15 Mart 2017 Çarşamba

16 Mart Katliamı: Hatırlamak unutmamaktır..!

1978’in 16 Mart günü, saat. 13.20... Öğrencilere İstanbul Üniversitesi merkez binasından çıkışına eşlik etmesi gereken polisler her nedense (!) o gün başka göreve gönderilmişler, bu göreve verilen Emniyet amiri Reşat Altaylı ve denetiminde bir polis ekibince öğrenciler, okulu korumasız terk etmeye zorlanmışlardı. Dışarıya zorla çıkarılan ilerici-devrimci öğrenciler her gün kendileriyle ülkücü/faşistler arasında barikat oluşturan polisleri bu kez bulamadılar. Ancak dokuz polis vardı. Okulun önü boştu. Beyazıt Meydanı’na biriken faşistler ‘’Beyazıt komünistlere mezar olacak’’ sloganını atıyorlardı. Her zaman yaptıkları gibi sağ taraftaki Eczacılık Fakültesi’nin önüne yönelmişlerdi ki, Zülküf İsot ‘’kahrolsun komünistler’’ diye bağırarak bomba attı. Patlayan bombanın ardından yaylım ateşi ve ölüm çığlıkları yükselmeye başladı. Ortalık durulduğunda, 41 öğrenci yerlerde kıvranıyordu. Bunlardan Hatice Özen, Baki Ekiz, A.Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl olay yerinde, Cemil Sönmez ve Murat Kurt kaldırıldığı hastanede öleceklerdi.
‘Bomba atılacağı biliniyordu’
Bu cümle 39. yıldır karanlıkta tutulan 16 Mart katliamını özetliyordu. İstanbul Emniyeti’ne gönderilen bir bilgi notunda, ‘sol gruba mensup öğrencilerin fakülteye devam etmeleri halinde 8-10 gün içinde bu grubun üzerine bomba atılacağı’ ihbar edilmesine rağmen herhangi bir tedbir alınmayacaktı. Katliamdan sonra 1978 yılında, bir grup Ülkü Ocaklı ve MHP’li yönetici hakkında İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın başlattığı kamu soruşturması, 17’si ile ilgili olarak takipsizlikle sonuçlanırken, diğerleri ile ilgili olarak İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde süren dava, 1982 yılında delil yetersizliğinden beraat ile sonuçlandı. Kanlı olayların üstüne gitmek için darbe yaptıkların iddia edenler, darbeye gerekçe olan en önemli katliamlardan birinin soruşturulmasını engellediler. Sanıklar aklanınca dosya kapandı.
“Dosya kapandı”, ama toplumun mahşeri vicdanı derinden yaralayan olaylar hiç unutulmuyordu. Gün geliyor, toplumsal hatırlama bilinci ve tarihi adalet hükmünü yürütüyor, “hortlakların yürüyüşü” başlıyordu. 1997 yılında İstanbul Barosu Susurluk Komisyonu’na gelen bazı belgelerden katliamın karanlık noktalarını aydınlatacak görüşmenin belgeleri bulununca, toprağa düşenlerin dönem arkadaşı avukatlar bir araya geldiler. Dava dosyalarını tozlu raflardan indirdiler. 19 yıl sonra 1997’de dava yeniden açıldı.
‘Kontrgerilla resmi geçidine tanıklık’
Katliamı kolaylaştıran resmi görevliler aklandı.’’Ünlü’’ işkenceci İstanbul Emniyet müdürü Şükrü Balcı, Süreyya Sanlı gibi polis şefleri, ‘görevinde kayıtsız kalmakla,’ Emniyet Amiri Reşat Altaylı, ‘öğrencileri üniversite kapısında terk etmekle’ suçlanmışlar, 12 Eylül günlerinde mağdurlara haber verilmeden yargılanıp aklanmışlardı. Katliamı gerçekleştirenlerin anında yakalanmasını da engelleyen Komiser Reşat Altaylı, 1980-90’lı yıllar boyunca yargısız infaz ve işkence davalarının sicilli aktörü olacaktı. En son Hrant Dink’in ölümünün hazırlandığı ilin Emniyet Müdürü idi. Kimse kendisine bir şey sormayacaktı. Katliamda kullanılan Amerikan yapımı TNT kalıplarının kaynağı İstanbul 3.Kolordu Komutanlığı idi. Patlayıcıları Abdullah Çatlı’ ya getiren Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker aynı komutanlık bünyesinde görevliydi. Maraş katliamından kısa bir süre önce, Maraş yolunda aynı seriden patlayıcı maddeler ve silahlarla yakalanmıştı. Denizler’in cellatlarından Savcı Baki Tuğ’un aynı teşkilat yapısı içinde olduğu ortaya çıkacaktı. Reşat Altaylı ile Çatlı’nın telefon görüşmeleri de ortaya çıkacaktı. Susurluk delilleri ışığında dava ile bağlantı kurulacak, Oral Çelik, Meral Çatlı, Haluk Kırcı, Nazi geçmişli Murat Bayrak ve 12 Mart’ta Denizler’in savcısı Baki Tuğ’un aralarında olduğu 11 kişi hakkında 13 Mayıs 1997’de suç duyurusu yapılacaktı. Olayın dış bağlantıları da kısmen ifşa olacaktı. Planlayıcılardan Nasibullah Türker, olaydan sonra Almanya’ya, Nazi geçmişli CIA ajanı Razi Nazer’in yanına dönecekti. İlginç olan kim yerleştirmişse artık(!), Ecevit’in uçağına yerleştirilerek, yüksek güvenlik uygulaması konsepti çerçevesinde dönüşünün sağlanmasıydı. Katliamda kullanılanlara gelince: Zülküf İsot suç ortağı Lütfi Aktı tarafından öldürülecekti. Zülfü İsot’un ailesi de, Sıddık Polat ve polis memuru Mustafa Doğan’ın katliamla ilgisini açıklayacaktı. Bu ikisi ve Lütfi Aktı ve Özgün Koç ile ilgili 10 Eylül 1992’de yapılan suç duyurusunu savcılar gözetmeyecekti. Mustafa Doğan’ın, Türk gladiosunun Azebaycan darbe girişimine de adı karışacak, akabinde Almanya’da saklanmaya başlayacak, Alman makamlarının ifadesiyle ‘Türkiye tarafından iadesi hiçbir zaman istenmeyecekti.’ Sözün özü, 16 Mart mahkemesi adeta bir kontrgerilla resmi geçidine tanıklık edecekti.
Dava ‘zaman aşımı’na uğradı

16 Mart davası, doğrudan bir kontrgerilla davasıydı. Alanında açılan ilk ve tek davaydı. Devlet çekirdeğini yöneten güçler de buna uygun davrandı. İlişkiler, MİT’e, Emniyet’e ve askere uzanıyordu. Her üç kurumda bu konuda son derece ketum davrandı. Hiçbir bilgi vermedikleri gibi bu yollu en küçük çatlağı suratle kapattılar. Dava ironiler manzumesiydi de. Kontrgerilla ile hesaplaşacağı iddia edilen Ergenekon davasının başladığı gün, 20 Ekim 2008’de dava için alınan “zaman aşımı” kararı, Mart 2010’da 1. Ceza Dairesi tarafından onandı. Soykırım, katliam, işkence gibi insanlık suçlarında zaman aşımı olamayacağı biçimindeki insanlığın hukuki müktesep hakkına rağmen böyle oldu. Kaldı ki avukatlarının da açıkladığı gibi bu tür belli bir süreklilik içinde devamı olan, tek bir netice ile sınırlı olmayan olayın gerçekleştiği tarih başlangıç noktası olarak alınamazdı. Alındı! 12 Eylül darbecileri ve savcıları, hakimleri, Erdal Eren’i 17 ‘sinde darağacına gönderirken, ardılları zaman aşımı oyunu ile 16 Mart katliamcılarını sorgudan bile geçirmeden davayı kendilerince toptan bitirdiler.