimi bakımından dışa bağımlı olmakla karakterize bir
kapitalist gelişme düzeyinde, buna bağlı olarak düşük teknolojiye dayalı, yani
emek üretkenliğinin kapitalistlerin rekabet etmesine elverişli bir düzeyde
olmadığı bir ülke tablosu çiziyordu. Dolayısıyla üretim daha çok emek yoğun,
rekabet düşük ücretlere dayanarak devam ediyordu. 2000 yılında sanayi
istihdamının yüzde 13’ünü oluşturan kadınların en önemli sorunları düşük ücretler
ve emek yoğun sektörlerde yoğunlaştıkları düşünüldüğünde uzun iş günüydü
denebilir. Buna bugün aldığı devasa boyut kadar olmasa da yaygınlaşan kayıtdışı
çalışmanın bir sonucu olarak güvencesizleşme de eklenmelidir.
Kadın istihdamının en yoğun olduğu tarım üretiminde ise devlet
desteğinin azalması, istihdamı da garanti altına alan kamu işletmelerinin
özelleştirilmesi, dolayısıyla tarım sektörünün üretimde azalan payı bu alandaki
kadın istihdamında dramatik bir düşüşle sonuçlandı. Zaten birçoğu ücretsiz aile işçiliği yapan
milyonlarca kadın tarım dışına itildi. Tarım dışına itilen kadınların sayısı
milyonlarla ifade edilirken, sanayide istihdama giren kadınların sayısını ancak
on binlerle ifade edilebilir durumda. Bu devasa açık üç olguyla açıklanabilir.
Her şeyden önce yüzbinlerce kadın işsizleşti. Buna bağlı olarak, kadınlar
giderek büyüyen kayıt dışı istihdama katıldı. Tarım dışı kalan kadınların
azımsanmayacak bir bölümü hizmetler sektörüne kaydı; 2000 yılında çalışan 100
kadından 26’sı, 2014 yılında ise çalışan 100 kadından 61’i hizmetlerde
çalışıyor.
Bu dramatik ve çok boyutlu dönüşümlerin altında, AKP’li yılları
da başından sonuna karakterize eden şey ise mali sermaye ihracının hız
kazanması, buna bağlı olarak çokça dindar-muhafazakar olarak nitelenen yeni
sermaye gruplarının palazlanmasıdır. İktidar çevresinde olmanın bir avantajı
olan teşviklerle birlikte düşük ücretlerin kaymağını yiyip semiren yeni
sanayiciler sermaye birikimi elde ettikleri sektörlerden enerji, iletişim gibi
sektörlere de girme fırsatı bulmuş, rekabetin bir aktörü haline gelmişlerdir.
Ucuz emek havuzları saklı tutulmak, hatta baskılanabilir olduğu her yerde
ücretleri baskılamaya devam etmek kaydıyla, TÜSİAD ve İstanbul Ticaret Odası
düşük ücret avantajının yetmediğini, teknoloji yoğun ürünlere ihtiyaç olduğunu,
emek üretkenliğini artırmak gerektiğine dair vurguları hatırlanmalı. Hem ucuz
emek havuzunun genişletilmesi hem de emek üretkenliğinin artırılmasının çalışma
yaşamındaki formülü amansız bir esnekleşme olmuştur. Sermaye; orta ve yüksek
teknolojili ürünlerin üretiminde, istihdam edilmek ya da istihdamda kalabilmek
için “yaşam boyu eğitim” almak zorunda olan, emek gücünün yeniden üretimini ev
içi karşılıksız emeğiyle sermayenin sırtına yük olmadan garantileyebilen, yoksulluğu
birtakım temel tüketim mallarını evde üreterek göğüsleyebilen; kısacası hem
işçi hem işsiz, hem anne hem eş, hem sınıf annesi hem de hizmetli olabilen bir
emekçi kadın ordusu yaratılması için iktidardaki ortağına kanun önerilerinde
bulunmuştur. Meclisten geçen torbaları dolduran işte bu kanunlardır.
MUHAFAZAKARLAŞMANIN ÇELİŞKİYİ DERİNLEŞTİREN KARAKTERİ
AKP’nin tüm bu politikaların yegane uygulayıcısı konumundayken
emekçi kadınlardan aldığı destek açıklanmaya muhtaç görünebilir.
Kadın istihdamında dönüşümlerin en yakıcı sonucu olan işsizlik
ve buna bağlı olarak yoksullaşma emekçi kadınların önündeki terazinin bir
kefesinde duruyor. Teraziyi tümden yıkacak ya da en azından burjuvaziyi taviz
vermeye zorlayacak bir mücadelenin örgütlenememiş olması, kadınları ister
istemez tüm kurumları (Özel İstihdam Büroları) ve tüm biçimleriyle (yarı
zamanlı çalışma, ev eksenli çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma)
terazinin öbür kesesinde duran esnek çalışmaya itiyor. İkincisi, emek gücünün
yeniden üretiminin hizmetine koşulan kadının her geçen gün daha da zorlaşan ev
içi bakım emeğinin “değersizliği” çeşitli sosyal yardımlarla sübvanse edilmeye
çalışılıyor; kadınlara, şimdiye dek hiç itibar görmeyen emeklerinin “değer”
gördüğü yanılgısı yaşatılıyor.
AKP, tüm bu politikaların adresine ulaşması için mahalle mahalle
örgütlenen kadın kollarını seferber ediyor. Nesnel bakımdan olanakları gelişen
ama emekçiler nezdinde bir olanak olarak görülmeyen sınıf mücadelesi, adresine
ulaşan politikaların yarattığı “sınıf atlama” ya da “statü yükseltme”
yanılsamasıyla gölgelenirken, kadınlar içine itildikleri yoğun değersizlik ve
yalnızlık duygusunu “yardım alma”, “gezilerde, mevlitlerde ve mahalle
toplantılarında sosyalleşme”, “evde işsiz oturacağına bir işe yarama” olanaklarıyla
sağaltmaya çalışıyor. Kadınları muazzam bir sömürü cehennemine sokan AKP,
manevi durumlarını istismar etmek üzere her yola başvuruyor.
SINIRLAR, OLANAKLAR VE MÜCADELE
Tüm bunlar, emekçi kadın kitlelerinin sarsılmaz bir şekilde AKP
saflarında yedeklendiği anlamına gelmiyor. OHAL koşullarında ölçülemez
boyutlarda artan işsizlik, şiddet ve üst üste patlak veren çocuk istismarı
vakaları kadınların rezervlerinin başlıca konularını oluşturuyor. Kendisini
Erdoğan’ın iktidarıyla özdeşleştirerek güçlü hisseden ve/veya AKP ile pragmatik
bir ilişki içerisinde giren, bu durumu seçimlerde sandığa yansıtan kadınlar,
OHAL döneminin yarattığı çekincelerle “Tek Adam Rejimi”ne mesafe koyuyor.
Kadınlar arasındaki Erdoğan-AKP fanatizmi yerini giderek “alternatifsizlik” kaygısına
bırakıyor. Ayrıca, yine OHAL
koşullarında Gelir Vergisi Kanununda yapılan değişiklikle işverenlere yarı
zamanlı çalışmada çalışılacak zaman aralığının işyerinin geleneklerine göre
belirleme yetkisinin verilmesi kadınlar için sadece aile yaşamının, sokağın ve
ülkenin değil aynı zamanda işyerinin de terörize edileceğine işaret ediyor.
Çelişkinin gelip dayandığı bir diğer sınır ise liberal
demokrasiye ait. Anayasa değişikliğiyle gündeme gelen meclis tartışmalarında
sol liberal aydınlar ve sosyal demokratlar, yasama-yürütme-yargı ayrılığına
dayanan burjuva parlamentarizmini, demokrasinin kaybedilmesi teklif dahi
edilemez bir kalesiymişçesine argümanlar geliştiriyor, politik söylemlerinin
merkezine bu savunuyu koyuyor.
Zaten sınıf olarak burjuvazi denetiminde olan ve dolayısıyla
işçi sınıfına kapalı bir mekanizma olan devlet ve onun yasama organı olan
meclisin var olan kısıtlı yetkilerinin de budanması, işlevine kast edilmesi,
ondan soyutlanmış emekçi yığınlarının en geri bilincinde liberalizmin sandığı
kadar aykırı bir durum olarak okunmamaktadır. Tam tersine, burjuva devletin bu
karakterinden faydalanan AKP, parlamentarizmin devlet-toplum arasında bir
“mesafe” yarattığı savına (ve gerçeğine) dayanarak, devlet ve toplum arasında
kaynaşma özlemini istismar ederek, “millet iradesinin egemen kılınması için
çift başlılık ortadan kalkmalı, sandıktan tek parti çıkmalıdır” söylemini
kuruyor.
Ezilen ve ikincil cinsiyet konumunda olan kadınlar içinse bu
“meclisin yabancısı olma” hali özel bir anlam ifade ediyor. Burjuva meclis,
sadece işçi sınıfına ve dolayısıyla onun kadın yarısına değil, proletarya
dışındaki kadınlara da kapılarını kapatır. Türkiye gibi muhafazakar
ülkelerdeyse bu çok daha vahim bir tablo çizer. Nitekim, Mecliste en fazla
kadın vekil sayısına sahip (yüzde 38) HDP dışarıda tutulduğunda kadın oranı
yüzde 11,8’e kadar geriliyor. Yani, meclisin tehlike altında olması tek başına
“bir kazanımın kaybedilmesi” huzursuzluğunu infial düzeyinde tetiklemiyor.
Sonuç olarak, “tek adam tek parti yönetimi”nin bir “rejim” değişikliği, bir
diktatörlük inşası olarak anlaşılması kendiliğinden gerçekleşmiyor. Değişimden
huzursuz olan kadınlar, kaygılarını en fazla “alternatifsizlik” düzeyinde
açıklıyor.
Ne var ki, kendiliğindenliğin bu sınırı aynı zamanda bilinçli
bir mücadelenin de olanaklarını ifade ediyor. Türkiye’de yakın dönemden sadece
bir örnek bile bunu somutlar nitelikte: Kürtajın yasaklanmaya çalışıldığı
dönem. Kürtajın yasaklanması kadınların “merdiven altı kürtaj” yöntemlerine
başvurması ve birçoğunun ölmesi anlamına geliyor. Bu gerçeğin yerellerde
tartışılmasıyla formüle edilen “Kürtaj yasağı cinayettir” sloganı etrafında
kümelenen emekçi kadınlarla, yasağı “ataerkinin kadın bedeni üzerindeki
tahakkümü” olarak yorumlayan ve “Bedenim bedenim, benim kararım” sloganı
etrafında harekete geçen feministler “Kürtaj yasağına hayır!” sloganında
ortaklaşabilmişler ve hükümete geri adım attırabilmişlerdi. Benzer bir biçimde,
hem de baskıcı OHAL koşullarında çocukların istismarcılarıyla evlendirilmesini
öngören yasa tasarısının geri çekilmesi, yine emekçi kadınlar ve feministlerin
ortak tepkisiyle mümkün oldu. Her iki örnekte de, parlamento dışı kılınan
kadınlar, önce kendi özgün taleplerini ortaya koydular, sonra ortaklaştıkları
bir talep etrafında birleşerek harekete geçip sokağa döküldüler ve yasaları
geri çektirerek meclise “dışarıdan” müdahale etmiş oldular.
REFERANDUMUN ÖNCESİ, SONRASI: NE YAPMALI?
Bugün yapılması gereken, hayatın her alanında, ataerkil baskı ve
istismarın ve kapitalizmle olan kopmaz bağının günlük somut görünümleriyle,
cinsiyet eşitsizliği ve neoliberal politikalar arasındaki, muhafazakarlık ve
kadına yönelik şiddet arasındaki, ataerkil aile ile kapitalist sömürü
arasındaki kopmaz bağların politik teşhiridir. Regl kanı pantolona geçirilene
kadar çalıştırılan kadına kadınlar için edep, ahlak kılavuzu dağıtan ulemanın
ahlaksızlığını tartışmak, makine bandını “bu eller benim mi” diye sordurtacak
kadar hızlı çalıştıran patrona, sahibi olduğu medya holdinginin gazetelerinde
“çocuğunu evde bırakıp çalışan anne” haberlerinin hesabını sordurtmaktır.
Babaanne maaşı için başvuran 65 bin kadından biri olan ama maaşın verileceği 6
bin kadından biri olamayan ev işçisinden “3 çocuk doğur” diyen
başbakan/cumhurbaşkanını “sevmeyi,
anlamayı, empati kurmayı” bırakmasını talep etmektir. Her gün kapısının önünden
geçtiğimiz esnaftan çöp konteynırlarının yanı başında kız çocuklarının
bedeninin pazarlandığı ikiyüzlü muhafazakarlığı görüp son vermesini istemektir.
Ancak böylesi bir politik teşhirle emekçi kadın kitleleri “tek
parti tek adam rejimini”ni durdurma ve giderek geriletme mücadelesinin bir
parçası haline gelebilir. Aksi halde, kurulmaya çalışılan “Tek Adam
Diktatörlüğü”nün inşasının durdurulmadığı koşullarda, yani bugünkü faşizan
eğilimlerin ve pratiklerin artık topyekün bir vücuda evrildiği koşullarda,
kadınlar bugünkü mücadele olanaklarını da kaybedecek, örneğin kürtajın
yasaklanması, çocukların tecavüzcüleri ile evlendirilmesi “bir gecelik” bir
mesaiye bağlı olacaktır.
Fulya Alikoç
Kırkyama