
1978’in 16 Mart günü, saat. 13.20... Öğrencilere
İstanbul Üniversitesi merkez binasından çıkışına eşlik etmesi gereken polisler
her nedense (!) o gün başka göreve gönderilmişler, bu göreve verilen Emniyet
amiri Reşat Altaylı ve denetiminde bir polis
ekibince öğrenciler, okulu korumasız terk etmeye zorlanmışlardı. Dışarıya zorla
çıkarılan ilerici-devrimci öğrenciler her gün kendileriyle ülkücü/faşistler
arasında barikat oluşturan polisleri bu kez bulamadılar. Ancak dokuz polis
vardı. Okulun önü boştu. Beyazıt Meydanı’na biriken faşistler ‘’Beyazıt
komünistlere mezar olacak’’ sloganını atıyorlardı. Her zaman yaptıkları gibi
sağ taraftaki Eczacılık Fakültesi’nin önüne yönelmişlerdi ki, Zülküf İsot
‘’kahrolsun komünistler’’ diye bağırarak bomba attı. Patlayan bombanın ardından
yaylım ateşi ve ölüm çığlıkları yükselmeye başladı. Ortalık durulduğunda, 41
öğrenci yerlerde kıvranıyordu. Bunlardan Hatice Özen, Baki Ekiz, A.Turan Ören,
Abdullah Şimşek, Hamit Akıl olay yerinde, Cemil Sönmez ve Murat Kurt
kaldırıldığı hastanede öleceklerdi.
‘Bomba atılacağı biliniyordu’
Bu cümle 39. yıldır karanlıkta tutulan 16 Mart
katliamını özetliyordu. İstanbul Emniyeti’ne gönderilen bir bilgi notunda, ‘sol
gruba mensup öğrencilerin fakülteye devam etmeleri halinde 8-10 gün içinde bu
grubun üzerine bomba atılacağı’ ihbar edilmesine rağmen herhangi bir tedbir
alınmayacaktı. Katliamdan sonra 1978 yılında, bir grup Ülkü Ocaklı ve MHP’li
yönetici hakkında İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın başlattığı kamu
soruşturması, 17’si ile ilgili olarak takipsizlikle sonuçlanırken, diğerleri
ile ilgili olarak İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde süren dava, 1982
yılında delil yetersizliğinden beraat ile sonuçlandı. Kanlı olayların üstüne
gitmek için darbe yaptıkların iddia edenler, darbeye gerekçe olan en önemli
katliamlardan birinin soruşturulmasını engellediler. Sanıklar aklanınca dosya
kapandı.
“Dosya kapandı”, ama toplumun mahşeri vicdanı derinden
yaralayan olaylar hiç unutulmuyordu. Gün geliyor, toplumsal hatırlama bilinci
ve tarihi adalet hükmünü yürütüyor, “hortlakların yürüyüşü” başlıyordu. 1997
yılında İstanbul Barosu Susurluk Komisyonu’na gelen bazı belgelerden katliamın
karanlık noktalarını aydınlatacak görüşmenin belgeleri bulununca, toprağa
düşenlerin dönem arkadaşı avukatlar bir araya geldiler. Dava dosyalarını tozlu
raflardan indirdiler. 19 yıl sonra 1997’de dava yeniden açıldı.
‘Kontrgerilla resmi geçidine tanıklık’
Katliamı kolaylaştıran resmi görevliler
aklandı.’’Ünlü’’ işkenceci İstanbul Emniyet müdürü Şükrü Balcı, Süreyya Sanlı
gibi polis şefleri, ‘görevinde kayıtsız kalmakla,’ Emniyet Amiri Reşat Altaylı,
‘öğrencileri üniversite kapısında terk etmekle’ suçlanmışlar, 12 Eylül
günlerinde mağdurlara haber verilmeden yargılanıp aklanmışlardı. Katliamı
gerçekleştirenlerin anında yakalanmasını da engelleyen Komiser Reşat Altaylı,
1980-90’lı yıllar boyunca yargısız infaz ve işkence davalarının sicilli aktörü
olacaktı. En son Hrant Dink’in ölümünün hazırlandığı ilin Emniyet Müdürü idi.
Kimse kendisine bir şey sormayacaktı. Katliamda kullanılan Amerikan yapımı TNT
kalıplarının kaynağı İstanbul 3.Kolordu Komutanlığı idi. Patlayıcıları Abdullah
Çatlı’ ya getiren Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker aynı komutanlık bünyesinde
görevliydi. Maraş katliamından kısa bir süre önce, Maraş yolunda aynı seriden
patlayıcı maddeler ve silahlarla yakalanmıştı. Denizler’in cellatlarından Savcı
Baki Tuğ’un aynı teşkilat yapısı içinde olduğu ortaya çıkacaktı. Reşat Altaylı
ile Çatlı’nın telefon görüşmeleri de ortaya çıkacaktı. Susurluk delilleri
ışığında dava ile bağlantı kurulacak, Oral Çelik, Meral Çatlı, Haluk Kırcı,
Nazi geçmişli Murat Bayrak ve 12 Mart’ta Denizler’in savcısı Baki Tuğ’un aralarında
olduğu 11 kişi hakkında 13 Mayıs 1997’de suç duyurusu yapılacaktı. Olayın dış
bağlantıları da kısmen ifşa olacaktı. Planlayıcılardan Nasibullah Türker,
olaydan sonra Almanya’ya, Nazi geçmişli CIA ajanı Razi Nazer’in yanına
dönecekti. İlginç olan kim yerleştirmişse artık(!), Ecevit’in uçağına
yerleştirilerek, yüksek güvenlik uygulaması konsepti çerçevesinde dönüşünün
sağlanmasıydı. Katliamda kullanılanlara gelince: Zülküf İsot suç ortağı Lütfi
Aktı tarafından öldürülecekti. Zülfü İsot’un ailesi de, Sıddık Polat ve polis
memuru Mustafa Doğan’ın katliamla ilgisini açıklayacaktı. Bu ikisi ve Lütfi
Aktı ve Özgün Koç ile ilgili 10 Eylül 1992’de yapılan suç duyurusunu savcılar
gözetmeyecekti. Mustafa Doğan’ın, Türk gladiosunun Azebaycan darbe girişimine
de adı karışacak, akabinde Almanya’da saklanmaya başlayacak, Alman makamlarının
ifadesiyle ‘Türkiye tarafından iadesi hiçbir zaman istenmeyecekti.’ Sözün özü,
16 Mart mahkemesi adeta bir kontrgerilla resmi geçidine tanıklık edecekti.
Dava ‘zaman aşımı’na uğradı
16 Mart davası, doğrudan bir kontrgerilla davasıydı.
Alanında açılan ilk ve tek davaydı. Devlet çekirdeğini yöneten güçler de buna
uygun davrandı. İlişkiler, MİT’e, Emniyet’e ve askere uzanıyordu. Her üç
kurumda bu konuda son derece ketum davrandı. Hiçbir bilgi vermedikleri gibi bu
yollu en küçük çatlağı suratle kapattılar. Dava ironiler manzumesiydi de.
Kontrgerilla ile hesaplaşacağı iddia edilen Ergenekon davasının başladığı gün,
20 Ekim 2008’de dava için alınan “zaman aşımı” kararı, Mart 2010’da 1. Ceza Dairesi
tarafından onandı. Soykırım, katliam, işkence gibi insanlık suçlarında zaman
aşımı olamayacağı biçimindeki insanlığın hukuki müktesep hakkına rağmen böyle
oldu. Kaldı ki avukatlarının da açıkladığı gibi bu tür belli bir süreklilik
içinde devamı olan, tek bir netice ile sınırlı olmayan olayın gerçekleştiği
tarih başlangıç noktası olarak alınamazdı. Alındı! 12 Eylül darbecileri ve
savcıları, hakimleri, Erdal Eren’i 17 ‘sinde darağacına gönderirken, ardılları
zaman aşımı oyunu ile 16 Mart katliamcılarını sorgudan bile geçirmeden davayı
kendilerince toptan bitirdiler.