Kaynak: soL Haber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaynak: soL Haber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2010 Cuma

Yunanistan alt üst


IMF ve Avrupa Birliği (AB) yetkililerinin borç batağındaki Yunanistan’ın başkenti Atina’da toplandıkları saatlerde, on binlerce kamu emekçisi parlamentoya doğru yürüyüşe geçti. “Yalanlara kanmayacağız, zenginlere karşı savaş” sloganı atan kamu emekçilerinin hedefinde Papandreu hükümetinin yanı sıra, krizi emekçilerin sosyal haklarını kesmek, sermayeye kaynak yaratmak için kullanmak üzere Yunanistan’ın üzerine çöreklenen IMF ve AB de vardı.

Hemşirelerin, öğretmenlerin, öğretim görevlilerinin, vergi memurlarının, liman işçilerinin katıldığı grev, Yunanistan’da yıl başından bu yana yapılan kamu emekçilerinin katıldığı dördüncü grev olarak kayıtlara geçti. Grev nedeniyle müzeler ve arkeolojik siteler de ziyaretçilere kapandı. Dün iş durdurarak sokaklara çıkan emekçiler ve sendika yetkilileri emekçilerin haklarına saldırmayı “krize çözüm” olarak sunan uygulamalar devam ederse Yunanistan’ı yeni ve çok daha alt üst edici grev dalgalarının beklediğini de vurguladılar.

22 Nisan grevinde, daha önce düzenlenen grevlerde olduğu gibi kamu harcamalarının kısılması gerekçesiyle emekçilerin ücretlerinde ve sosyal haklarında yapılmak istenen kesintiler protesto edildi. Hükümetin “kurtarma paketi” adı altında kamu emekçilerinin maaşlarını kesmeye, emekli maaşlarını dondurmaya, vergi artışları getirmeye yeltenmesi yeni bir patlamaya sebep oldu.

Bu grevin diğerlerinden farkı emekçilerin bu kez IMF ve AB'yi de hedef almaları oldu. Hükümetin almak istediği önlemlerin krizin esas sorumluları olan patronları değil kendilerini yıprattığını belirten emekçiler, işin içine IMF ve AB’nin baskılarının da girmesiyle daha da öfkelendiler.

Limanlar kapandı
Dünkü grevin etkili olmasının bir nedeni de, kamu emekçilerinin 24 saatlik grevinin yanı sıra bazı sektörlerdeki işçilerin de greve gitmesiydi. Tüm İşçilerin Militan Cephesi (PAME) tarafından 21-22 Nisan günleri için ilan edilen iki günlük grev limanları kilitledi. Liman işçilerinin iş bırakması üzerine deniz ulaşımı durma noktasına geldi. Çarşamba gününden itibaren Atina’ın en büyük limanı olan Pire'de işçilerin eylemi yolcu taşımacılığını durdurdu.

Liman işçileri, hükümetin turizm sektörü patronlarıyla yaptığı görüşmelerin ardından kabotaj düzenlemelerinin kaldırılacağını açıklamasından büyük endişe duyuyorlar. Sendikacılar AB bayrağı taşımayan gemilerin Yunanistan limanlarına kabul edilmesiyle birlikte liman işçilerinin işlerinin de tehlikeye gireceğini belirttiler.

Çarşamba günü otel işçileri Atina’daki üç büyük otelin girişlerini kapatarak eyleme geçerken, adliye çalışanlarının iki günlük grevi nedeniyle yargıda da işler durdu.

Dün ADEDY’nin Klafthmonos meydanındaki eyleminin yanı sıra, Sintagma meydanında komünistlerin öncülüğünü yaptığı PAME’nin eylemi vardı.

Sendikalar ne dedi?
PAME ve diğer sendikalar hükümetin önlem olarak Yunanistan halkının önüne koyduğu paketin daha fazla işsizlik yaratacağını belirttiler.

Dün grev sürerken, yeni grev dalgaları olabileceğine ilişkin açıklamalar da gelmeye başladı. Yunanistan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (GSEE) Mayıs ayında greve gidebileceğini açıklarken, Yunanistan Kamu Çalışanları Konfederasyonu (ADEDY) hükümeti yeni protestoların gelebileceği konusunda uyardı.

ADEDY Genel Sekreteri Ilias Iliopoulos “Çok yakında bir sosyal patlama bekliyoruz, IMF’nin daha fazla önlem istemesi bunu tetikleyebilir” diye konuştu.

Yunanistan halkı ülkelerine uzatılan 40-45 milyar avroluk borç paketi oltasını yutmaları durumunda, ülkedeki yaşam standardının daha da aşağıya düşeceğini düşünüyor. Yunanistan’da şu anda beş kişiden biri yoksulluk sınırının altında yaşarken, önlem paketleriyle bu sayının yükseleceği de dile getirilen endişeler arasında.

İşçiler için hayat gün geçtikçe zorlaşıyor
Hafta içinde yayınlanan veriler Yunanistan’da emekçiler için durumun gittikçe zorlaştığını ortaya koydu. Ocak ayı işsizlik oranı son altı yılın en yüksek noktasına ulaşarak yüzde 11,3 oldu. Geçen yılın aynı ayında bu oran yüzde 9,4’tü. Toplamda 567 bin kişinin işsiz olduğu kaydediliyor.

Kadınlar ve gençler arasında işsizlik oranları daha da yüksek. Avro bölgesi ülkelerinde yüzde 10 olan kadın işsizliği, Ocak ayında Yunanistan’da yüzde 15 olarak gerçekleşti. Gençler arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 30 olarak saptanmış bulunuyor.

Ülkede işten çıkarmalar ise sürüyor. Başbakan Papandreou liderliğindeki hükümet yarı-zamanlı çalışanların işine son verirken, kadrolu memur alımını da dondurduğunu açıklamıştı. Geçtiğimiz ay hükümet 120 bin işçi için patronların ödemesi gereken sosyal güvenlik kesintisini de devletin kendi kasasından ödediği belirtildi.

Yunanistan sarsılıyor, şüpheler artıyor
Öte yandan Yunanistan ekonomisinin giderek yükselen çıkmazı, dünya ekonomisini de sarsıyor. Yunanistan’ın kendisiyle birlikte başka ülkeleri de dibe doğru çekebileceği endişesi dün bir kez daha ciddiyet kazandı.

Avrupa Birliği İstatistik Kurumu’nun (Eurostat) Yunanistan bütçe açığının beklenenden yüksek olacağını duyurması üzerine, dünya piyasalarında düşüşler görüldü. Brezilya başta olmak üzere Latin Amerika borsalarından düşüşler yaşandı. Borç verme ve borçlanma aracı olarak görülen dolar yükselirken, altının fiyatı düşüşteydi.

Yunanistan borçlanma senetleri ile baz olarak alınan aynı vadeli Alman borçlanma senetleri arasındaki farkın, dün son 12 yılın en yüksek seviyesine ulaşarak 6 puana yaklaşması, Yunanistan için durumun sürdürülemez hale geldiğini ortaya koydu. Ulusal gelirinin yüzde 124’u kadar borçlu olan ve Mayıs ayı içinde 8,5 milyar avroluk kaynak bulması gereken Yunanistan’ın, giderek artan güvensizlik ortamında bu faiz düzeyiyle bile borç bulabileceği şüpheli.

Bu durum, Yunanistan gibi yüksek düzeyde borçlu olan Portekiz ve İspanya’yı da topun ağzına koyuyor. İrlanda’da da faiz ve CDS oranları yükselirken, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Rusya ve hatta Arjantin ekonomisinin yakın geleceğinin doğrudan Yunanistan’ın gidişatına bağlı olduğu belirtiliyor.

Yunanistan’ın AB’ye karşı bir tehdit olarak kullandığı “avro sisteminden ayrılma” kozu ise, diğer zayıf ülkelerin de avrodan ayrılmasıyla krizi bir AB krizi haline getirebilir.

Bu tehdide karşılık AB’nin kurtarma planı açıklamaması ve Moody’s başta olmak üzere pek çok emperyalist finans kuruluşunun Yunanistan’ın notunu düşürmesiyse, “emperyalizm Yunanistan’ı gözden mi çıkardı” sorusu bir kez daha akıllara geldi.

Son olarak Alman hükümet yetkilisi Frank Schaeffler, “Yunanistan gönüllü biçimde avroyu terk edebilir” yönünde açıklamada bulundu. Açıklama, krizin bu şekilde seyretmesi durumunda geri kalanları kurtarmak adına Yunanistan ve diğer riskli “zayıf halkaların” sistem dışına atılması yönünde bir Alman planı olup olmadığının sorgulanmasına neden oldu.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Kahvaltı değil Emek birleştirdi

Erdoğan'ın sinemacı kahvaltısında posta koyup gitmeyen "çatlak sesler", AKP'yi rahatsız etmişti. Emek Sineması'na sahip çıkma girişimi ise sinemacıları birleştirdi. Uzun yıllardır sinemacılardan gelen en güçlü birliktelik, dünkü eylemde yaşandı.

AKP, hükümet kanadından sanatçıları kahvaltılarda bir araya getirirken, belediyeler eliyle de kamuya mal olmuş sanat mekanlarını yıkma planlarına devam ediyor. Dün Emek Sineması'nın yıkımına karşı binler biraraya gelirken, bir önceki gün AKP'nin açılım gündemli edebiyatçı kahvaltısı beklenen etkiyi yaratmadı. AKP Hükümetinin ‘Halkla İlişkiler’ faaliyetine dönüştürdüğü kahvaltıların edebiyatçı ayağında katılanlardan çok katılmayan edebiyatçılar ön plana çıktı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in davete icabet etmeyen edebiyatçıların mazeret bildirdiklerinde ısrarcı olması ‘mazeret’ olarak yorumlanırken, kahvaltıya katılmayan yazarlar arasında, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar, Selim İleri ve Vedat Türkali gibi isimler yer alıyor.

Sinemacıların toplandığı kahvaltıda da birçok sinemacı "sultan sofrası"na oturmayı reddetmiş, gidenlerin bir kısmı çıkışta kendilerini savunmak zorunda kalmıştı. Medya ve kamuoyu, "giden ve gitmeyen" sanatçıları tartışmıştı. AKP, sanatçıları birleştirmeyi başaramadı. Ancak dünkü Emek Sineması eylemi, sinema camiasını seneler sonra uzun süredir olmadığı kadar sıkı biçimde bir araya getirmiş bir görüntü sergiledi.

Emek Sineması'nın yıkılarak yerine alışveriş merkezi yapılması planı sinemacıların ve sinemaseverlerin 'engel'ine takılırken, Emek Sineması gündeminin emek gündemi ile bağının kurulduğu ve meselenin sadece bir sinema salonunun yıkılmasını engellemek olarak algılanmadığı görülüyor.

Özcan Alper: TEKEL ile Emek Sineması arasında ortaklık var
Kısa bir sürede biraraya gelerek, ‘Emek Sinemasını Yıktırmayalım Platformu’nu kuran sinemacılardan yönetmen Özcan Alper soL’a yaptığı açıklamada, “Emek Sineması meselenin sinemacılara dokunan kısmı. Asıl mesele kentsel dönüşüm ve kamusal alanların yağmalanması. 90lardan itibaren kamuya ait sanayi kuruluşları özelleştirildi. Şimdi sıra kent merkezlerinde kamuya ait ya da kamuya mal olmuş binaların AKP eliyle peşkeş çekilmesine geldi. TEKEL gündemi ile Emek Sineması gündemi arasında ortaklık var bu anlamda. Kısa sürede kurduğumuz Platform, Emek Sineması’nın yıkımını engellemeye dönük çalışmalarını sürdürecek” dedi.

Sinemacılardan görkemli eylem
Emek Sineması’nın yıkımına karşı Emek Sinemasını Yıktırmayalım Platformu tarafından Taksim’de yapılan eylem, 1977 yılında sansüre karşı yapılan yürüyüşten bu yana sinemacılar tarafından düzenlenen en geniş katılımlı eylem olarak niteleniyor. Taksim tramvay durağında başlayan eyleme Tuncel Kurtiz, Zafer Algöz, Güven Kıraç, Mert Fırat, Mehmet Ali Nuroğlu, Onur Saylak, Şebnem Sönmez, Filiz Ahmet, EylemYıldız, Rutkay Aziz, Durul Taylan, Pelin Esmer, Serhat Tutumluer, Serra Yılmaz, Melih Selçuk, Gaye Boralıoğlu, Sermet Yeşil, Selen Uçer, İpek Bilgin, Derya Durmaz, Rıza Kocaoğlu, Ülkü Duru, Özcan Alper, Hüseyin Karabey, İnan Temelkuran ve Semih Kaplanoğlu gibi pek çok kamuoyunun tanıdığı ismin yanı sıra sinemanın her alanından, sinema eleştirmenlerinden set işçilerine dek çok sayıda kişi katıldı.

Coşkulu yürüyüş esnasında sık sık, “Emek bizim İstanbul bizim, Emek bizim sermaye defol, Seyirci kalma Emeğe sahip çık” sloganları atılırken, Emek Sineması’nın sokağında yapılan ve Mert Fırat tarafından okunan basın açıklamasında, “Sayın Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve Mim Yapı Mimarlık Limited Şirketi’nden projenin mimarı Fatih Kesgün, Emek Sineması’nı yıkamayacaklarını, sadece ‘taşıyacaklarını’ söyleyerek kamuoyunu yanlış bilgilendiriyorlar. Projenin mimarı Fatih Kesgün, yapılacak proje ile ilgili bilgilendirme toplantısında dahi sözü dolandırmış projenin kendisini kamuoyuna açıklamamıştır” ifadeleri yer aldı.

Binayı bir alışveriş merkezine dönüştürerek Emek Sineması’nı en üst kata taşımanın sinemayı yıkmaktan başka anlama gelmeyeceğini vurgulayan Fırat, “Sokakla ilişiği kesilmiş bir Emek Sineması, Emek Sineması değildir. Bizler, kamu olarak bize ait olan bu sinemaya bu sokaktan yürüyerek girmek istiyoruz: Yürüyen merdivenlerle mağazaların ardından sekiz kat çıkarak değil” dedi.

“Emek Sineması’nın taşlarında
Yılmaz Güney’in, Kemal Sunal’ın, Adile Naşit’in izi var”
Kamuya ait, kamuya mal olmuş binaların sermayenin hizmetine sunulmasına karşı mücadele edilmesi gerektiği vurgulayan Fırat, “Sadece Emek değil, Beyoğlu bizim, İstanbul bizim!” diyerek, sinemaya emeği geçmiş isimleri andı.

Mert Fırat, Emek Sineması’nın anılarla aşınmış taşlarında var olan, Yılmaz Güney’den Atıf Yılmaz’a, Ömer Kavur’dan Kemal Sunal’a, Gazanfer Özcan’dan Adile Naşit, Erol Taş ve Orhan Günşiray’a kadar birçok sanatçının izlerinin silinmesine izin vermeyeceklerini kaydetti.

Kamusal değerlere kamunun onayı alınmadan yapılan müdahaleleri işgal, ihanet ve dolandırıcılık olarak niteleyen Fırat, herkesi sürecin detaylarına hakim olmaya çağırdı. Fırat son olarak, hangi bilimsel kurullar tarafından onaylandığı bilinmeyen bu iğreti ve gerçek dışı projeye ruhsat verilmesine karşı olduklarını vurguladı.

Tuncel Kurtiz: Emek Sineması’nı da yıkacaklar ama
kendileri de yıkılacaklar, altında kalacaklar
Basın açıklamasının ardından konuşan Kurtiz, bugüne kadar değerlere sahip çıkılamadığını ifade ederek, “Muhafazakârız diyen insanların yaptıkları, kültüre karşı yıkımdır. Artık başımıza gelenlerden sonra değerlerimize sahip çıkmak zorundayız. Emek sinemasına, Emeğin tarihine, sanatına el uzatmalarına izin veremeyiz. Emek sinemasını sekizinci kata taşıyacağız, bu binayı da alışveriş merkezi yapacağız diyorlar, asla kabul edemeyiz. Bu zihniyetle, bütün İstanbul’ u alışveriş merkezi haline getirecekler. En sonunda söylüyorum, İstanbul Boğazı’nın da üstünü kapatın orayı da alışveriş merkezi yapın, hepimiz alışveriş merkezinin sinekleri olalım. Ben umutsuzum, Emek Sineması'nı da yıkacaklar ama kendileri de yıkılacaklar, altında kalacaklar” dedi.

Güven Kıraç: Kültür başkentiyim deyip
kültür varlıklarını yıkıyorlar
Kısa bir konuşma yapan oyuncu Güven Kıraç; “Hem bir yandan kültür başkentiyiz diye bayraklar açacaklar, cafcaflı sözler edecekler hem de kültür varlığını korumayıp yıkacaklar. Bunu hangi zihniyet açıklar? Ormanları yıktılar önce şimdi sıra şehirlere geldi. Biz sinema emekçileri olarak bu zihniyetin yaratacağı hiçbir yıkıma izin vermeyeceğiz” diye konuştu.

Plastik Laleler sahiplerini buldu!
Grup Gevende’nin müzik dinletisinin ardından, İstanbul Kültür Sanat Varyetesi’nin İstanbul Film Festivali’ne gönderme yaparak hazırladığı ‘plastik lale ödülleri’ni kazanan isimler ilan edildi. Ödüller ve kazanlar şu şekilde sıralandı:

En iyi dekor stili: Ödül, Emek Sineması’nı yıkıp rantsal dönüşüm planı yapan Mimar Fatih Kesgün’e.

En iyi proje: İstanbul 2010 Projesi’ne
(Büyük şirketlerin kültürel zorunluluk adıyla yağmalattıkları kentimize uygun görülen proje)

En iyi Belediye Başkanı: Her parke taşı hayatla ölümdür şiarıyla yola çıkıp Beyoğlu’nda taş taş üstünde bırakmayı görev edinmiş olan, Beyoğlu belediye başkanı Ahmet Misbah Demircan’a.

En iyi zart ödülü: Kendi kirli koltuğu için Emek Sineması’nı yargıya taşımadan 4. kata taşımaya heveslenen Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a.

En iyi çevir kazı yanmasın ödülü: Emek Sineması’nın yıkımının karşısında canını dişine takıp Emek’i satalım mücadelesinde önderliğe soyunan İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na verildi.

Ödül töreninin ardından, Emek Sineması önünde İstanbul Kültür Sanat Varyetesi tarafından hazırlanan, Emek Sineması’nı anlatan film ve “Hababam Sınıfı” gösterildi. Emek Sinemasını Yıktırmayalım Platformu, her hafta Emek Sineması önünde eylemlerine devam edecek.

28 Mart 2010 Pazar

Livaneli yine döndü

Zülfü Livaneli 5 yıl önce ayrıldığı CHP ile ilişkilerini tazeledi. Deniz Baykal’ı ziyaret eden Livaneli, “Baykal’a saygı eksilmedi, elimden geldiği kadar CHP’ye destek olacağım. Türkiye’nin gerçekten şu anda CHP’ye ihtiyacı var” diye konuştu. Livaneli son olarak AKP’nin Kürt açılımına verdiği destekle gündeme gelmişti. Açılıma destek vermeyenleri suçlayan Livaneli’nin AKP ile arası hükümetin UNESCO direktörlüğü için kendisini desteklememesi üzerine bozulmuştu.

24 Mart Çarşamba günü CHP Genel Merkezi’nde ziyaret ederek baş başa görüştüğü Baykal’ı son filmi “Veda”ya davet eden Livaneli, “Yanlış anlaşılmasın. Baykal’ı 1980’lerden beri tanırım, dostluğumuz, birlikte çalışmalarımız oldu. Bazı dönemlerde fikir ayrılıkları oldu ama hiçbir zaman ona saygım eksilmedi. Ziyaretten büyük mutluluk duydum, sahiden de özlemişim kendisini” dedi.

Livaneli Kürt açılımı gündeme geldiğinde kaleme aldığı yazılarla AKP’nin açılımına destek vermiş, açılıma sırt çeviren CHP’yi sert bir dille eleştirmişti. Kısa bir süre sonra Livaneli’nin UNESCO direktörlüğüne aday olmak istediği ancak AKP’den beklediği desteği göremediği basına yansıdı. Livaneli AKP’lilerle girdiği UNESCO polemiğinin ardından açılım tartışmasını sivri çıkışlar yapmadan köşesinden takip ediyordu.

Açılımı desteklemeyenleri milliyetçilikle suçladı
Livaneli 14 Ağustos 2009 tarihinde Vatan gazetesinde yazdığı AKP’nin Kürt açılımına destek yazısıyla tartışma yarattı. Livaneli yazısında şöyle dedi:

”Yabancı: Peki insan hakları, kültürel haklar, Avrupa Birliği gibi konularda sağcı partiler ne düşünüyor?

Siz: Sağcı parti Kürt sorununa evrensel insan hakları düzleminde bir çözüm geliştirmeye çalışıyor. Kan dursun diyor.

Yabancı: Ya solcu parti?

Siz: O daha milliyetçi bir söylemi benimsiyor ve bu açılımın Türkiye’yi böleceğinden korkuyor.

Yabancı: Peki milliyetçi parti?

Siz: O da aynı şeyi söylüyor.

Yabancı: Avrupa Birliği konusunda durum ne?

Siz: Orada da durum üç aşağı beş yukarı aynı. Sağcı ve din ağırlıklı parti AB üyeliğini savunuyor, sol ve milliyetçi partiler buna kuşkuyla bakıyor.

Yabancı: Ya azınlıklar meselesi.

Siz: Sağcı Başbakan “Azınlıkları Türkiye’den kovmanın faşizm olduğunu” söylüyor. Ruhban okulunun ve Ermenistan sınır kapısının açılmasını istiyor. Sol ve milliyetçi partiler bu girişimleri ağır bir dille mahkûm ediyor.

(…)

Gerçek solun bu ülkede yıllardır savunduğu, uğruna bedel ödediği kavramları bugünün iktidarı dile getirdiğinde onlara karşı mı çıkılır, yoksa o kavramları dile getiren tutum desteklenir mi?”

UNESCO direktörlüğüne aday gösterilmedi
Livaneli’nin UNESCO direktörlüğü için kendisine destek vermeyen AKP’lileri 27 Eylül 2009 tarihinde Vatan gazetesindeki köşesinde şöyle yermişti:

“Aslında UNESCO meselesini yazmak ve uzatmak niyetinde değildim. Sadece küçük bir açıklamayla işi geçiştirmek istemiştim ama olmadı.

Dışişleri Bakanlığı’nın, 'Livaneli adaylık başvurusunda bulunmadı' açıklaması, beni bu konuda bir cevap vermeye mecbur bıraktı.

Çünkü herkesin bildiği gibi hükümetlerarası kuruluşlara şahsen aday olunmaz.

Ancak hükümetler aday gösterebilir.

Türk hükümeti beni aday göstermeyi kabul edip sonra aradan çekilseydi bile seçilmemiz kesindi. Çünkü dünyadan büyük bir destek vardı.

Ama dünya, Türk hükümetinin kendi yurttaşını aday yapmama inadını kıramadı.”

11 Şubat 2010 Perşembe

Sanatçılar TEKEL işçileriyle nöbette

Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi, emekten yana sanatçıların TEKEL işçilerine desteklerini sunabilmeleri için bir program hazırladı. Her gün bir sanatçı, işçilerle birlikte Türk-İş önünde nöbette olacak.

Ziyaretlerin ilkini bugün tiyatro ve sinema sanatçısı Salih Kalyon gerçekleştrdi. Çadırlarda uzun süre işçilerle sohbet eden Kalyon, set emekçilerine dayatılan sömürü koşullarını ve örgütsüzlüğün yarattığı sıkıntıları TEKEL işçileriyle paylaşarak "Eziyete para veriyorlar, sanat bedavaya geliyor" dedi. Ardından Türk-İş önünde işçilere hitap eden Kalyon, tarımın çökertilmesi ve fabrikaların kapatılması ile çok sayıda insanın işsiz bırakıldığını söyleyerek bu gidişata karşı TEKEL işçiletinin verdiği direnişin büyük önem taşıdığını vurguladı.

Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin (NHKM) çağrısı ile oluşturulan program kapsamında birçok sanatçı Ankara'ya gelerek işçilere omuz verecek. Öğle saatlerinde Bayındır Sokak'taki Dayanışma Çadırı'na gelecek olan sanatçılar, buradan illerin çadırlarına uğrayarak işçilerle sohbet edecek ve Türk-İş binasında açlık grevini sürdüren işçileri ziyaret edecekler.

Sanatçıların nöbet programının kesinleşen kısmı şöyle:
12 Şubat Cuma - Bilgesu Erenus - Yazar / Müzisyen
13 Şubat Cumartesi - Rahmi Yıldırım - Gazeteci
14 Şubat Pazar - Ataol Behramoğlu - Şair / Yazar
15 Şubat Pazartesi - Ahmet Abakay - Gazeteci / Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Başkanı
16 Şubat Salı - Ahmet Yıldız - Yazar / Dergi editörü
17 Şubat Çarşamba - Ahmet Telli - Şair
18 Şubat Perşembe - Cemil Kavukçu - Hikayeci / Yazar
19 Şubat Cuma - Ezginin Günlüğü - Müzik topluluğu
20 Şubat Cumartesi - Tuncer Tercan - Operacı
26 Şubat Cuma - Cezmi Ersöz - Şair / Yazar

Kesinleşen programın yanında, Tuncel Kurtiz, Ufuk Karakoç, Levent Ülgen, Berat Günçıkan, Tarık Günersel, Halil İbrahim Özcan, Bedri Baykam, Tolga Çandar ve Berhan Şimşek de nöbete katılacak ancak geliş tarihi henüz netleşmeyen sanatçılar arasında.

4 Kasım 2009 Çarşamba

ABD Küba'yı dünyadan soyutlayamadı

ABD’nin dünyadan soyutlamaya çalıştığı Küba, başarılı uluslararası ilişkileri sayesinde ABD ablukasına karşı dünyayı yanına çekmeyi başardı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bir kez daha, ABD’nin Küba'ya uygulamakta olduğu ablukanın kaldırılması yönünde karar aldı. Küba devriminin ardından önce ABD’li tekellerin mülklerinin kamulaştırılması, daha sonra da SSCB ile ilişkiler geliştirilmesine misilleme olarak başlatılan ABD ablukası, 47 yıldır sürüyor. Aynı zamanda NATO’nun ilk başkomutanı olan 34. ABD Başkanı Dwight Eisenhower’in Küba’ya ambargo ilan ederek başlattığı süreç, git gide ağırlaştırılarak mutlak bir ablukaya dönüştü.

Bu, ABD’nin Küba ile ikili ilişkisini kesmesinde öte, adanın tüm dünya ile olan ilişkisini cebren kestiği anlamına geliyor. ABD, tıbbi cihazlar ve ilaç üretenler de dahil olmak üzere Küba ile ticaret gerçekleştiren firmalara ciddi yaptırımlar ve cezalar uygulayarak onları Küba ile ticaret yapmaktan caydırıyor.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda, 18 yıldır bu ablukanın kaldırılması gerektiği yönünde karar alınırken, üye devletlerin git gide daha büyük bir çoğunluğu abluka aleyhinde oy kullanıyor. Geçen hafta yapılan oylamada 187 ülke abluka aleyhinde oy kullanırken, ablukanın sürmesini sadece 3 ülke destekledi: ABD, İsrail ve Pasifik'teki küçük bir ada ülkesi olan Palau. Mikronezya ve Marşal Adaları ise çekimser oy kullandılar.

Küba’nın diplomasi başarısı
Konu ilk kez 24 Kasım 1992’de, Küba tarafından bir tedbir kararı alınması için sunulan öneri üzerine BM Genel Kurulu’nda görüşülmüştü. O yıl abluka kaldırılsın diyen 59 ülkeye karşılık olarak ABD, İsrail ve Romanya ablukanın sürmesinden yana oy kullanmış, 79 ülke ise çekimser kalmıştı.

Küba, ABD tarafından dünya ile olan bağının koparılması anlamına gelen ablukaya, son derece başarılı bir diplomasi süreci ile, bıkmadan usanmadan emperyalizmin oyunlarını ifşa ederek karşı koydu. Çekimser oyları abluka karşıtı oylara dönüştüren bu çaba, Küba'nın dünyadan soyutlanmaya direnmesinde de son derece etkili oldu.

ABD ve İsrail bir çok yıl, insanlıkdışı ablukayı destekleyen yegane iki ülke olurken, ABD dönem dönem Romanya ve Özbekistan gibi Sovyetler Birliği’nin dağılması ile “bağımsızlaşan” ülkeleri ve yarı sömürgesi olan Marshall Adaları ve Palau gibi Pasifik’teki küçük ada ülkelerini yanına çekebildi.

Obama'nın farkı yok
Seçim kampanyası sırasında Küba ile yeni başlangıç vaat eden, görevde neredeyse bir yılını dolduracak olan Obama, abluka konusunda halen herhangi bir adım atmadı. Geçtiğimiz ay Nobel Barış Ödülü'nü alan Obama, Afganistan’a daha fazla asker gönderme ve yurtdışındaki ABD üslerini artırma gibi icraatlerinin yanı sıra Latin Amerika politikalarıyla da önceki başkan George W. Bush’tan üslup dışında farkı olmadığını ortaya koymuş bulunuyor.

BM Genel Kurulu’nda konuşan Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodriguez Parrilla da, konuşmasında bu noktayı vurgulayarak “Abluka olduğu gibi devam ediyor. Kıtlık ve acıya neden olan saçma bir politika olmaya devam ediyor. Bu ambargo, insan haklarının alçakça ve sistematik bir şekilde ihlali" şeklinde konuştu.

Küba Dışişleri Bakanı: Ablukanın etkileri soykırımla eşdeğer
Rodriguez, konuşmasında ablukanın adadaki günlük yaşamı nasıl etkilediğine ilişkin çarpıcı örnekler verdi. Abluka nedeniyle birçok medikal cihazı ve araştırma-analiz ekipmanını satın almalarının engellendiğini belirten Rodriguez, bu nedenle birçok hastanın daha basit yöntemlerle tedavi olabilecekken cerrahi operasyon geçirmek zorunda kaldığını, lösemi hastası çocukların yaşam beklentilerinin düştüğünü ve çektikleri acıların arttığını aktardı.

Kübalı bakan, ablukanın etkisinin ABD’li şirketleri aştığını belirterek, Hollandalı Philips ve Avustralyalı ANZ firmalarının Küba ile ticaret yaptıkları için ciddi cezalara çaptırıldıklarını, Japon Hitachi ve Toshiba, Kanadalı Sensient Flavors ve Alman Siemens gibi şirketlerin de Küba ile ticari ilişkilerini kesmek zorunda kaldıklarını söyledi. Rodriguez ayrıca, abluka kapsamında seyahat özgürlüğünün ve liman trafiğinin kısıtlanmasına da değindi.

Rodriguez, ablukanın kıtlık ve acılara yol açarak insan haklarını kitlesel olarak, alenen ve sistematik bir şekilde ihlal ettiğini, bu durumun 1948 Cenevre Sözleşmesi’nde soykırım eylemi olarak nitelendirildiğini de vurgulayarak “Söz konusu politika ahlaki açıdan kabul edilebilir değildir” dedi.

“ABD internet ağına ulaşmamızı engelliyor”
Ablukanın bilgi teknolojilerine olan etkisinden de söz eden Rıodriguez, “Microsoft, Küba’nın Windows Live’a erişimini bloke etti çünkü bu sayfanın açılması için tıkladığınızda karşınıza çıkan yazıdan da görebileceğiniz gibi, ‘ABD ambargosuna tabi olan ülkelerin kullanıcıları’ için durum böyledir. Aynı şey ‘Cisco System’, ‘SolidWorks’ ve ‘Symantec’in internet siteleri için de geçerlidir. Abluka, Küba’nın bant genişliğine ve bağlantı sağlama yeteneğine kısıtlamalar getirmektedir. Küba’nın, kendi kıyılarının yakınından geçen fiber optik denizaltı kablolarına bağlantı sağlamasına izin verilmemektedir. ABD hükümetinin serbest bilgi akışını ve yeni teknolojilere erişimi engellemesinin sebebi nedir?” diye konuştu.

ABD’de medya tekellerinin Küba’dan “Vatandaşlarının internete girmesini engelleyen sansürcü totaliter bir rejim” diye söz edilen haberleri sık sık servis ettiği biliniyor. Bu tür yalan haberler yakın geçmişte ülkemiz medyasında da yer bulmuştu.

Kübalı bakanın verdiği bir diğer örnek ise, kültür yaşamı ile ilgili. Kısa süre önce Küba’da sahne alması planlanan New York Filarmoni Orkestrası’nın ABD hükümeti tarafından engellendiğini belirten Rodriguez, “Kübalı sanatçılar Amerikalı dinleyiciler önünde sahne almak için hiçbir ücret talep edememektedir. Sanatsal yaratı nasıl olur da suç addedilebilir? Abluka, kültürsüz bir kibrin ürünüdür” dedi.

Son anketlere göre ABD vatandaşlarının yüzde 76’sının ablukaya karşı olduğunu hatırlatan Rodriguez, ablukanın sürdürülmesinin aynı zamanda antidemokratik bir uygulama olduğuna da dikkat çekti.

"Abluka, Küba'ya özel bir düşmanlık yasasına dayandırılıyor"
Rodriguez, geçen yıl 11 Eylül’de konuşan dönemin ABD Başkanı Bush’un Küba’ya uygulanan ablukayı, yalnızca savaş koşulları için geçerli olan ve sadece Küba’ya karşı uygulanan 1917 yılına ait ‘Düşmanla Ticaret Yasası’na dayandırdığını da hatırlatarak, “Ciddiyet sahibi hiçbir insan Küba’nın bu süper gücün ulusal güvenliğine tehdit oluşturduğu iddiasında bulunamaz. Bizim gücümüz kanunun, gerçeklerin ve aklın gücüdür. Küba’nın, terörü desteklediği iddia edilen devletler listesine, bazı abluka tedbirlerini gerekçelendirmek için kullanılan bu düzmece listeye sokulmasına son verilmelidir. Bu ülkede haksız şekilde tutuklu bulunan beş terör karşıtı kahramanımız derhal serbest bırakılmalıdır” dedi.

“Obama ablukayı kaldırmak için tarihsel fırsata sahip”
Rodriguez, konuşmasının devamında Obama’ya değindi. Obama’nın aynı kürsüden uluslar arası hukukun önemine işaret eden bir konuşma yaptığını , “Hiçbir ulus bir diğerine hâkim olmaya çalışmamalıdır” dediğini hatırlatan Rodriguez, Washington yönetiminin de uluslar arası hukuku ayaklar altına alan ve kendi sınırlarını aşan kanunlar uygulama yetkisi olduğunu düşünmesini kimsenin kabul etmemesi gerektiğini söyledi.

Obama’nın ABD’nin Küba politikasında değişim yaratmak ve ablukayı kaldırmak için tarihsel bir fırsata sahip olduğunu söyleyen Rodriguez, “Kendisi, özel lisanslar ya da muafiyetler vererek, insani gerekçelerle ya da ABD ulusal çıkarları adına istisnalar getirerek, bu yasakları beraberinde getiren yasalarda değişiklik bile yapmadan, şu anda ve sadece kendi onayıyla, abluka uygulamasında kayda değer değişiklikler yapma yetkisine sahiptir” dedi.

Rodriguez, Obama’nın ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmalarda sağlık sigortasını kaybeden ABD vatandaşlarının tedavilerinin yarıda kalması gibi örnekler vererek muhafazakar sağ politikaları eleştirdiğini anımsatarak, Obama’nın abluka nedeniyle mağdur olan Kübalı hastaları da aynı hassasiyetle ele alması gerektiğini kaydetti.

"Diyalog çağrımıza yanıt bekliyoruz"
Rodriguez, Küba Devlet Başkanı Raúl Castro Ruz’un ulusal bağımsızlığı tartışmaya açmadan her konuda diyalog kurmaya ve tüm ikili problemleri müzakere etmeye istekli olduğunu açıkladığını söyleyerek halen ABD hükümetinden yanıt beklediklerini ilan etti.

“50 yıldır sosyalizm sayesinde direnebildik”
Rodriguez, yaşanan tüm sıkıntılara karşın ekonomik ablukanın Küba halkının yurtsever kararlılığını ezme amacına ulaşamadığını ve ulaşamayacağını vurgulayarak, “ABD temsilcileri ekonomik sıkıntılarımızın sistemimizin başarısızlığından kaynaklandığını söylediler. Ama yalan söylüyorlar; belki bunun nedeni kötü niyetten ziyade cahillikleridir. 50 yıldır sistemimiz sayesinde direnebildik ve ablukaya rağmen kalkınmayı başardık. Şayet sistemimizin çalışmadığından bu kadar eminseler, ablukaya neden ihtiyaç duymaktadırlar?” diye konuştu.

Rodriguez, Küba halkının sorunlarını çözmek ve sistemi sosyalizm içinde mükemmelleştirmek için egemenliğini koruyarak ilerlemeye kararlı olduğunu vurgulayarak konuşmasını tamamladı.
.
ABD, AB ve Norveç adına yapılan konuşmalar
Rodriguez’in konuşmasının ardından söz alan ABD’nin BM Temsilcisi Susan Rice, “Küba’da yaşanan yoksulluğun sorumlusunu ABD’nin yaptırımları olarak göstermek yanıltıcıdır. Yaşanan yoksulluğun sebebi, Küba’da ekonomi ve toplum üzerinde olan devlet denetimidir. ABD tersine, Kübalılara en fazla insani yardım sağlayan kaynaktır” iddiasında bulundu.

Küba delegasyonunun sunduğu karar taslağının realiteyi yansıtmadığını savunarak bu nedenle aleyhte oy kullanacaklarını söyleyen Rice, “Öte yandan, bilgiye ve kaynaklara ulaşmaları için Kübalılara destek olmaya devam edeceğiz. Küba yönetimi de vatandaşları için birçok şey yapabilir. Örneğin Küba hapishanlerindeki siyasi suçluları serbest bırakarak ya da ifade özgürlüğüne saygı göstererek işe başlayabilir” dedi. Rice, Washington’un Havana ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açtığını, ancak henüz bu girşimine bir yanıt alamadığını da savundu. Rice, sözlerini bitirdikten sonra salonu terk etti. Rice’ın ardından Avrupa Birliği ve Norveç adına yapılan konuşmalarda da Küba’nın insan hakları karnesini geliştirmesi gerektiği yönünde ifadeler kullanıldı.

"Guantanamo ve Ebu-Garib'in suç ortağı olan AB'yi demokratik otorite kabul etmeyiz"
Konuşmalara yanıt veren Rodriguez, öncelikle, Guantanamo ve Ebu Garib’de gerçekleştirilen işkence faaliyetlerinde suç ortağı olan Avrupa Birliği’ni demokrasi alanında model dikte edebilecek ya da tavsiyede bulunabilecek bir ahlaki otorite olarak kesinlikle tanımadıklarını ilan etti.

Rodriguez, “Ne yazık ki şu anda burada salonda bulunmayan Bayan Susan Rice, sözlerine ‘burada bir kez daha’ diyerek başladı. Bu ifadeyle geçmişte ABD'nin on yedi temsilcisinin yaptığı şeyi tekrarlamak için geldiğini kabul etmiş oldu. Gizli bir memorandumla temellendirilen ve amacı Küba halkının açlık çekmesi, çaresiz düşmesi ve cesaretini kaybetmesi olan abluka politikasını savunmak gibi üzücü bir işi üstlendi” diye konuştu.

Güçlü bir yabancı ülkenin ajanı olan, ABD hükümeti tarafından finanse edilen paralı askerlerden Rice’ın muhalefet üyesi ya da siyasi tutuklu diye söz ettiğini söyleyen Rodriguez, “Eğer siyasi tutuklular hakkında konuşmak istiyorsak Amerika Birleşik Devletleri hapishanelerinde zalim, insanlık dışı, onur kırıcı muamelelere maruz kalan beş Kübalı terör karşıtı kahraman serbest bırakılsın” dedi.

"'Soykırım' tanımını tekrar incelesinler"
Rice’ın soykırım sözüne yaptığı itiraza karşılık veren Rodriguez, “Soykırım suçuna karşı 1948 Cenevre Sözleşmesi’nin 2. maddesinin b) ve c) fıkralarından alıntı yapıyorum: b) fıkrasında ‘Soykırım, grup üyelerinin fiziksel ve zihinsel bütünlüğüne ağır hasar verilmesidir’, c) fıkrasında da ‘Soykırım, belirli bir insan grubunun fiziksel açıdan toptan ya da kısmi imhasına yol açacak varlık koşullarına kasıtlı olarak tabi tutulmasıdır’ denilmektedir. Dışişleri Bakanlığı'na bu sözleşmeyi daha iyi incelemelerini tavsiye ediyorum” dedi.

Rodriguez, Susan Rice’ın Ağustos ayında New York Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada “Amerika Birleşik Devletleri’nin dinlemeye, farklılıklara saygı göstermeye ve yeni fikirleri dikkate almaya hazır olduğunu gösteriyoruz” ifadesini kullandığını da hatırlatarak, “Bayan Rice’ın bu sabah tümüyle karşıt şeyler söylemek zorunda kaldığını görmek beni derinden şaşırttı” dedi.

29 Ekim 2009 Perşembe

Güler Zere'yi öldürüyorlar!

Güler Zere 37 yaşında, kanser hastası, ölmek üzere ve tutuklu. Erbakan hakkında “sürekli hastalık” nedeniyle af kararı veren Cumhurbaşkanı, ölmekte olan Zere için kılını kıpırdatmıyor.

37 yaşındaki Güler Zere kanser hastası ve halen tutuklu bulunuyor. Çene kanseri olan ve durumunun giderek ağırlaştığı bilinen Güler Zere için Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi dün bir basın toplantısı yaparak Zere'nin artık “tıbben geriye dönülmez bir aşamaya girdiğini” açıkladı. “Hastalığın seyri bize beklenen yaşam süresinin çok kısa olduğunu göstermektedir” diyen TTB yöneticileri artık Güler Zere'ye “Vedalaşma ve Huzur Hakkı” verilmesini talep ettiler.

Güler Zere için şu ana dek yapılan yüzlerce girişme, on binlerce kişi ve kuruluşun desteğine ve taleplerine rağmen ne AKP Hükümeti'nin Bakanları ne de Cumhurbaşkanı Zere'nin cezaevinde ölüme terk edilmesine dair kıllarını kıpırdatmamış durumdalar. Oysa Zere'yi hızla ölüme götüren koşullara son vermek ellerinde. Adalet Bakanlığı'nın Zere'nin infazını erteleme, Cumhurbaşkanı'nın da af yetkisi bulunuyor.

Erbakan için kullanılan yetki Zere için bir türlü kullanılamıyor
Daha önce de pek çok kişi ve kurum, pek çok köşe yazarı ve son olarak da TTB, benzer koşullar için Cumhurbaşkanı'na tanınan yetkiyi kullanarak Abdullah Gül'den Zere'nin serbest bırakılması kararını vermesini talep ettiler.

Cumhurbaşkanlığı ise aylar önce yaptığı açıklamada topu Adalet Bakanlığı ve Adli Tıp Kurumu'na atarak Cumhurbaşkanının konuyu değerlendirebilmesi için “hükümlünün durumunu belirleyen tam teşekküllü hastanelerce verilen sağlık kurulu raporu ile bunu teyit eden Adli Tıp Kurumu raporlarına dayanan Adalet Bakanlığı’nın ilgilinin dosyasının gerektiğini” söylemişti.

Aynı açıklamada Cumhurbaşkanlarının af yetkisinin sadece hürriyeti bağlayıcı cezaların hafifletilmesi veya kaldırılmasıyla ilgili olup, kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı olmayan tutuklular hakkında bu yetkinin kullanılmasının anayasal olarak mümkün bulunmadığı da belirtiliyor ve böylelikle Abdullah Gül topu bir kez daha kendinden uzaklara atıyordu. Oysa Güler Zere’nin Avukatı Taylan Tanay'ın da açıklamaya verdiği cevapta söylediği gibi Güler Zere hakkında 34 yıllık mahkûmiyet kararı bulunuyor.

Diğer yandan, geçtiğimiz Ağustos ayında, yine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kayıp trilyon davasından hapis cezasına çarptırılan ancak cezasını yaşı nedeniyle evde çeken Necmettin Erbakan hakkında hiç zorlanmadan “sürekli hastalık” nedeniyle af kararı vermişti.

Adalet Bakanı da topu başkalarına attı
Adalet Bakanlığı da Güler Zere'nin cezasını erteleyebilir ya da dosyasını Cumhurbaşkanı'na göndererek af talebinde bulunabilir. Oysa Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in konu ile ilgili açıklaması yine topu taca, hatta bu sefer gazetecilerin üzerine atacak şekilde olmuştu. Ergin Ağustos ayında Adli Tıp Kurumu'ndan verilen rapora gönderme yaparak, “Her kendisine sahip bulan, destek bulan böyle yaparsa yöntem itibarıyla da, sonuçları itibarıyla da doğru olmaz. Burada süreçte bir sıkıntı varsa, karar mekanizmalarında bir sorun varsa onu konuşalım. Rapor verilmesi gerekirken verilmiyorsa, onları tartışalım, konuşalım. Ama rapor almanız mümkün değil, ama gazeteci dostlarınız var, yayın yapıyorsunuz. Buna dayanarak rapor verilmesi ne kadar doğru? Somut olaylara, bilgilere dayanarak söylemiyorum, ama benim bilebileceğim bir konu değil. Sürece baktığımızda bir yanlış var mı, bir eksik var mı? Ama konunun uzmanı diyor ki; ‘Hastanede kontrol altında cezası infaz edilebilir’. Ben şimdi hayır, sen böyle dedin ama göndermen lazım, salıvermen lazım diyemem ki. Bu doğru değil” diye konuşmuştu.

Adli Tıp hâlâ oyalanıyor
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı'nın Zere için “Cezaevi koşullarında tedavisinin sağlıklı olarak yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, iyileşinceye kadar hapis cezasının ertelenmesinin uygun olacağı” yönünde hazırladığı rapora karşılık, Adli Tıp Kurumu, Zere'nin “Hali hazırda tedavisinin devam edilebilmesi için hastane şartlarında yatırılarak infazına devam edilmesinin uygun olduğuna oybirliği ile mütalaa olunur” kararı vererek son dönemdeki “skandal” olarak nitelenen kararlarına bir yenisini eklemişti.

Güler Zere hakkında yapılan ısrarlı başvurular sonucu durumu yeniden değerlendiren Adli Tıp Kurumu, Ağustos ayından bu yana, belgelerin eksik olması, onkolog bulunmaması gibi çeşitli gerekçelerle karar vermeyi erteleyerek Güler Zere'nin son günlerinde de oyalanmaya devam ediyor.

Güler Zere 40'ını göremeyecek
TTB'nin çok kısa bir yaşam süresi kaldığını tespit ettiği 37 yaşındaki Güler Zere şu anda Çukurova Üniversitesi Balçalı Hastanesi Mahkûm Koğuşu’nda sevdiklerinden uzakta tek başına yaşam savaşı veriyor.

Zere'ye Kahramanmaraş Elbistan E Tipi Cezaevi’nde yatmakta iken 2009 Şubat'ında, hapishane koşulları nedeniyle 4 ay gecikmeli olarak kanser tanısı konmuştu. Tanının konmasının ardından Zere ameliyat oldu ancak hastalık 2 ay gibi kısa bir süre içerisinde hastane koşullarında yeterli bakım yapılamaması nedeniyle tekrarladı. Zere'nin hastalığı tekrarladı ancak gerekli müdahale yine Zere'nin cezaevindeki koşulları nedeniyle gecikerek yapıldı. Zere'nin geçirdiği ameliyatta üst damağının alındığı ve radyoterapi tedavisinin tükürük bezlerini kuruttuğu, bu nedenle de beslenme konusunda sorunlar yaşadığı belirtiliyor. TTB'nin Ağustos ayında Zere ile ilgili yazdığı raporda hastanın yeterli derecede beslenememesi nedeniyle “ileri derecede zayıfladığı”na dikkat çekiliyordu. Zere'nin durumunun kötüye gittiğini pek çok kez vurgulayan TTB dün “tıbben geri dönülemez” noktaya gelindiğini açıkladı.

TAYAD tarafından yapılan açıklamada da bir süredir sadece su ve mama ile beslenen Güler Zere'nin artık sadece serumla beslenebildiği belirtiliyor.

Kızının durumu nedeniyle Çukurova Üniversitesi Balçalı Hastanesi'nin önünde oturma eylemi başlatan baba Haydar Zere de kızının ağzında kapanmayacak yaralar oluştuğunu, halsiz düştüğünü, 40 kiloya kadar zayıfladığını, görme ve duyma özelliklerini kaybettiğini anlattı ve şunları söyledi: “Buna rağmen bileklerinden ranzaya kelepçeli halde. Annesi de, kızını o halde görünce baygınlık geçirdi. Yasalar ve hukuk bir an önce gereğini yapsın. Bu hastalık moral ister. Görmeyen, duymayan birini kelepçeliyorlar, tedavi ediyorlar. Kızımızı versinler biz tedavi ettirelim. Onun en çok ihtiyacı olduğu şey moral. Ama onu ameliyata aldıktan sonra yoğun bakıma götürürken ayağına ve eline kelepçe vuruyorlar. Kızımın morali hiç düzgün değil. Bu nedenle tedavi sonuç vermiyor”.

"Ölmesin" demek de suç
4 Eylül’de Adana Demir Spor-Livorno Spor Kulübü arasında oynanan dostluk maçı sırasında tribünde açılan ‘Güler Zere Ölmesin’ yazılı pankart da Adana Valiliği tarafından “suç” sayıldı. Adana İl Spor Güvenlik Kurulu tarafından yapılan değerlendirmede, Güler Zere için açılan pankart, 5149 sayılı Spor Müsabakalarında Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun’una aykırı olduğu gerekçesiyle 10 kişiye toplam 1120 TL para cezası verildi. Ceza Adana Valiliği tarafından onaylandı.

22 Ekim 2009 Perşembe

Sol, ‘açılım’ı ve ‘dönüş’ü nasıl değerlendiriyor?

Sol, “dönüş” değerlendirmelerinde, sürecin bundan sonrasına odaklanıyor. Konuya farklı yaklaşımlar görülürken, “Devletin operasyonları durdurması” ve “Kürt halkının taleplerinin karşılanması”nda ortaklaşılıyor.

Türkiye solu, “demokratik açılım”ın büyük yankı uyandıran “dönüş” ayağındaki gelişmelere yönelik değerlendirmelerinde, sürecin bundan sonrasındaki olasılıklara ağırlık veriyor. Devletin bütün operasyonları durdurması, DTP’ye dönük baskılara son verilmesi ve Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerinin derhal karşılanması gerektiği üzerinde ortaklaşıldığı görülüyor. Ancak, sol parti ve örgütlerin yaklaşımlarında önemli faklılıklar da mevcut.

Sol parti ve örgütler, yurda dönen PKK temsilcilerinin tutuklanmamasını önemli ve olumlu bir gelişme olarak karşılarken, devletin sınır içi ve ötesinde yürüttüğü tüm operasyonların ve DTP yöneticilerine karşı uygulanan baskıların sonlandırılması gerektiğini ifade ediyorlar. Kürt halkının ana dilde eğitim, Kürt dili üzerindeki kısıtlamaların kalkması, Anayasa ve yasaların şoven hükümlerden temizlenmesi gibi taleplerinin karşılanması noktasında buluşuluyor.

Ancak, “açılım” sürecinin “Kürt sorununun çözümü” açısından ne anlama geldiği ile, ABD, AKP ve PKK’nın süreçteki rolüne dair değerlendirmelerdeki vurgu farklılıkları, temel ayrışma noktalarını oluşturuyor.

TKP: “ABD planları ile Kürt’lerin özgürlük talepleri ayrılmalı”
Türkiye Komünist Partisi (TKP) tarafından dün yapılan değerlendirmede, “dönüş”ü de içine alan “açılımın” ABD’nin bölgeyi yeniden yapılandırma planları çerçevesinde gerçekleştirildiğine dikkat çekilerek, emperyalist çıkarlar doğrultusunda Kürt sorunundan “yararlanıldığı” vurgulanıyor. AKP’nin rolünün “icracı” olmakla sınırlı bulunduğu ifade edilirken, “açılım” sürecine, Kürt sorununun çözümüne dair anlam yüklemenin imkansızlığına değiniliyor.

“Kürt sorununun Amerikan icadı olduğu” yönündeki tezi “Türk milliyetçiliğinin büyük bir yalanı” olarak niteleyen TKP, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük sorununa ilişkin taleplerinin derhal yerine getirilmesi gerektiğini vurguluyor.

Kürt sorununun ulusal boyutunun yanında sınıfsal temellerine dikkat çeken TKP, özellikle “Kürt sorununda çözüm yolunun açıldığına ilişkin düşünceyi kesinlikle paylaşmadığının” altını çizerken, bu değerlendirmesiyle kimi sol unsurlardan da ayrılmakta.

“Hangi planın yürürlükte olduğuna ilişkin uyarı yapma ve bu plana karşı her ulustan emekçileri örgütleme görevini neredeyse tek başına yerine getirme” kararlılığının altını çizen TKP, “Kürtlerin eşitlik ve özgürlük talebinin ancak Türk ve Kürt emekçilerinin emperyalizm ve gericiliğe karşı mücadelesi içinde gerçek değerini bulacağına” işaret ediyor.Son olarak, “yıllarca ezilen, dışlanan, katledilen, sürülen Kürt yoksullarının bugün muhatap alınmanın, bazı taleplerinin karşılanabilir olmasının heyecanını yaşadığına” değinilen TKP açıklamasında, bu heyecanın Türk milliyetçiliğinin tırmanışı ile kesintiye uğrama riskine dikkat çekilerek, bunu önlemek için mücadelenin mutlaka sınıfsal bir eksene çekilmesi gerektiği ifade ediliyor.

ÖDP: “Demokratik açılım sürecinin önünü açması bakımından önemsiyoruz”
Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) Genel Başkanı Alper Taş, PKK örgütünün Abdullah Öcalan‘ın kararıyla Türkiye‘ye barış grubu göndermesini, “demokratik açılım sürecinin önünü açması bakımından önemsediklerini” belirtiyor.

“Son dönemde demokratik açılım denilen sürecin tıkanarak terör sorununa hapsedildiğine” değinen Taş, “bu umutsuzluk ortamında Abdullah Öcalan’dan gelen yeni hamle sürecin önünü açtı, yeniden barış umutlarını yükseltti. Bu açıdan olumlu” diyor.

Taş ayrıca, “PKK’nin bu hamlelerinin bir tür teslimiyet ve pişmanlık olarak algılanmamasının, tersine, yeni bir sürecin önünü açacak girişimler olarak değerlendirilmesinin, önümüzdeki dönem bu sorunun kalıcı çözümü açısından olumlu olacağını” savunuyor.

“Kürt hareketinin öne sürdüğü taleplerin silahlı mücadeleyi gerektirecek talepler olmaktan çıktığını, bunu PKK‘nin de gördüğünü” belirten Taş, “PKK, bağımsız Kürt devleti taleplerinden vazgeçti artık. Anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kimliğe dayalı olmayan anayasal yurttaşlık gibi bizim açımızdan da kabul edilebilir talepleri var. Devletin, 1999’da olduğu gibi Öcalan‘ın yakalandığı süreçte, yendik-ezdik yaklaşımını tekrarlamaması lazım” diyor.

“Ölümlerin eşliğinde, çatışmaların gölgesinde barış ve çözüm mümkün olmaz. Bu gelişlere paralel gelişler de söz konusu olacaktır. Devletin artık operasyonlara son vermesi, DTP‘lileri tutuklamaya son vermesi önemli” diyen Taş, şunları söylüyor: “Pişmanlık Yasası bu heyete dayatılmamalı. Bir politik gerekçeyle dağdalar. Esasen bu gerekçelere neden olan koşulların değişmesi gerekli. Heyetin serbest bırakılması, toplumsal yaşama katılması ve mesajlarının da iletilmesinin sağlanması bundan sonraki süreç açısından önemli. Bu, ana muhalefet partisi ve MHP‘nin ‘silahları bıraksınlar’ yaklaşımını ve milliyetçi şoven atmosferi de kıracak sonuçları da yaratacaktır.”

Genel Başkan Alper Taş’ın değerlendirmeleri çerçevesinde ÖDP’nin Kürt sorununu ağırlıklı olarak bir kimlik sorunu olarak tanımlama eğiliminde olduğu ve süreçte belli adımların atılmasıyla çözüme yaklaşılabileceğine dair umut taşıdığı gözleniyor.

EMEP: “Barış girişimleri karşılıksız kalmasın”
Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Levent Tüzel imzasıyla yapılan açıklamada, “barış girişimleri karşılıksız kalmasın” denilerek, hükümet “açılım” konusunda adım atmaya çağrılıyor.

Kandil Dağı ve Mahmur Mülteci Kampı’ndan gelen “Barış ve Demokratik Çözüm Grubu”nun “açılım tartışmalarındaki kısır döngüyü yeni bir aşamaya taşıdığı” savunulurken, Kürt halkının bu adıma verdiği güçlü desteğin önemine değiniliyor.

“AKP hükümetinin oyalama, CHP’nin şoven ve statükocu tutumuna, MHP’nın ırkçı yaklaşımına rağmen, Türkiye halkı barış ve demokratikleşme yönünde adımların atılmasını istemektedir” görüşü dile getirilerek, “Kürt halkının attığı bu barışçı adım, 1999’daki gibi heba edilmemelidir. Çatışmalara son vermek üzere hükümet zaman yitirmeden ‘açılım’ yönünde adım atmalıdır” deniliyor.

“Kürt halkının dil, kültür ve kimlik taleplerinin karşılanması için birleşik mücadeleyi büyütmek görevi”nin işçi ve emekçilerde olduğu vurgulanarak, “Kürt sorunun barış ve demokratik yola girmesini sağlayacak olan, tüm işçi ve emekçiler için daha yaşanır bir Türkiye'nin yolunu açmak, Türk ve Kürt halkının, tüm işçi ve emekçilerin ortak mücadelesinden geçmektedir” görüşüne yer veriliyor.

Ortak basın açıklaması
Önceki gün Ankara’da çeşitli parti ve örgütlerin katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. Aralarında İHD Ankara Şubesi, 78’liler Girişimi, Devrimci 78’liler Federasyonu, Barış Meclisi, Kürt-Der, EMEP, SDP, DTP ve ÖDP Ankara İl örgütlerinin de bulunduğu kitle örgütleri ve siyasi partiler, “Türkiye’ye gelen barış grubunun önemli bir fırsat olduğunu” ve “bu kez fırsatın kaçırılmaması gerektiğini” ifade ettiler. Hükümete, “Habur’dan uzanan barış elini tutun” çağrısında bulundular.

Halkevleri ve Halk Cephesi’nden henüz konuyla ilgili bir açıklama yapılmadı. Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP), “Maxmur ve Kandil’den gelen barış elçilerini selamladığını” duyurdu. “Kürt halkının temsilcilerine Türkiye’den destek vereceklerini” bildiren ESP, "Türkiyeli işçi ve emekçilere, barış elçilerini coğrafyanın dört bir yanında layıkıyla karşılama" çağrısı yaptı.

Polislerin 'destanı' yayından kaldırılmıyor

Ankara Çevik Kuvvet polisine övgüler düzen ‘Çevik Kuvvet Destanı’ adlı klip, emniyet tarafından "sahiplenilmese" de yayınlanmaya devam ediliyor.

Kimin tarafından hazırlandığı ‘bilinmeyen’, Ankara polisi tarafından da resmen sahiplenilmeyen klip, internetteki görüntü paylaşım sitesi Dailymotion.com’a yüklenmiş ve facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde dolaşıyor. Klipte polisin eylemcilere sert müdahalelede bulunduğu görünütüler Mehter müziği ve ‘rap’ tarzında bestelenmiş bir şarkı eşliğinde sunuluyor.

Yurdakul’un şiiriyle başlıyor
Radikal gazetesinin haberine göre, eylemlerde polisin göstericileri copladığı anların görüntüleriyle süslenmiş ‘Çevik Kuvvet Destanı’ isimli klip, şair Mehmet Emin Yurdakul’un “Ey Türk vur, vatanın bakirlerine/Günahkâr gömleği biçenleri vur/ Kemikten taslarla şarap yerine/Şehitler kanını içenleri vur/Vur güzel âşıklar cenazesinden/Kırmızı meşaleler yakanları vur/ Şehvetin raksına yetim sesinden/Besteler şarkılar yapanları vur” dizelerini içeren ‘Vur’ şiiriyle başlıyor. Şiirin okunduğu bölümde fon müziği olarak Mehter Marşı kullanılmış.

Ardından, her karesinde çevik kuvvet polislerinin eylemcileri coplarla yere serdiği görüntüler eşliğinde rap ritimli şarkı başlıyor. Şarkının anlaşılabilen sözleri şöyle:“Hemen araçlara, Ankara bizi bekler, sağdan soldan saldırır herifler. Ama sonları gelecek, Ankara yanacak, çok kan akacak, son gülen iyi gülecek. O da Ankara çevik olacak. Çıkarma yapmak bizden kancık gibi kaçmak sizden, başka ne gelir ki elinizden. Bez parçalarını elinizden, gaflet perdesini yüzünüzden çevik kazıyacak kazıyacak yüzünüzden. Abi diyeceksin, el öpeceksin. Büyüklüğümüzü kabul edeceksin, ya biat edeceksin şerefsiz, ya yerin dibine gömüleceksin. Döviz asarsın, ‘faşist polis’ der slogan atarsın, görünce kaçarsın, ama sıkışınca 155’i hemen ararsın. Sessiz olsun herkes. Sessizlik ve ardından müdahele emri duyulacak. 6210 merkez, sakin olsun herkes, bizden korksun herkes... Zaman duracak, coplar vuracak, coplar gazlar konuşacak, Ankara çevik kan kusacak. 6210 merkez, sakin olsun herkes. Meydanlar bizim olacak, Bölücüler duracak. 6 Kasım ya da 1 Mayıs, sizin değil bizim bayramımız. Dil Tarih ya da Siyasal, sizin değil bizim mekânımız. Devlete baş kaldırmakta mı gördün çareyi çeyrek akıllı. Devrim dedin eylem dedin, sokakta bulur dedin. Tamam biz de itiraz etmedik. Ama seni sokakta göremedik. Sakarya, Yüksel ya da Meclis farketmez gel eyleme gideriz. 100, 200 ya da 300 kişi fark etmez hemen biter işi. Halkevi, TKP, ÖDP, fark etmez hepsi de kahpe. 1 Mayıs’ı unutmadık unutmayacağız. Sıradan hepinize kan kusturacağız. 6210 merkez, sessiz olsun herkes. Sessizlik ve ardından müdahale emri duyulacak. 6210 merkez, sakin olsun herkes. Meydanlar bizim olacak...”

Emniyet sahip çıkmıyor
Klibin kim tarafından hazırlandığı belli değil. Ankara Emniyeti klibe resmen sahip çıkmıyor. Ancak, klibin kaldırılması konusunda da herhangi bir girişim yok. Klipten çevik kuvvet polisleri arasında özellikle de eylemler sırasında bir efsane gibi söz ediliyor. Öyle ki bazı eylemciler klipten çevik kuvvet polislerinin bu konuşmaları sayesinde haberdar olduğunu söylüyor.

Ödülü aldı, karşıdevrimciliğe devam!

Geçtiğimiz günlerde “gazetecilik ödülü” alan Kübalı blog yazarı Yoani Sánchez’in, ilginç bir taktikle bir grup Kübalı çocuğa karşıdevrim propagandası yaptığı açığa çıktı.

Batı basını tarafından “Küba’daki baskıcı rejime karşı özgürlük mücadelesi veren” bir gazeteci olarak en son Maria Moors Cabot ödülü verilen Yoani Sánchez’in karşıdevrimci faaliyetlerinde ilginç taktiklere başvurduğu açığa çıktı.

Kübalı gazeteci Norelys Morales Aguilera, kendisini Villa Clara yakınındaki Camajuaní’den bir dostunun kendisine telefonla bildirmesi üzerine gittiği kasabada, Sánchez’in ilginç karşıdevrimci faaliyetinin hikayesini keşfetti.

Kasabanın papazı Miguel Lleonard Barroso, kilisede toplanan kişileri bir “internet konferansına” katılmaya ve çocuklarını göndermeye davet etti. Konferansa katılanlardan 14 yaşındaki Adrián Mendéz Cruz, “Yoani Sánchez ve Reinaldo Escobar’ın bloglarından bahsettiler, ben tanımıyordum. Üstelik, devrime karşı olduklarını söyleyen bazı kişilerin olduğu bir video izlettiler bize. Çok rahatsız oldum. Kandırıldık” dedi.

Toplantıda papazın, katılımcı çocukların fotoğraflarını çekmesi de çocukların dikkatini çekti. Toplantının, kilisenin oldukça özel bir odasında yapılması da, sadece herkese açık salona girmeye alışkın çocukları şaşırttı.

Dainerys Cruz Torres, Cumartesi günü oğlu Carlos Alberto’nun kilisedeki konferanstan geldikten sonra, sonunda yaşadıklarını anlatana kadar yemek yemediğini belirtti ve “Bu karşıdevrimdir, oysa bizler devrimciyiz” dedi.

Gazeteci Morales Aguilera’nın görüştüğü 11 yaşındaki kız Marisleidy Álvarez Bravo, olaydan duygusal olarak o kadar kötü etkilenmiş ki, gazeteciye “Bizi kandırdılar” der demez ağlamaya başlamış.

Yoani Sánchez’in kilisedeki bazı unsurlarla ortak yürüttüğü anlaşılan karşıdevrimci faaliyetler, Küba’da pek tutmasa da,dışarıda Sánchez’e “ödül” kazandırmaya devam edeceğe benziyor.