
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin
24’üncü maddesinde belirtilen dinlenme, eğlenme hakkımı kullanmaya çalışıyorum.
Tembellik hakkımı kullandığımı da söyleyebilirim. Sahi insan hakları
bildirgelerinde çalışma hakkı iri iri vurgulanırken tembellik hakkına neden
değinilmez ki?
Tembellik derken kastım, işsiz güçsüz
sırt üstü yatmak, armut piş ağzıma düş bir hayat sürmek, serserilik yapmak
değil elbet. Tembellik derken, kapitalistlerin servetini artırmaktan başka bir
sonuç getirmeyen, insanı insanlıktan çıkartan, emek sürecini işkenceye
dönüştüren ağır çalışma koşullarına karşı isyanı, insanların kendilerine vakit
ayırabilmelerini, o vakitte kendilerini gerçekleştirecekleri aktivitelere
yönelmelerini kastediyorum. Yani çalışmak ve para kazanmak, yaşamı sürdürmeye
yetecek kadar olmalı. İnsan, tembellikten arta kalan zamanında çalışmalı.
Tembelliğin hak olarak tanımlanmamasının
vebali filozoflara ve din büyüklerine ait. Filozofların ve din büyüklerinin
çoğunluğu, çalışmayı kutsallaştırmışlar, tembelliği melanet kaynağı şeytan işi
diye aşağılamışlar. “Arkadaş, tembellik hep başkalarına çalışan insanın biraz
da kendine vakit ayırmasıdır, para kazanmak için helak olmayı bırakıp kendisini
biraz da kültür sanat ve kişisel hobilerine vermesidir” diyene pek rastlanmamış.
Arada aziz Marks’ın damadı Paul Lafargue
çıkmış, sermayenin çalıştırmaya değer bulmadığı işsizler adına “Ey tembellik,
uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası
tembellik, insan kaygılarına merhem ol!” diyerek tembellik hakkını insanlığa
armağan etmiş.
‘Aylaklığa Övgü’nün yazarı Bertrand
Russell’a da bu vesileyle selam olsun!
Ayıptır söylemesi, dokuz günlük tatil,
tembellik hakkımı kullanmam için “Allah’ın lütfu” oldu. Ormanın yeşiliyle
denizin mavisinin karıştığı lacivert bir deniz olmasa da, Marmara Denizi
kıyısında güzel bir yerde yan gelip yatıyorum. Bölünmemiş uykunun nasıl güzel
bir şey olduğunu yeniden fark ettim. Dinlendiren kaliteli bir uykunun ardından,
ezan diye bağıran evliyaların çığlıkları veya şehrin gürültüsü olmadan
kendiliğinden uyanmak, uyandıktan sonra ters yöne yatıp bir daha bir daha
uyumak ne güzelmiş. Uyku güzel olunca rüyalar da güzel ve kaliteli oluyor.
Yahya Kemal’in “Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür” dizesi aklıma geliyor.
Allah’tan ölüm uykusunda değilim.
Oh be! Bu anda ne aşk acısı ne toprağa
karışanların yası ne işsizlik kâbusu ne iş güç ne de evladü ayalin derdi. Gerçi
İşkence Kurbanlarına Saygı Anıtı’nda ADAM-DER’in düzenlediği darbeleri protesto
gösterisine de katıldım ama bunun dışında “ne olacak bu memleketin ümmetin
hali” derdi de tatile girdi.
Memleketin hali içler acısıyken bile bir
parça dinlenebilmek, rehabilite olmak nasıl da ihtiyaçmış. Uyandıktan sonra
alışkanlıkla en az bir saatlik yürüyüş sonrasında kuşluk vaktinde kahvaltı daha
da güzel. Ardından keyfine göre denize girmek ya da olimpik ölçülerdeki bakımlı
havuzda kulaç atmak, kerahat vaktinde demlenmek ondan da güzel ve keyifli.
Denize havuza girip çıkanlar nasıl da
mutlu görünüyorlar. En çok da çocuklar. Tek çocuk çok çocuk fark etmiyor. Her
biri ayrı bir enerji kaynağı. Hangi yaşta olursa olsunlar, ille de babalarıyla
birlikte yüzecekler oynayacaklar. Birisi babasının omzuna çıkıp suya atlamaya
çalışırken öbürü kolundan çekiştiriyor. Üçüncüsü gözlüğünü havuza veya denize
atıp babasından çıkarmasını istiyor. Bir başka çocuk, ayaklarında palet,
babasına yüzme yarışı teklif ediyor. Anne de suya giriyor çıkıyor ama
çocukların ezici çoğunluğu babayla yüzmeyi oynamayı tercih ediyor. Bu tercihte
annelerin babalar kadar yüzme bilmeyişleri de etkili tabii. İmreniyorum bu
mutluluk tablosuna. Çocuklarım çocukken biz de böyle oynar şakalaşırdık. Artık
çok büyükler. Torun da yok...
Tembellik hakkını kullanabilmenin
keyfiyle dalıp gitmişken fark ediyorum. Baba dizlerinin altına kadar uzanan
şort giymiş. Haşema denilen giysi bu olsa gerek. Suda yüzebilmek için en uygun
kıyafet mayo. Dizüstü şort bile yüzmeyi zorlaştırıyor. Kim bilir haşema ne
kadar sıkıntı veriyordur. Olsun, vatandaş hangi kıyafetle istiyorsa o kıyafetle
yüzsün.
Hangi kıyafetle suya girecekse o
kıyafetle girsin de kadına niye yasak? Kadın, yani anne o sıcakta tepeden
tırnağa giyinik, başı türbanlı. Çocuklar anne babanın kopyası. Kız yetişkinse
annesi gibi giyinik ve türbanlı. O da suya girmiyor. Baba ve erkek çocuklar
rahat rahat suya girip çıkıyorlar, şakalaşıyorlar oynuyorlar, serinleyip
rahatlıyorlar. Anne ve kızı en fazla ayaklarını suya sokuyorlar, baba ve erkek
çocuklar sudan çıktıklarında havlularını bornozlarını yetiştiriyorlar.
Kadının ve kızın böylesine kısıtlandığı
hayat, tekil bir hayat değil, öylesine yaygın öylesine kuşatıcı ki. Son otuz
kırk yılda toplumun asli hayat tarzı haline geldi.
Anne ve kızı razıysa söyleyecek söz
kalmaz da, niye böyle bir kısıtlılık? Allah öyle mi emretmiş? Öyle emrettiğini
söylüyor siyasal İslam’ın uluları, cüppelileri. İyi de, her şeye gücü yeten,
aklın almayacağı genişlikte ve büyüklükteki evrenin sahibi Allah kadınları
yetişkin kızları erkeklerle aynı haklara sahip kılabilecekken, neden böyle bir
mahrumiyete mahkum etsin ki?
Tam da tembellik hakkımı kullanırken
neler geçiyor aklımdan neler. Fakültede öğretim görevlisiyken türbanlı kızlara
hiç diğerlerinden farklı gözle bakmadım, sadece öğrenci olarak gördüm. Onlar da
bunun farkındaydı. Çok içten hoca/öğrenci yakınlığı vardı aramızda.
Geçenlerde Hürriyet’ten Ayşe Arman’ın
tesettüre giren bir sinema oyuncusuyla söyleşisi yayımlanmıştı. Ayşe’nin de
belirttiği gibi National Geographic fotoğrafçısının görüntülediği Afgan
kızınkiyle aynı derinlikteki gözlerin sahibi kızcağız “Özgürleşmek için kapandım”
diyor.
Emine Erdoğan da örtünerek özgürleşmişti
galiba. Genç kızlığında ağabeyinin baskısıyla örtünmeye zorlandığında
kabullenmekte öyle zorlanmış ki, “Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği
zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm” diye anlatıyor.
Siyasal İslam’ın bayrağını örtünerek
özgürleşmek...
Ama o sıcakta bile tepeden tırnağa
giyinik olmak ve suya girememek.
Söylemek uygun düşerse türbana sarınmak
özgürleşmek için yetmez.
Özgürleşmek türbana sarınmak ise,
özgürleşmenin çok ama çok başka yolları da var.
Örneğin, türbanı emreden Allah “Ey
peygamber hanımları, siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz. (...)
Vakarınızla evlerinizde oturun, cahiliye devrindeki gibi süslenip çıkmayın!”
(Ahzab/32-33) emrini de vermiş. Yani, İslam Peygamberi’nin hanımları bile
evlerinde oturmaya memur edilmişler. Bu durumda, inancını yaşamak isteyen
sıradan kadın evinden çıkmayarak çok daha fazla özgürleşebilir demektir!
Böylece tembellik hakkını da kullanmış olur!!!
Allah, “Erkekler kadınlar üzerinde
hakimdirler. Çünkü, Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler
mallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar itaakârdırlar.” (Nisa/34)
emrini de vermiş. Yani inancını yaşayarak özgürleşmek isteyen kadın erkeğin
üstünlüğünü kabul ederek çok daha geniş bir özgürlüğe adımını atabilir
demektir!
Mesela Allah “Serkeşlik etmelerinden
endişe ettiğiniz kadınlara önce nasihat edin, sonra yataklarında yalnız
bırakın, yine dinlemezlerse dövün!” (Nisa/34) diye de emrediyor. Bu emir,
ayaklarını suya sokmakla yetinmeyip sere serpe suya girmeye yeltenecek kadınlar
için de geçerli olabilir. İşte özgürleşmenin bir yolu ve yöntemi daha!
İnancını yaşayarak özgürleşme olanakları
bu kadarla sınırlı değil. Allah erkek kullarına “Size helâl olan kadınlardan
ikişer, üçer, dörder nikâhlayın...” (Nisa/3) emrini de vermiş. Ne hürriyet ne
hürriyet değil mi!
Başka özgürleşme emirleri de var da,
vaaz uzadı, saymayayım.
Vaazı uzatsan ne fayda bitirsen ne
fayda!
En iyisi tembellik hakkımı kullanayım.
Tabiatın tüm güzellikleri hak edenlerin
olsun, amin!
Rahmi Yıldırım