3 Haziran 1963…
Moskova…
Nâzım Hikmet Ran’ın ceketi..
Cebinde bir kâğıt…
Kâğıtta bir şiir:
“Gelsene dedi bana.. Kalsana dedi
bana.. Gülsene dedi bana.. Ölsene dedi bana…Geldim, kaldım, güldüm, öldüm”.
Son şiir…
Bu son dizeler bir itiraf gibi…
Bir şairin yaşama, güzelliklere
ve hüzne bakışının alçak gönüllü anlatımı… Koskoca ve dopdolu bir hayatın hak
ettiği en sade veda…
Bir aşk…
Şairin insana, insanlığa ve tüm
evrene duyduğu sevgi, tutku, acı ve saflık…
Bilinçli bir yaşam, bilinçli bir
veda…
Her yılın Haziran ayı, bizde bir
burukluk yaşatır; Haziran ayı üç büyük devrimci ustanın aramızdan ayrıldığı aydır:
2 Haziran'da Orhan Kemal (1970), Ahmed Arif (1991) ve 3 Haziran'da Nazım Hikmet
(1963) bizi silkeler; zıtlıkları, çelişkileri anımsatır. 56. yıl önce; Nazım
Hikmet Ran şairimizin dünyadan, büyük insanlıktan ayrıldığı gün bu gün!
Nazım Hikmet; 1902 yılında
Selanikte dünyaya gözlerini açtı, genç yaşında komünizme tanıştı ve safını
devrim ve sosyalizmden yana belirledi. 1920'lerde eğitim için Sosyalist Sovyetler Birliğine gitti ve mücadele için
ülkeye döndü. 1938’de mahpusluk sanatına başlıyor ve 1951’de bitiriyor. Bitirme
belgesini alan Nazım, o büyük beynini de alıp istemeyerek bu yurttan göç etmek
zorunda kalıyor. Nazım bir ozandı. Büyük insanlığın ozanı: İnsanın, emeğin, doğanın
değerini bilen bir sanat adamı. Nazım Hikmet, yirminci yüzyılın, modern çağın
çelişkileri, acıları içinde, sınıf çatışmalarının ve savaşların yoğun yaşandığı
bir çağın şairiydi. Onu yaşadığı ve hiç durmadan şiirler ürettiği zamanda kendi
ülkesi için tehlikeli (!) ve günümüzde ise onu bir “Türkiyeli emekçilerin şairi”
olarak değerli kılan şey tam da buydu: Çağının şairi olması.
Nazım’ın çığlığı keskindi çünkü
memleketine ve dünyaya baktığında “gerçeği” görebiliyordu. Yüzyıllar boyu büyük
ozanların seçtiği şairlik mertebesini yani “gerçekliğin taşıyıcılığı” görevini
yüklenmişti. Bu ne pahasına olursa olsun dilin, beynin ve kalbin sesini bağırmak
anlamına gelir ki şairlerin işi bu yüzden hep zor olmuştur. İşte bu “zorluk”
Nazım’ı bu kadar okunası yapandır; çünkü “gerçek”tir dizeleri; ama aynı zamanda
Nazım’ı memleketinden uzaklara gitmeye zorlayan ona “hasretlik” çektirendir de…
Ama onu büyük yapan yaşadığı çağın haksızlıklarını, en derinde yatan anlamlarını,
olaylarını güçlü bir şiirsellikle üretirken dünyayla bütünleşmesi; evren ve
insan birlikteliğini dilinin gücüyle verebilmesiydi. Bu yüzden Nazım nereye
giderse gitsin başka bir ülkede yaşanan acılara ya da dünyanın öbür ucundaki
barışa hep “hasretti”… “Angina Pektoris” şiirinde doktora söylediği gibi: “(…)
Bakıyorum geceye demirlerden ve iman tahtamın üstündeki korkunç baskıya rağmen
kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor (…)” …
Nazım’ın şiirlerinde yaşam
belgesel gibidir. Başından sonuna izlenir, anlaşılır ve düşündürür her bir satırı…
Bu yüzden Nazım’ın şiiri, bir tanıklıktır; tarihin sınıfsal çelişkilerini
anlatan, acılarını ve mutluluklarını yansıtan ve en güzeli de gelecek yüzyıllara
umut ve cesaret aşılayan…
YİRMİNCİ ASRA DAİR
— Uyumak şimdi,
uyanmak yüz yıl sonra,
sevgilim...
— Hayır,
kendi asrım beni korkutmuyor
ben kaçak değilim.
Asrım sefil,
asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
büyük
ve kahraman.
Dünyaya erken gelmişim diye
kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum.
Bana yeter
yirminci asırda olduğum safta
olmak
bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için...
— Yüz yıl sonra, sevgilim...
— Hayır, her şeye rağmen daha
evvel.
Ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek
olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha
eren müthiş gecem),
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır...
Nazım Hikmet Ran
İşte bu şiirde, önceki satırda
sözünü ettiğimiz gibi; yüzyıl içindeki sınıfsal yapıyı ve onun çelişkilerini
görebiliyoruz. Bir şairin, insanın, acısını ve umudunu görüyoruz Nazımın
dizelerinde. Bu şiirin gücü, hangi yüzyılda okunursa okunsun o hazin yaşamı,
kavgayı ve inancı dile getirmesinden gelir. Şiir, sınıf çelişkileri sürdüğü
süreç içinde de hep güncel kalmanın ötesinde belgesel niteliğini de koruyacaktır.
Nazım’ın şiirleri tablo gibi izlenebilir, sinema olarak görselleştirilebilir;
ses, ritim ve melodi her satırda birbirini takip eder. Nazım konuşur siz
dinlersiniz. Hikayeler: insanların, mahpushanedekilerin, kadınların, aşkların,
yoksulluğun, Haydarpaşa Garı’nın, kentin, ormanın… karlı kayın ormanının,
yolculukların, savaşın… ve gelecek güzel günleri bir bir anlatır Nazım.
Nazım, bir insan, bir şair…
Gençlik çağında 1938 yılında şiirleri yüzünden 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı.
İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yıl 7 ay kaldı. 1950 yılında
bir af yasasıyla çıktı. Yeniden askerliğe çağrılması ve öldürüleceği yolundaki
duyumlar üzerine yurdunu terk etmek zorunda kaldı. 25 Temmuz 1951 tarihinde
Bakanlar Kurulu Türkiye vatandaşlığından çıkarılmasına karar verdi. Sovyetler
Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera
Tulyakova (Hikmet) ile Moskova'da yaşadı ve 3 Haziran 1963 yılında orada öldü.
Dünya işçi ve emekçilerinin dilinde destanlaşan şairimizin mezarı ömrünün
önemli bir kesitini yaşadığı ikinci vatanı olarak bilinen Moskova’da,
Novo-Deviçiy Mezarlığı’nda gömülü. Siyah granitten bir mezar taşı üzerinde
rüzgâra karşı yürüyen adam figürü ile görselleştirilen mezar dünyanın dört bir
yanından gelen insanların çiçekleriyle anıtsallaştırılıyor.
Uzun bir zaman faşist devlet
kendi sanatçılarına düşmanlık duydu. Kendi sanatçısına aydınına -ozanına, kendi
yurttaşına “vatan haini” damgası o çok demokrat gösterilen Menderesin Demokrat
Partisine nasip olmuştu. Birçok güzel, devrimci, sosyalist ve ilerici insan,
yetenekli ve değerli aydın-sanatçı, şair, tiyatro ve opera sanatçıları, sanat
ve siyasi ideoloji arasında var olan o çelişkili yapı içinde haksızca cezalandırıldılar.
Nazım devrimci ve emekçilerle direndi ve faşizmin yasaklarını parçalayıp şiirleri
özgürleşen şairlerimizden birisi oldu. … Şiirleri oratoryolara, destanları
müziklere dönüştü; Bursa Cezaevi günlerini anlatan “Mavi Gözlü Dev” adlı bir
film sinemalarda yer aldı… Peki, yetiyor mu? Nâzım dünyada bir “Türkiye halklarının
emekçi şairi”… Çünkü Nazım “memleketim…” der birçok şiirinde… Vasiyet şiirini:
27 Nisan 1953’de Barviha Sanatoryumu’nda hasta yatarken yazmış. “…Yoldaşlar,
ölürsem o günden önce yani, -öyle gibi de görünüyor- Anadolu'da bir köy mezarlığına
gömün beni ve de uyarına gelirse tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez
hani....” der.
O nedenle Nazım’ı biraz anlamak
demek; onun son yolculuğunu şiirin diliyle kurgularken; kendi memleketinde,
Anadolu insanı ve çok sevdiği çınar ağaçlarıyla, alçak gönüllü bir buluşmayı
hayal ettiğini anlayabilmek demektir. “Hasretlik, sevgi, özlem, alçak
gönüllülük, dostluk… Ben sizden ayrıldığımda da yüreğim sizinle” demek ister…
Ama kırk yedi yıldır orada başkaldırının
dinginliği içinde duran anıt mezarı buraya getirmek istiyorlar. Değişecek olan
ne?
Nazım Hikmet’in düşüncelerine
inanan insanlara sözümüz: Bırakın olduğu yerde kırılmadan, dökülmeden saygı
görsün, dünya emekçileri adına “rüzgara karşı” yürüsün. Materyalist dünya görüşüne
sahip olanların evrende her yerin aynı olduğunu bilirler. Materyalistlere göre
doğada insanın bedeninin nerede gömülü olduğu o kadar önemli değildir. Önemli
olan insanın düşüncelerinin aydınlığının ne kadarının insanlara ulaştığıdır.
Materyalist ya da
metafizikçilerin dışında kalanları ve illa mezar buraya gelecek diyenleri önce
Nazım’ı doğru anlamaya çağırıyoruz. Nazım Hikmet’in dünya görüşü Marksizm,
savunduğu ideoloji eşitlikten yana, komünist bir sistemdi… Ancak “büyük anlatılar’ın”
(Grand Narratives) son dönemecinde artık değerler sistemi değişti. Biraz
dikkatli bakıldığında 21. yüzyılın her şeyi üretip tükettiğini ve bunun
emperyalist kapitalizmin en büyük stratejisi olduğu görülebilir. Kültürel değerler
de artık bu acımasız döngüde yerlerini alırlar. Yani Nazım da bu anlamda bir
“meta”dır kapitalizme göre. Bir aracıdır. O komünizmin, vatan hainliğinin değişen
yüzünün bir simgesi olarak üretilir ve tüketilir.
Ancak gerçekte, Nazımca ve bizce
Nazım yalnızca “büyük insanlığın şairi”…
Nazım’ın mezarının orada olmasının
bir anlamı var; Nazım’ın yaşamının önemli bir kısmını, ideolojisini ve hatta
son aşkını ifade ediyor o bize uzak gömüt…
Kendimizi kandırmayalım. Bırakın
Nazım’ın kendisinin neler çektiğini; memleketimiz Nazım’ın şiirlerini okuyanların
sürgün edildiği, işinden atıldığı, işkence gördüğü, toplum dışına itildiği sancılı
süreçlerden geçti.
Uzaklardan memleketine bakıp,
insanların her öğünde yalanla beslendiğini gören Nazım: 1949’da yazdığı
“elleriniz ve yalana dair” şiirindeki kahramanlara: 1930 Mayıs’ın da yazdığı
“sen yanmasan ben yanmasam” diye bağırarak, 28.7.1962’de yazdığı “Vatan Haini” şiiriyle
vatan hainliğine devam ettiğini haykırıyordu karşı kıyıdan. İnsanlık uyansın
diye. Yalanla doyanlar gerçeği görebilsin diye!
3 Haziran 1963 yılında 61 yaşında
kaybetmiş olduğumuz Nazım Hikmet, bugünde işçilerin, emekçilerin ve iyiden ve
güzelden yana olanların beyninde, yüreğinde ve sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya
yürüyüşünde yaşıyor yaşayacaktır.