31 Ekim 2009 Cumartesi

Yenilenmiş TSK'nızı güle güle kullanın!


Basına ve Kamuoyuna

Tüm ilerici, devrimci sendika ve kitle örgütlerine:

BASINA VE KAMUOYUNA
Bizler Cesur Ambalaj A.Ş.'de çalışan ve atılan işçileriz. Bir seneyi aşkın bir zamandır çalıştığımız Cesur Çuval fabrikasında patronun kazanılmış sosyal haklarımıza yönelik saldırısına maruz kalıyoruz.

Bu süre zarfında üç ikramiyemiz gasp edildi, yakacak, erzak vb. haklarımıza el konuldu ve aynı zamanda ücretlerimiz kuşa çevrilerek ödendi. Bizler gece gündüz durmadan üç vardiya ve yoğun mesailerle çalıştığımız, günde tonlarca malı yurt içine ve yurt dışına gönderdiğimiz halde, gasp edilen bu haklarımızın verilmeyişini Cesur Çuval patronu Mehmet Cesur krizin etkileri olarak tanımlıyor. Krizi bahane göstererek elimizdeki son krırıntılara da göz dikenler trilyonluk bir iplik makinesini İran'da kurulu bulunan fabrika için satın alabiliyorlar.

Cesur Çuval, krizi işçilere saldırıya dönüştürmekte ve kazanılmış hakların tırpanlanmasına bir örnektir. Gerçekte üretim hacmi durmadan büyüyen hatta halen işçi alımına devam eden bu firmada on yıllık bir usta makineci ancak asgari ücretten on, yirmi lira fazlasına çalışmaktadır. Yaşanan bu saldırılar karşısında özellikle de ücretlerimizi zamanında alabilmek için ilk olarak 5 Ekim tarihinde bir gün iş durdurduk. Ağustos ayının maaşlarını ancak bu eylemle alabildik. Gerçekleştirdiğimiz bu eylemde patron bundan sonra maaşların düzenli ödeneceği sözü vermesine rağmen bu sözünü yine tutmadı.

Bu tablo üzerine 4857 sayılı iş kanununun 34. maddesinden doğan ve işçinin ücretini zamanında alamadığı taktirde üretimi durdurma hakkına dayanarak 26 Ekim pazartesi günü sabah 07:00 vardiyasının başlamasıyla beraber işi dururduk. İş durdurma eylemine bu sefer sadece üç bölüm katılınca patron saldırıya geçti ve vardiya bitişi öncü işçi arkadaşlarımızdan birini 25. maddeden tazminatsız işten attı. 15:00 vardiyası daha başlamadan bu vardiyadan da iki öncü işçi arkadaşımız aynı maddeden ve aynı gerekçeyle işten çıkartıldı. Ve gün içinde 23:00 vardiyasından bir arkadaşımız ve daha sonrada üç arkadaşımız daha işten çıkartılmış oldular.

Patronun bizleri işten atma gerekçesi işçileri kışkırtmak, yasadışı grev örgütlemek ve bildiri dağıtmaktır. Burada yasadışı bir uygulama yapılmıştır ama bunu yapan biz işçiler değil patronun, yani Mehmet Cesur'un ta kendisidir. Bizlerin haklarını ve ücretlerini çaldığı yetmemiş gibi bizleri gayri yasal bir biçimde işten çıkartarak haklarımızı savunmamızı engelleyebileceğini zannetmiştir. Bizler Cesur Çuval işçileri olarak 2004 yılının Ocak ayında çalışma koşullarımızı düzeltmek için örgütlendik ve DİSK Tekstil sendikasına üye olduk. Sendikalaşma sürecimizde atılan işçi arkadaşlarımızla beraber bizlerde üretimi durdurarak hep birlikte eyleme geçtik.

Üç gün süren direnişimizin ardından DİSK Tekstil sendikası başkanı ve Süleyman Çelebi Cesur Çuval patronu ile sözleşmeye oturdu. Ama bu sözleşme bir satışla sonuçlanarak 68 işçi arkadaşımızın işine son verilmesi ile sendika içeri girmiş oldu. O zamandan sonra bir toplu sözleşme yapıldı fakat bu sözleşmenin hükümleri fabrikada uygulanmadı. Sendika bu hükümleri uygulama adına bir gün olsun gayret göstermedi. Hatta o dönem sendikaya üye olan işçiler dışında bir işçiyi dahi sendikaya üye yapmadılar. Bu gün bin civarında çalışanı olan bu fabrikada sendikalı işçi sayısı yüz elliyi geçmez.

O zamandan bu zamana ücretlerimizdeki sendika kesintisinin dışında sendikanın ne adını nede kendini fabrikada görebildik. Bu son yaşanan süreçte de karşılaştığımız saldırılara ve hak gasplarına karşı gerçekleştirdiğimiz eylemlerde sendika ne bir kez olsun bizleri aramış ne de yanımıza gelmiştir. Tüm kamuoyu önünde bu yaşanan süreci anlatmak Cesur Çuval patronundan hesap sormak, görevini yapmayan sendika başkanlarından hesap sormak için 1 Kasım Pazar günü Kartal Meydanı'nda olacağız. Tüm ilerici, devrimci, sendikaları, kitle örgütlerini, direnişçi işçi kardeşlerimizi ve basın emekçilerini yanımızda görmek ve eylemimize destek olmaya çağırıyoruz.

Yer: Kartal Meydan / İstanbul
Saat: 13:00 Tarih: 01 Kasım 2009 Pazar

CESUR ÇUVAL İŞÇİLERİ

Sen misin “Devrim” yazan!

16 üniversite öğrencisi için açılan “yasadışı örgüt" davasında suç sayılan eylemler: ODTÜ Stadyumu'na “Devrim” yazmak, DİSK’e bağlı Genç-Sen üyesi olmak, orak-çekiçli uçurtma uçurmak...

İSTANBUL - Adana’da ‘Lenin işlemeli duvar halısı’nın, Bursa’da Karl Marks’ın ‘Komünist Manifesto’sunun ‘yasadışı örgüt üyeliğine kanıt’ sayıldığı iki ayrı davaya, Ankara’dan ‘kardeş’ geldi.

Radikal gazetesinin haberine göre bu kez 13’ü Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ), ikisi Hacettepe, biri de Bilkent Üniversitesi’nde öğrenci olan 16 sanıklı davada; ‘suç’ sayılan eylemler şunlar: ODTÜ’de geleneksel hale gelen stadyuma ‘Devrim’ yazmak, 1 Mayıs’a ve Nevruz’a katılmak, Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının anıldığı ‘Devrim Yürüyüşü’ne katılmak, ‘İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’nde slogan atmak...

Suçlar kadar ‘kanıtlar’ da evlere şenlik: Gazeteci Aliza Marcus’un PKK’yı anlattığı ‘Kan ve İnanç’ adlı kitabı, üzerinde ‘orak çekiç ve yıldız’ bulunan uçurtma, Kürtçe türkü kaseti, ‘Canım benim’le başlayıp “Nazım”la biten not kâğıdı...

ASTSUBAYI REHİN ALDILAR
ODTÜ’de geçen 19 Ocak’ta üniversiteliler, gizlice fotoğraf çekerken yakalandıkları bir kişiyi ‘istihbaratçı’ olduğundan kuşkulanıp rehin almışlardı. Üzerinden, ‘Ankara Ticaret Odası üyesi Şeyhmuz Çelik’ adına kimlik çıkan kişi jandarmaya teslim edilmişti. Gerginlikten dört ay sonra 16 öğrenci, yasadışı Marksist Leninist Komünist Parti’nin (MLKP) legal gençlik kuruluşu olduğu öne sürülen Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’na (SGDF) üye oldukları iddiasıyla gözaltına alındı. Beşi tutuklanarak Ankara 1 No’lu F Tipi Cezaevi’ne konuldu.

İddianamede yer alan bir bilgi öğrencilerin kuşkularında haklı olduğunu gösteriyordu. Öğrencilerin telefonları Çankaya İlçe Jandarma Komutanlığı’nın isteği üzerine 1 Temmuz 2008’den beri telefonları dinleniyordu. Ancak, bu kayıtlardan sadece, tutuklu K.D.’nin tutuksuz yargılanan A.M. ve M.E. ile konuşmalarını içeren iki kayıt ‘kanıt’ sayılıp iddianameye konuldu.

İDANNAMEDE ‘SUÇ’ SAYILAN DİĞER EYLEMLERDEN BAZILARI ŞUNLAR:
* Mahir Çayan Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’nın fotoğraflarının bulunduğu ‘İbo, Mahir, Deniz; zafere kadar izindeyiz’ yazılı pankartı taşıyıp, ‘Devrimci ODTÜ yürüyor’ diye slogan atmak.

* ‘Devrim şehitleri’ anısına saygı duruşu.

* ODTÜ Stadyumu tribünlerine ‘Devrim’ yazmak.

* ‘Anadilde eğitim, ilköğretimde Kürtçe okutulsun. Üniversitelerde Kürtçe seçmeli ders olsun. YÖK kaldırılsın’ talebiyle yürüyüşe katılıp Kürtçe ve Türkçe slogan atmak.

* ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun yıl dönümünde yürüyüş yapmak.

* Liseli Öğrenci Birliği’nin bildirilerini dağıtmak.

* Taksim’deki 1 Mayıs’a katılmak.

* Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ölüm yıldönümü olan 6 Mayıs 2009’da ODTÜ’deki geleneksel ‘Devrim Yürüyüşü’ne katılmak.

* ‘Geleneği Yaşatalım, Geleceği Yönetelim’ başlıklı sinevizyon gösterimini ve ‘Denizleri Anlamak’ konulu söyleşiyi düzenlemek.

* Ev ev gezip Atılım gazetesi ve Özgür Gençlik dergisi satmak.

* Ankara’da KESK ve DİSK tarafından 29 Kasım 2008’de düzenlenen ‘İşsizliğe, Yoksulluğa ve Zamlara Karşı Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’ne ESP bayraklarıyla katılarak ‘Kahrolsun faşist diktatörlük’ ve ‘Tek yol devrim’ sloganları atmak.

* Kızılay’da yapılan açıklamada ‘Kriz var kriz, devrim yapmalı’ diye slogan atmak.

* DTP’nin Ankara’da düzenlediği Nevruz Mitingi’ne katılmak.

* Genç-Sen ve Üniversiteli Genç Kadınlar adına stant açmak.

* YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım 2008’de ‘YÖK’e Hayır’ rüyüşüne katılmak, “YÖK, postal seslerinin yarattığı uğultu içerisinde doğdu” başlıklı bildiriyi okumak.

"DELİL"LERİN ÇOĞU KİTAP
Jandarmanın ‘elde edip’ savcılığın iddianameye koyduğu ‘kanıtların’ tamamı kitap, dergi, broşür, CD, kaset ve fotoğraflardan oluşuyor. Bu ‘kanıtlar’dan bazıları şöyle:

* ABD’li gazeteci Aliza Marcus’un yazdığı ‘Kan ve İnanç-PKK ve Kürt Hareketi’ isimli kitap

* Diyarbakır Hak İhlaleri Araştırma ve İnceleme Raporu

* Genç-Sen üye listesi

* ‘Che’den Denizlere - Gerçekçi Ol, İmkansızı İste’ başlıklı broşür

* Üzerinde orak, çekiç ve yıldız işaret bulunan uçurtma

* Karl Marks’ın ‘Komünist Manfesto’su

* Karl Marx Biyografisi

* ‘Mahir-Deniz-İbo’ isimli kitap

* ‘Bolşevik Devrimi’ isimli kitap

* ‘Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’ isimli kitap

* Bulgar Komünist Dimitrov’un ‘Faşizme Karşı Birleşik Cephe’si

* ‘Faşizme Karşı Özgürlüğün Safındayız’, ‘Umut Düşlerimizde, Gelecek Ellerimizde’ ve ‘Eşitlik, Adalet, Özgürlük için 1 Mayıs’ yazılı afişler

* ‘Antiemperyalistlerle Dayanışma Etkinliği’ davetiyesi

* ‘Canım benim’ hitabıyla başlayan ‘Nazım’ diye biten not kâğıdı

* Agira Jiyan adlı grubun ‘Helin’ adlı Kürtçe müzik kaseti

* Özgür Gençlik, Ekmek ve Adalet, Teoride Doğrultu, Yürüyüş, Kaldıraç, Marksist Bakış dergileri

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ‘yasa dışı örgüt üyeliği ve örgüt propagandası’ iddiası ve 13’er yıla kadar hapis cezası istemiyle açılan davanın ilk duruşması, YÖK’ün de kuruluş tarihi olan 6 Kasım’da...

Ulusalcıları çileden çıkaran manşet “Kürdistan artık dost..”

Türkiye'de aşiret reisi olarak adlandırılan Barzani'den Kürt açılımına destek geldi. Irak'taki Kürt bölgesini ziyaret eden ilk bakan olan Erbil'e giden ilk Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu "Kendimi evimde hissettim" dedi. Mesud Barzani, Erdoğan ve Davutoğlu'nu Kürt açılımı için kutladı.. "Ulusalcıların kırmızı çizgilerimiz ihlal ediliyor" diyerek karşı çıktığı ziyareti Fethullahcılara yakın olarak bilinen Taraf gazetesi “Kürdistan artık dost” başlığıyla manşetine taşıdı..

ERBİL VE MUSUL ÇIKARMASI
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan beraberlerindeki 80 işadamı ve 20 gazeteciyle Basra, Erbil ve Musul'a çıkarma yaptı. Ziyaretin ilk durağı olan Iraklı Şiilerin merkezi Basra'da Davutoğlu ve Çağlayan Irak Ticaret Bakanı Safaeddin Safi ve Basra Valisi Şiltag Abbud Meyyah ile görüştü. Görüşme sonrası düzenlenen basın toplantısında konuşan Davutoğlu, Basra'ya gelen ilk yabancı dışişleri bakanı ve ticaret bakanı olduklarını hatırlattı, "Basra'dan İstanbul'a varan bu eksen, bölgeye refah ve istikrar getirecek" dedi. Daha sonra Davutoğlu, Basra Valisi Şiltag Abbud Meyyah ile birlikte Türkiye'nin Basra Başkonsolosluğu'nun açılışını yaptı.

BARZANİ'DEN KÜRT AÇILIMINA DESTEK
Basra'da ticaret forumuna katılan Bakan Çağlayan ise Irak'a iki yeni sınır kapısı açmayı düşündüklerini açıkladı. Çağlayan bu iki kapının Şino ya da Ovaköy olabileceğini ama çalışmaların sürdüğünü söyledi. Daha sonra Irak Kürdistan'ın merkezi Erbil'e geçen heyeti Erbil Uluslararası Havaalanı'nda Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Kürt hükümeti Başbakanı Behram Salih ve kabinedeki tek Türkmen bakan olan Ticaret ve Endüstri Bakam Sinan Abdulhalik Çelebi karşıladı. Gezinin en kritik durağı olan Erbil'de Bakan Davutoğlu Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile biraraya geldi.Görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın toplantısına ise Barzani'nin Kürt açılımına verdiği destek damgasını vurdu.

TÜRK VE KÜRT GENÇLER ÖLMESİN
Türkiye'de son dönemde demokratik açılım çerçevesinde atılan adımları desteklediklerini belirten Barzani, bu adımlar dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan'ı kutladı. Barzani, "Açılım sorunu çözmeye yönelik. İnşallah sorunlar sona erer. Ne Kürt ne de Türk gençlerinin kanı akmasın. Türk ve Kürt gençlerinin kanlarının dökülmesi bizi üzüyor. Erdoğan'ın politikası sorunları çözmeyi amaçlıyor. Türkiye'nin bu cesaretli adımını destekliyoruz ve Türkiye ile işbirliği içindeyiz. Başbakan Erdoğan'ın bu politikasının iyi bir sonuca ulaşacağına inanıyorum. Savındolayısıyla kutluyorum" diye konuştu.

KENDİMİZİ EVİMİZDE HİSSETTİK
Daha sonra söz alan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu sözlerine "Biz kendimizi burada evimizde hissettik" diyerek başladı. Mesud Barzani ile ortak bir vizyonu paylaştıklarını belirten Davutoğlu "Araplar, Türkler, Kürtler, Şiiler, Sünniler Orta Doğu'yu birlikte tekrar inşa edeceğiz. Dolayısıyla herkesin cesaretli adımlar atmasının vakti gelmiştir" diye konuştu.

Iraklıları yakın bir akraba olarak gördüklerini söyleyen Davutoğlu, Erbil'de bir başkonsolosluk açma kararı verdiklerini ve bu konsolosluğun mümkün olan en kısa zamanda açılmasını istediklerini dile getirdi. Konsolosluğun ne zaman açılacağının sorulması üzerine ise Davutoğlu "Bununla ilgili görüşmelerin başlatıldığını, bundan sonrasının Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari'nin vereceği izne ve sağlanacak imkânlara bağlı olduğunu belirtti. Davutoğlu ve beraberindekilerin Musul'daki temaslarının ardından bu akşam Türkiye'ye dönmesi bekleniyor..

Honduras’ta darbeciler dize geldi

Honduras’ta darbeciler dize geldi ABD’li diplomatlardan oluşan bir heyetin 28 Haziran’da askeri bir darbeyle devrilen Manuel Zelaya ve darbeci hükümet arasındaki tıkanan görüşmelerin ...

ABD’li diplomatlardan oluşan bir heyetin 28 Haziran’da askeri bir darbeyle devrilen Manuel Zelaya ve darbeci hükümet arasındaki tıkanan görüşmelerin yeniden başlatılması için darbecilerle görüşmelerinden bir gün sonra, Manuel Zelaya ve darbeyle oluşturulan yeni yönetimin müzakerecileri arasında, Zelaya’nın görevine iadesi olasılığını da öngören bir anlaşmaya varıldı. Zelaya, bu gelişmeyi Honduras demokrasisi için bir zafer olarak nitelendirdi.

Anlaşma haberini Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) Siyasi İlişkiler Sekreteri Victor Rico verdi. Söz konusu anlaşmanın, Honduras halkı ve Honduras demokrasisi için yararlı bir anlaşma olduğunu söyleyen Rico, anlaşma metnini basına açıklamadı, ancak Zelaya’nın görevine iadesinin yolunun açıldığını kaydetti. Darbeci Yönetimin Lideri Roberto Micheletti, Zelaya’nın görevine dönüşü olasılığını da kapsayan anlaşmayı imzalamaya hazır olduğunu bildirdi.

‘YENİ SÜREÇ BAŞLIYOR’
Micheletti, düzenlenen basın toplantısında, söz konusu anlaşmanın ülkedeki siyasi krizin sona erdirilmesi sürecinin başlangıcı olacağını kaydetti. Micheletti, Kongre ve Anayasa Mahkemesinin de onaylamasıyla geçerli olacak bu anlaşmada Zelaya’nın devlet başkanlığı görevine geri dönüşü olasılığının da yer aldığını söyledi. İmzalanacak anlaşmada güç paylaşımının öngörüldüğünü ifade eden Micheletti, ayrıca anlaşma çerçevesinde iki tarafın da 29 Kasım’da yapılacak devlet başkanlığı seçimi sonuçlarını kabul etmesi gerektiğini kaydetti. Micheletti, anlaşmanın Zelaya’nın akıbetini Yüksek Mahkeme ve Kongre’ye bıraktığını belirtti. Anayasa Mahkemesi, daha önce Zelaya’nın dönüşüne karşı çıkmıştı.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Honduras’ta siyasi krizi sona erdiren ve Zelaya’nın görevine dönüşünün yolunu açan anlaşmayı övgüyle karşıladı. Clinton, Pakistan ziyareti sırasında gazetecilere yaptığı açıklamada, “Honduras halkını, Başkan Zelaya ve Başkan Micheletti’yi vardıkları tarihi anlaşmadan dolayı tebrik ederim” dedi. ABD Dışişleri Bakanı, seçimlere gidilmesini de kapsayan anayasal düzenin yeniden tesisinden yana olduklarını hatırlattı.

Tarafların sorunu çözmek amacıyla yaklaşık 4 haftadır sürdürdükleri müzakerelerde Zelaya tarafı son olarak, Micheletti’ye yeni bir öneri getirmesi konusunda ültimatom vermiş, önerinin ülkesine dönen ve Brezilya Büyükelçiliği’ne sığınan Zelaya’nın eski görevine dönmesini içermemesi durumunda masadan kalkacaklarını belirtmişti. (DIŞ HABERLER)

Kışladaki şüpheli ölümler açıklama bekliyor!

Askeri kışlalarda yaşanan ‘şüpheli ölüm’ haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Yaşanan bir çok ölüm kayıtlara ‘intihar’ olarak geçerken son 20 yılda kışlada ölen asker sayısı binlerle ifade ediliyor. En son önceki gün Trabzon 48’inci Motorlu Piyade Tugayı Komutanlığı Boztepe Askeri Kışlası’nda askerliğini yapan Diyarbakır nüfusuna kayıtlı 21 yaşındaki Orhan Mutlu’nun ölümü konuyu yeniden gündeme taşıdı. Mutlu’nun ölümü de ifadelere intihar olarak yansıdı. Silahını göğsüne ateşleyerek ‘intihar ettiği’ öne sürülen Diyarbakırlı genç kaldırıldığı Trabzon Ahi Evren Kalp ve Damar Cerrahisi Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Bu ölümle ilgili de soruşturma başlatıldığı belirtildi.

SON ŞÜPHELİ ÖLÜM
Mutlu’nun göğüs bölgesinden ve yakın mesafeden tek mermi ile intihar ettiği öne sürülüyor. Bugüne kadar askerde kötü muamele, işkence, hakaret, ağır cezalandırmalar, cezalandırma sırasında ölüm, şüpheli ölüm, yapılan uygulama sonucu askerlerin psikolojik travma geçirmesi gibi olaylar bir çok kez gündeme gelmiş olmasına rağmen TSK’dan ikna edici açıklamalar gelmedi. Yaşanan ölüm ve diğer olaylara ilişkin her defasında gerekli soruşturmanın başlatıldığı açıklamalarının ardından ‘kaza’ ya da ‘intihar’ sonucuna varılarak dosyalar kapatılırken çocukları ölen bir çok aile ‘intihar değil, öldürüldü’ iddialarında bulundu. Aileler insan hakları kuruluşlarına yaptıkları bir çok başvuruda ölümlere ilişkin kendilerine otopsi raporlarının verilmediğini ve yeniden otopsi yapılması taleplerinin de reddedildiğini söylediler.

SON 3 YILDA 100’E YAKIN ÖLÜM
Yapılan açıklamalar aileleri ve kamuoyunu ikna etmekten oldukça uzakken, kışlada çeşitli sebeplerle ölenlerin sayısı binlerle ifade ediliyor. TSK bünyesinde 2007 yılında 23 asker kışlada öldü. 2008 yılında, 28 askerin yaşamını yitirdiği kışlalarda ki ölü sayısı 2009’un ilk 10 ayında ise 37 oldu. Resmi kayıtlara göre, 1991 ile 2001 yılları arasında 1248 asker intihar girişiminde bulundu, bunların 815’i yaşamını yitirdi. 2007-2009 yılları arasında benzer nedenlerle ölüm sayısı da yüze yakın.

PİMİ ÇEKİLMİŞ BOMBA CEZASI
Askerlerin neredeyse tamamı için ‘Girdiği bunalım sonucu intihar etti’ açıklamaları yapılırken, geçtiğimiz aylarda Elazığ’ın Karakoçan ilçesinde Teğmen Mehmet Tümer’in nöbette uyuyan bir onbaşıya ceza olarak pimi çekilmiş el bombası vermesi ve bombanın patlamasıyla 4 erin yaşamını yitirmesi olayı büyük tepki yaratmıştı. Olaya ilişkin yine ‘kaza’ açıklamaları yapılmış ardından kaza değil cezalandırma olduğu ortaya çıkmıştı. Bu olay askerlere nasıl cezalar verildiği ve askerde psikolojik travmanın oldukça yaygın olmasının nedenlerine ilişkinde ip uçları vermişti.

İKNA EDİCİ AÇIKLAMA YAPILMIYOR
Ölümler TSK listelerinde “askerî zayiat” olarak yer alırken, ailelere, ‘Kaza kurşunu’, ‘intihar’, ‘elektrik ve yıldırım çarpması’, ‘yüksekten düşme’, ‘trafik kazası’, ‘eğitim sırasında mühimmat patlaması’, şeklinde bildiriliyor. Ailelerin bir çoğu cenazelerin kendilerine gösterilmeden defnedildiğini belirtiyor. Bugüne kadar bir çok başvuru yapılmış olmasına ve TBMM’de soru önergeleriyle gündeme gelmesine rağmen ikna edici açıklama yapılmaması şüpheleri daha da arttırıyor. Kışlalarda yaşamını yitirenlerin büyük bölümünün Kürt olması da dikkat çekiyor. Ailelerin bir çoğu çocuklarının Kürt oldukları için öldürüldüğünü öne sürerken, bazı aileler de intiharı inandırıcı bulsa bile, çocuklarının Kürt olmalarından kaynaklı çok fazla baskı, dayak ve hakaretle karşılaştıklarını bir çok telefon konuşmasında kendilerine anlattıklarını belirtiyorlar.

KAMUOYU AÇIKLAMA BEKLİYOR
Meclis’e soru önergeleri de verilmiş olmasına rağmen gerek hükümetten gerekse Genelkurmay’dan ikna edici bir açıklama yapılmamış olması olayların üzerindeki şüpheyi arttırırken, yanıt bekleyen sorular orta yerde duruyor. Çok sayıda ölümün intiharla izah edilmesi, “Eğer böyleyse bile bu kadar intiharın yaşanmasının nedeni ne? Orada bu kadar derin travmalara yol açacak neler oluyor?” sorularını akla getiriyor. (İstanbul/EVRENSEL)

2009’DAKİ BAZI ÖLÜMLER
11 Ocak 2009: Bingöl’de Servi Jandarma Karakolu’nda nöbet tutan Batmanlı Jandarma Er Edip Yaman’ın intihar ettiği ileri sürüldü. 29 Ocak 2009: Yüksekova Çobanpınar Sınır Karakolu’nda Ağrı’lı Burhan Güzelaydın’ın intihar ettiği iddia edildi. Savcılığın talimatıyla yapılan otopside aldığı ağır darbe sonucu öldüğü tespit edildi.5 Şubat 2009: Mardin’in Kızıltepe ilçesinde ilçe jandarma komando taburunda görevli Muhammed Türkan isimli askerin kaza kurşunu ile yaşamını yitirdiği açıklandı.6 Mart 2009: Şanlıurfa 20. Zırhlı Tugay 1. Tank Taburu Karargah bölüğünde askerlik yapan Van Özalp’lı Seyfettin Berk’in intihar ettiği belirtildi.4 Nisan 2009: Sakarya’da Adapazarı 1. Motorlu Piyade Tugayı’nda askerlik yaparken intihar ettiği iddiasıyla yaşamını yitiren Van Çatak doğumlu Adil Şipal’in ailesinin, daha önce çocuklarının öldürüleceğine dair Çatak İlçe Jandarma Komutanlığı’na dilekçe ile başvurduğu ortaya çıktı.12 Haziran 2009: Van Asayiş Kolordu Komutanlığı emrinde görev yapan Er Mustafa Bozdoğan’ın kaza sonucu yaşamını yitirdiği açıklandı.

20 Temmuz 2009: Lefkoşa’ya bağlı Göneyli 2. tabur 4. bölükte askerlik yapan Muş Vartolu Davut Yıldırım’ın intihar ettiği iddia edildi.7 Temmuz 2009: Yalova’da askerlik yaptığı sırada intihar ettiği iddia edilen Batman nüfusuna kayıtlı Sait Özdemir’in ailesi cenazede 6 kurşun izi tespit ettiklerini açıkladılar.18 Ağustos 2009: Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde kaza sonucu meydana geldiği iddia edilen mühimmat patlamasında 4 asker yaşamını yitirdi.26 Ağustos 2009: Yüksekova’da Ramazan Oruç adlı askerin intihar ettiği iddia edildi. 14 Eylül 2009: Yüksekova’da Uzman Çavuş Ahmet Solgun’un kaza sonucu öldüğü bildirildi. 18 Eylül 2009: Mardin’li Hüsamettin Kasım’ın, Askeri Hastane’de intihar ettiği iddia edildi. 26 Eylül 2009: Mardin Dargeçit doğumlu Hüsamettin Kasım’ın,Maltepe Askeri Hastanesi’nde kendini tavana asarak intihar ettiği iddia edildi.

1991-2001 ARASI 1248 ‘ASKER İNTİHARI’
2002 yılında mecliste verilen bir soru önergesine cevap veren dönemin Milli Savunma Bakanı Sabahhatin Çakmakoğlu, 1991 ve 2001 yılları arasında TSK içinde 1248 intihar meydana geldiğini, bu intiharlardan 815’nin ölümle sonuçlandığını açıkladı. Resmi rakamlarda açıklanan intiharın yanına ‘kaza’ ile ölen askerlerin sayısı eklenildiğinde ortaya çıkan bu bilançonun aha da ağırlaşacağı görülmekte. 1991 yılından sonraki 10 yılın resmi verisi, sonraki 10 yılın basına yansıyan verilerden tahmini bilançosu ile birleştirildiğinde bile askeri sınıflandırmaya göre bir taburun 800-900 askerden, bir bölüğün ise 100 askerden oluştuğu düşünüldüğünde TSK bünyesinde 20 yılda 2 tabur ya da 15-18 bölük askerin ‘intihar ve kaza’ sonucu yaşamını yitirdiği ortaya çıkıyor.

Zirve AKP’ye yetti!

Kamuoyu günlerce bu görüşmeyi bekledi. Başbakan Pakistan gezisinde ‘İrtica Eylem Planı’yla ilgili “Dönünce görüşeceğiz TSK bu lekeyi kaldıramaz” açıklamaları yaptı. Bu açıklamalar üzerine devletin zirvesini bir araya getiren Ankara’daki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kritik ve yoğun geçti. Gün boyu yapılan Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında ilk gündem ‘belge tartışmaları’ ve Başbuğ-Erdoğan görüşmesi oldu. Herkes jest ve mimiklerden sonuçlar çıkarmaya çalıştı.

GÜNDEM DİKKAT ÇEKİCİ
Gün boyu ikili bir araya geldi ve kısa süren konuşmalar yaptı. Ve nihayet akşam saatlerinde görüşme Başbakanlık Resmi Konutu’nda gerçekleşti. Haftalık olağan görüşme çerçevesinde gerçekleşen ve saat 18.20’de başlayan görüşmenin ana gündemini “Eylem Planı” ile ihbar mektubunun basın yayın organlarına nasıl sızdığı konusu oluşturdu. Gündemin TSK’nın “Belgeyi sızdıranlar ve yayınlayanlar hesap verecek” vurgusuyla örtüşmesi dikkat çekti.

BEKLENTİLER BOŞA ÇIKTI
Ancak sonuç beklendiği gibi olmadı. Ne ortaya atılan iddialarda olduğu gibi belgede adı geçen Orgeneral Hasan Iğsız görevden alındı ne de Başbuğ’un görevden alınması gündeme geldi. Hatta AKP Hükümeti’nin muhalefeti karşısına alarak çıkardığı askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması bile gündeme gelmedi. Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın “İrticayla Mücadele Planı”nı konuştuğu toplantıdan “Askeri ve sivil soruşturma sürüyor. Herkes sonucunu beklesin” mesajı çıktı. Oysa Emekli Askeri Hakim ve Avukat Ümit Kardaş, askeri yargının yetkisizlik kararı vererek dosyayı sivil mahkemeye göndermesi gerektiğini gazetemize açıklamıştı.

‘YIPRATMAYIN’ VURGUSU
Toplantı sonuç metnine göre, Başbuğ ve Erdoğan bu soruşturmaların sonucunda “Gerçeğin en kısa zamanda ortaya çıkmasını” bekliyor. Yine bu metne göre “Herkese düşen görevin, sürecin sonuçlanmasını beklemek; kişi ve kurumları hedef alan davranış ve yorumlardan kaçınmak” olduğunu düşünüyorlar. Bu açıklamalarla zirvede TSK’nın ve Başbuğ’un ‘yıpratılmaması’ vurgusunun üzerinde durulduğu anlaşıldı. SON DAKİKA İPTALİ Bu kritik görüşme ve aylar sonra bir subayın savcılara gönderdiği ıslak imzalı belge ve ihbar mektubuyla tekrar gündeme gelen irtica eylem planı nedeniyle tüm gözler askerdeydi. Pek çok soruya Genelkurmay Başkanlığı’nın haftalık basın bilgilendirme toplantısında yanıt aranacaktı. Ancak Genelkurmay Karargahı’nda dün saat 11.00’de yapılması planlanan haftalık basın bilgilendirme toplantısı iptal edildi. İptal gerekçesi ise açıklanmadı.
.
İHBAR MEKTUBU: BAŞBUĞ BİLİYORDU
“İrticayla Mücadele Eylem Planı” bir subayın Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara gönderdiği ihbar mektubuyla yeniden gündeme gelmişti. Mektubun ekindeki belgelerden birinde, belgeyi hazırladığı iddia edilen Albay Dursun Çiçek’in imzasının olduğunu Adli Tıp doğrulamıştı. İhbar mektubunda, Başbuğ’un bu belgeden haberdar olduğu, hazırlanmasıyla ilgili direktifi Orgeneral Hasan Iğsız’ın verdiği, belge basına yansıyınca Genelkurmay’da kanıtların yok edilmesi için temizlik yapıldığı iddiaları da yer alıyordu.

iMZAYA ALMAN USULÜ!
“İrtica ile Mücadele Eylem Planı’’ başlıklı belgenin, ‘ıslak imzalı’ aslının bulunmasıyla başlayan tartışmalar, yeni bir boyut kazandı. Şimdi bu belgenin de, ‘imza makinesi’ ile üretilmiş olabileceğini öne sürenler var. Bu gelişmeyi, “Islak imzayı sulandırma makinesi” olarak niteleyenler de.Ancak gelişen teknolojiyle artık kriminal laboratuarlarda, imzanın hangi tarihte atıldığı tespiti yapılabiliyor. Almanya’daki Deniz Feneri e.V davasında Alman polisi, mürekkebin kuruma hızını dikkate alarak, üzerinde 2004 tarihi bulunan bağış makbuzlarının aslında 2006 yılında düzenlendiğini saptamıştı.Bir ihbar mektubu ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen belgenin aslında yer alan Albay Dursun Çiçek imzası da, fotokopisinin ortaya çıkmasından sonra düzenlenmiş ise mürekkebin kuruma hızı dikkate alınarak belirlenebilecek
SUBAYA iLANLI ÇAĞRI
Savcılık, ihbar mektubu yazan meçhul subayı arıyor. Bu çerçevede savcıların kamuoyu önünde, “herkesin hukuka yardımcı olmasını isteyerek” genel bir ‘çağrı ilanı’nda bulunmaları da üzerinde düşünülen formüller arasında. İmzasız ihbar mektubunun sonunda, “Sayın savcım, tanık olarak çağırmanız durumunda da gelmeye hazırım” ifadesi bulunuyordu. Mektuptaki bu ifade nedeniyle kamuoyunda, ihbarda bulunan kişinin aslında savcılıkça bilindiği ancak açıklanmadığı kanaati oluşmuştu.

ARINÇ FERAHLADI
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Erdoğan ve Orgeneral İlker Başbuğ görüşmesine ilginç bir yorum getirdi. Arınç görüşme sonunda yapılan açıklamanın “ferahlatıcı” olduğunu ve şimdilik yeterli görülebileceğini dile getirdi. Belgede yazılı olanlar ve ihbar mektubunda iddia edilen birtakım konuların, ‘Üzerinde durulmaya değer, önemli konular’ olduğunu belirten Arınç, belge bir şekilde savcılara ulaştıktan sonra siyasetçilerin ve ilgili kurumun, sadece ‘‘Neden bu belge şimdi ortaya çıkmıştır’’ konusu üzerinde durduğunu ifade ederek, bunun yanlış ve eksik olduğunu söyledi.

DANIŞMAN DARBE PLANLAMIŞ
Aylardır tartışılan ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın, ıslak imzalı orijinalini bir ihbar mektubu ile savcılığa gönderen subayın mektubu, başka bir skandalı daha ortaya çıkardı.22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın emri ile hazırlandığı iddia edilen “Bilgi Destek Planı” dönemin Genelkurmay Harekat Başkanı Orgeneral Nusret Taşdeler’in imzasını taşıyor. Taşdeler’in bu belgeyi hazırladığı dönemde Başbakan Erdoğan’ın askeri danışmanı olması ise olayı bir başka boyuta taşıyor. Harp Akademileri Komutanı olan Taşdeler, Ağustos 2007- Ağustos 2008 döneminde Başbakan Erdoğan’ın askeri danışmanı olarak görev yaptı. Taşdeler’in askeri danışman olarak görev yaptığı dönemde hükümet, sınır ötesi operasyon için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden yetki aldı.

GÖRÜŞME NEDEN ÖNEMLİYDİ?
Ankara’nın kilitlendiği görüşme öncesinde AKP kulislerinde yapılan değerlendirmelerde, Erdoğan ile Başbuğ’un yapacakları görüşmenin önemine işaret edilerek, şu görüşler dile getirildi: Son olarak ortaya çıkan belgelerden, bu belgenin bir albayın kendi başına yapmadığı yönünde güçlü emareler var. Bu nedenle Başbakan, öncelikle bunu soracak ve gereğinin yerine getirilmesi istenecek. Ortada bir anayasal suç mevcuttur. Bu suçun yasalarda karşılığı neyse onun yerine getirilmesi istenecek. Başbakan’ın bu noktada çok kararlı.”

İKİLİ ARASINDA 11 AYDA 13 GÖRÜŞME
Başbakan Erdoğan ve Org. Başbuğ’un ocak ayında başlayan haftalık olağan görüşmelerine 2.5 ay ara verilmişti. Son olarak 15 Eylül’de baş başa görüşen Erdoğan ve Başbuğ, önceki gün baş başa bir görüşme daha yaptı. Başbakan’ın isteği ile başlayan Genelkurmay Başkanı ile haftalık olağan görüşmelerin tarihi şöyle: *22 Ocak: 120 dakika *5 Şubat: 130 dakika *12 Şubat: 140 dakika.*19 Şubat: 140 dakika*31 Mart: 120*22 Nisan: 150 dakika*30 Nisan: 45 dakika*21 Mayıs: 110 dakika*16 Haziran: 145 dakika*30 Haziran: 90 dakika*15 Eylül: 130 dakika* 29 Ekim: 80 dakika.

30 Ekim 2009 Cuma

Doğan, şirketlerinin satış görüşmelerine başladı

Grubun medya varlıkları 2 paket halinde satılacak

İştiraklerinin tamamını satmak ya da ortaklar almak için çalışma başlattığını 24 Ekim'de borsaya gönderdiği açıklama ile duyuran Doğan Medya Grubu'nun satış için görüşmelere başladığı öğrenildi.

Edinilen bilgiye göre, Doğan Grubu medya varlıklarını iki ayrı paket halinde satacak.

İlk pakette; Milliyet Gazetesi, Vatan Gazetesi, Radikal Gazetesi ve Star Televizyonu var.

İkinci pakette ise Hürriyet Gazetesi ile Kanal D yer alıyor.

Öcalan: PKK'yi hâlâ silah bırakmaya ikna edebilirim

Öcalan'ın avukat görüşmesi notlarından: AKP samimi değil, barış istemiyor. Erdoğan'ı ciddiyete davet ediyorum. Başka grup gelmeyecek, gerek kalmadı. Tek millet, devlet, bayrakla sorunumuz yok; Korsika modeli olsun, yeter. PKK beni dinliyor, ama artık karışmıyorum.

Abdullah Öcalan, avukatlarıyla görüşmesinde* Kandil ve Mahmur'dan gelen barış gruplarını karşılamaya AKP'lilerin de gittiğini, ama hükümetin yaklaşımının PKK'yi tasfiye olduğunu söyledi; Başbakan recep Tayyip Erdoğan'ı ciddiyete davet etti. Öcalan üniter devlet yapısıyla sorunları olmadığını, Fransa'nın Korsika'ya tanıdığı hakları tanımasının yeterli olduğunu söyledi.

Öcalan'ın önceki gün (28 Ekim) İmralı Adası'ndaki görüşmede avukatlarına söylediklerini Fırat Haber Ajansı yayınladı. Öcalan'ın sözlerinden bazıları şöyle.

Silahları bıraktırma gücüm var: Benim silahları bıraktırma iradem var, gücüm de var. Ta 1999'da hakime de söylemiştim. Hakim bana "Apo sen silahları bıraktırabilir misin?" Diye sormuştu. Evet güvence verilirse üç ay içinde silahları bıraktırabilirim, demiştim. Hükümete, AKP'ye yedi yıl süre verdik. Şimdi diyorlar ki, askerler de buna dahil; "ah biz keşke o süreci değerlendirseydik" diyorlar. Niye değerlendirmediniz, niye adım atmadınız, neredeydiniz? Demek ki amaçları çözüm değilmiş, tasfiyeymiş. 2004'te Osmanlar üzerinden bunu denemeye çalıştılar, olmadı.

PKK'yi ikna edebilirim, ama artık karışmıyorum: Barış grubunun gelişinden de anlaşılıyor ki silah bırakma konusunda hala PKK'yi ikna edebilirim. Beni dinliyorlar, bana bağlılar. Ama ben artık karışmıyorum. Ben demokratik çözüm ve barış konusunda üzerime düşeni yaptım. Kürt halkı onurludur, onurlu bir barıştan başka bir şeyi kabul edemez.

Kürtlerin barış iradesi oluşmuştur. Kürt halkı herkese, MHP, CHP, AKP, DTP bütün partilere, aydınlara sorsunlar; bizim barış irademiz var ya sizlerin var mı? Barışa karşı olanlara geçit vermeyelim. Söylediğim gibi ben burada ölebilirim, öldürülebilirim de bilemiyorum ama ben olsam da olmasam da Kürt halkı ve hareketi kendi kararlarını kendileri verecek, kendi özgürlüğünden, onurundan taviz vermeyecek bir noktaya gelmişlerdir. Ben buradan savaş kararı da veremem, vermem. Bu kararı sadece PKK'nin kendisi verebilir. Gerilla arkadaşlarım bana bağlıdır biliyorum ama gerilla olmak zordur. Kendilerini iyi korusunlar. Kendi içlerindeki Ergenekon benzeri şeyleri tasfiye etsinler. İşte içlerindeki Ergenekon benzeri şeyler nedeniyle bulundukları mağarada toplu olarak imha oluyorlar. Bunları açığa çıkarmaları gerekiyor.

Korsika modeli

Üniter devletle sorunumuz yok: Bizim tek devlet, tek millet, tek bayrakla bir sorunumuz yok. Bizim devletin üniter yapısıyla da bir sorunumuz yok. İstedikleri kadar tek tek tek kalabilirler.

Biz çok şey istemiyoruz. Bunlar kendilerine örnek aldıkları Fransa'nın Korsika'ya tanıdığı hakları tanısınlar yeter, başka bir şey istemiyoruz. Korsikalılara haklarını ve özgürlüklerini, bölgesel özerkliklerini verdiklerinde Fransa'nın üniterliği mi bozuldu? Hayır. Kürtlerin kendi anadillerini öğrenmelerine bile izin vermiyorlar. Bu açılım hikayesi de AKP'nin de değil ABD'nindir. 5 Kasım 2007 görüşmesinden sonra başlayan bir süreçtir. Bu sadece Hükümetin projesi değil, devletin projesidir.

Özal, Erbakan, Ecevit: Daha önce Özal'a da sormuştum. Bir şeyler yapmak istiyorum dediğinde; kendi kendime Özal ya devleti tanımıyor ya da samimi değil demiştim ama sonu biliniyor. Erbakan da aynı şekilde Suriye Devlet Başkanı aracılığıyla görüştü, mektuplar yolladı. Ben kendisine de söyledim; sizin buna gücünüz yetecek mi? Evet dediler ama bir süre sonra o da devrildi. Askeri cepheden '97'de Karadayı onlar vardı. Aynı şeyi onlara da demiştim. İşte gücünüz var mı diye. Güçleri olmadığı ortaya çıktı. Buraya getirildiğimde de soruşturma aşamasında aynı şeyleri söylemiştim bazı yetkililere. '99'da Ecevit'le de aynı süreç yaşanmıştı ama olmadı.

Barış grupları

Karşılamaya AKP'liler de gitti: Bu oyun değildir, ciddi olunması gerekiyor. Saygı gösterilmesi gerekir. Barış işi ciddi bir iştir, saygı ister. Her şey anlaşılmıştır. Bu grupların gelişi ve buna karşı Kürt halkının onurlu sahiplenişi, duruşu, Hükümetin gerçek yüzünü, niyetini ortaya çıkarmıştır. Hükümetin planı suya düştü. Oraya gidenler sadece DTP ya da PKK sempatizanı değildir. AKP'liler de gitti. Hükümeti korkutan da budur. Kendi oy kaybından korktu. Ama bu durum öyle oy hesabıyla yürütülecek bir durum değil. Barış ciddiyet ister. Ben, çağrıma uyup gelen bütün arkadaşlara teşekkür ediyorum. Böylece bana bağlılıklarını göstermişlerdir. Bu grupların gelişi ve Kürt halkının tutumuyla barıştan yana olduğumuzu gösterdik. Kürt halkı barış iradesini açıkça ortaya koymuştur. Ama buna karşılık hükümet ciddi yaklaşmamıştır.

Bu böyle olmaz. Bir yandan İçişleri Bakanı bir şey diyor, diğer yandan bu şehit aileleri istismar amaçlı Meclis'e giriyorlar, Meclis Başkanı'yla görüşüyorlar, saygısızca konuşuluyor, hakaret ediliyor, terör merör diyorlar. Bu saygısızlıktır.

Başka grup gelmeyecek: AKP, bu işte ciddi değil. Kasım ayı içinde birşeyler olabilir diyorlar ama göreceğiz. Bunlar bir tek halkı aldatmıyorlar devleti de aldatıyorlar. Günübirlik çıkarlarını düşünen politikacılar devlete de zarar veriyor, devletin itibarı ve saygınlığına gölge düşürüyorlar. Devlet adamlığı ciddiyet ister. Osmanlı'da devlet adamlığı vardı, devlet ciddiyeti vardı, bunlarda o da yok. Barış ciddi iştir, AKP samimi değil, bunların barış istedikleri yok.

Bu açılım sürecinin geldiği son nokta yine "alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete"dir. Yine herşeyin günahını Kürtlerin üzerine atmaya çalışıyorlar. Bunların yaklaşımı on beş yaşındaki kızı kandırmaya çalışmaktır. Burada bana bu muameleyi yapmaya çalışıyorlar. Ama sonuç alamazlar.

Süreci yeniden değerlendireceğiz falan diyorlar, olmaz böyle. Erdoğan'ı ciddiyete davet ediyorum. Bundan sonra grup mrup da gelmeyecek. Gelmelerine gerek kalmadı.

Bülent Arınç daha olumlu: Sil baştan ne demek? Ne yapıyorlarsa yapsınlar. Zaten bunların barış gibi bir niyetleri yok. Bunlar barışta ciddi değil, samimi değil. Bunların tek amacı tasfiyedir. CHP ile MHP'yi de geçelim, bunlar zaten barış istemiyor. Biri ulusalcı faşist diğeri milliyetçi faşist. Bunlar zaten savaş istiyor. Bülent Arınç'ın yaklaşımı biraz daha olumlu gibi görünüyor. Sayın Arınç'a buradan sesleniyorum. Bu AKP'nin yaptığı dine sığmaz, bin yıllık kardeşlik diyorlar, kardeşliğe de sığmaz, demokrasiye de sığmaz. Sayın Bülent Arınç, İslam tarihini biliyorsunuz; Uhud savaşını, Bedir savaşını, Hendek savaşını bilirsiniz. Beş bin asker ve beş bin korucu öldü diyorlar, kırk bin de bizden öldü diyorlar, toplam elli bin. Elli bin kişi ölmüşse orada savaş vardır. Terör diyorlar terör de olsa yine ortada bir savaş vardır. Savaş varsa ortada iki taraf olur. Ve barış da taraflar arasında olur.

Grup çağırmamdaki amaç AKP'nin tavrını anlamaktı: Başbakan'ın duygusal davranmaya hakkı yok. Ben on yıldır burada dünyanın en yalnız insanı durumunda tutuluyorum ama en zor anımda bile duygusal davranmıyorum. Barış süreci oy kaygısıyla yürütülemez. Bunlar hala koltuklarının derdindeler. AKP, samimi değil. Bu barış grubunun gelmesiyle AKP'nin ne yapmaya çalıştığı açıkça ortaya çıkmıştır. Zaten benim grup çağırmamdaki amaç da buydu. Bunlar sözde burada beni kullanarak bu meseleyi kendilerince halledeceklerini hesaplıyorlar. Beni bu amaçla kullanamazlar. Açılım hikaye, asıl amaçları PKK'nin tasfiyesidir.

Benim üzerimden PKK'yi tasfiye edemezler: Buradaki cezaevi idarecilerinin bir rolü yok, onlarla bir problemim, ilişkim de yok. Bundan sonra ne olur bilemem. Beni öldürebilirler de ilaçla mı başka bir şekilde mi bilemiyorum, ABD'ye, beni buraya getiren güçlere kalmış bir şey. Bana geri adım attırmak için hücre cezaları ve fiziki müdahaleye varan yaklaşımlar oldu. Ama ben burada geri adım atmadım, atmam da. Ben ölsem de yaşasam da Kürt halkı onurlu bir barış dışında bir şeyi kabul etmez, etmemeliler, kendi iradelerini korurlar. Kürt halkı bu noktaya gelmiştir.

Beni kullanarak benim üzerimden kesinlikle PKK'yi de tasfiye edemezler. 2004'te de Osmanları kullanarak beni ve PKK'yi tasfiye etmeye çalıştılar. AKP ve ABD'nin yaptığı Güney'deki küçük Kürt devletçiği çerçevesinde bu işi çözmekti. O yüzden bu Osman ve diğerlerini satın aldılar. Hala bunlara aslında parayı ABD veriyor. Bunlar için tek değer para ve kadındır.

Kürt halkının bu grupları karşılarken gösterdiği özgürlük iradesi kabul edilmiyor. Teslimiyet dayatılıyor. Ben halkların durumunu kadınların durumuna benzetiyorum. Kürt halkına "karılaştırma" dayatılıyor. Benim kadınlara ve kadın özgürlüğüne verdiğim önem ortadadır. Beş bin yıllık tecavüz kültüründen bahsediyorum. Tecavüz kültürüyle yaşamanın ne demek olduğunu Kadınlar daha iyi anlar. Kadının iradesi ve kişiliği beşbin yıldır yok edilmiştir. Kadın istese de varlık gösteremez. Kadın sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasal, kültürel her yönüyle kuşatılmıştır. İşte Kürt halkına da bunu dayatıyorlar. Kadın meselesini savunmamda daha detaylı açıkladım. Ben aşk ve sevgiye karşı değilim ama özgürlük temelinde olursa, kişiliğini ve iradesini korursa. Bu vesileyle kadınlara selamlarımı iletiyorum.

AKP'nin açılımı inkar ve imhadan tehlikeli: Ben yol haritamda da Kürdistan'da varolan üç çizgiden, politik anlayıştan bahsetmiştim. Birincisi inkâr ve imha. CHP ve MHP'nin çizgisi. Bunlar Kürtleri zayıflattık, son bir darbeyle yok edebiliriz diyorlar. Ergenekoncular da bunların içindedir. Bunlar ittihat ve Terakki zihniyetinin devamıdır. Ermeni soykırımını yapanlar bunlardır. Kürtlere de bunu dayatıyorlar. İkinci çizgi ise Güney'de kendilerine bağlı küçük bir Kürt devletçiği kurdurup bütün Kürtleri buraya bağlayarak kontrol etmek çizgisidir. İngilizler, ABD ve AKP'nin çizgisidir bu. Barzani ve Talabani de bunlarla birlikte bu çizgiyi yürütüyor. Bunlar bu şekilde beni ve PKK'yi tasfiye ederek amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. 2004'te Güneyliler desteğiyle AKP, bu Osman alçağını ve diğerlerini ön plana çıkararak beni tasfiye etmeye çalıştılar ama başaramadılar. AKP'nin bu çizgisi birinci çizgiden daha tehlikelidir. Bu kültürel soykırımdır. Sözde açılımla da bunu dayatıyorlar.

"Erdoğan Kürtlere gol atmaya çalışıyor"

Anadilini öğrenmelerine tahammülleri yok: Diyarbakır'da çocuklara Kürtçe öğreten bir kız vardı, ismi Medya. Bu on yaşındaki kız kendi anadilinde eğitim veriyordu. Türkiye'nin savcısı buna bile tahammül edemedi. Kız hakkında soruşturma başlattı. Senin savcın Kürtlerin anadilini öğrenmesine bile tahammül edemiyor, bu mu açılım? Kürtlerin anadilini öğrenmesine bile tahammül edilmiyor. Dünyanın neresinde var bu? İsrail bile Filistin'e bunu yapmadı. Hitler bile böyle bir şey yapmadı.

Diyarbakır utansın, Diyarbakır'daki aydınların kanı kaynamıyor, anadilini öğretmek bir küçük kıza kalmış. Hükümet diyor ki biz işte Kültürel, ekonomik ve sosyal açılımlar yapıyoruz. Bunun anlamı Kürtlere sosyal, Kültürel, ekonomik soykırımdır. Halkın yüzde sekseni işsiz, işte Diyarbakır ortadadır. Ağrı-Bitlis ekseninde Kürt açılımından söz ediliyor. Hükümet burada ekonomiyle, rant dağıtarak kendi yandaşlarını oluşturma politikası yürütüyor.

Erdoğan kural ihlali yapıyor: Erdoğan birkaç rolü birden oynamak istiyor. Erdoğan da geçmişte futbol oynamıştı, futbolu iyi bilir. Futbolda oyunun kuralları önceden bellidir, oyunun ortasında kurallar değiştirilmez, değiştirilirse kural ihlali olur. Kürtler oyunda kural ihlali yapmıyor ama Erdoğan oyunun ortasında kendisi üç kural ihlali yapıyor. Bir yandan savunmada oynayacağım diyor, kaleyi koruyorum diyor, işte bunu tek devlet, tek millet, tek bayrak deyip yapıyor, sözde kaleyi savunuyor. Bu birinci kural ihlali. Aynı anda oyun başlamışken bu sefer orta sahada oynayacağım diyor. İkinci kural ihlalini yapıyor. Yine aynı oyunda bu sefer ben ileride oynayacağım, gol atacağım diyor. Bu da üçüncü kural ihlalidir. Oyun böyle oynanmaz. İşte bu açılımla ileride oynayarak Kürtlere gol atmaya çalışıyor. Ama Kürtler bu gölü yemez. Diyarbakırlılar futbolla ilgililer, iyi anlarlar.

Devlet TÜSİAD gibi KCK'yi kabul etsin: Üçüncü çizgi ise bizim savunduğumuz yoldur. Kürtlerin örgütlemesi KCK'dir. Devletin bunu kabul etmesi gerekiyor. Ama işte bu nedenle bir kısım tutuklamalar oldu. Devlet, TÜSİAD'ı nasıl kabul ediyorsa KCK'yi de kabul etmelidir. KCK klasik anlamda bir sivil toplum örgütü değildir ama toplumun kendini demokratik örgütlemesidir. Daha iyi anlaşılsın diye bir metafor kullanıp benzetme yapacağım. KCK Kürtçe okunuşu "Keçık"e benziyor. Keçık de küçük kız anlamına geliyor. İşte bizim KCK anlayışımız küçük kız, kadının sürekli aşk ve özgürlük arayışına benzer. Bu aşk mutlak aşka benzer. Bu aşka güç getirebilenler bu aşkı yaşasınlar, güç getiremeyenler uzak dursunlar.

Devlet özgürlük getirmez: İsmail Beşikçi ve Baskın Oran'ın gazetede çıkan yazılarına cevap vermek istiyorum. İsmail Beşikçi yazısında kırk milyon Kürt var, Kürtlerin de bir devletinin olması gerektiğini söylüyor. Olaya devletçi yaklaşıyor. Anlıyorum onu, İyi niyetlidir,dürüsttür. Devlet istemelisiniz mesajını veriyor. Ama benim ne demek istediğimi tam anlamıyor. Benim de sosyolojik yönüm güçlüdür. Beşikçi de sosyologdur ama devleti iyi tahlil edemiyor. Bu son savunmalarımda devlet konusundaki düşüncelerimi anlattım. Devlet halklara özgürlük getirmez.

Devletin sosyalisti olmaz: Ben savunmalarımda devletin çözüm olmadığını tarihsel toplumsal temelde anlattım, açımladım. K. Marks, Lenin, Mao bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir. İngiltere K. Marks'a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya'ya karşı kullanma amacındaydı. K.Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif olarak İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri, komünistleri Marks'ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine Almanya'da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama kapitalist modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin, "sosyalist devlet" üzerine kafa yoruyordu. Prodhon, Kropotkin ve Bakunin bunlar devleti daha iyi tahlil etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin'e karşı çıkarak "sen diktatörlüğü getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun" diye karşı çıkmıştı. Lenin de ona "bunamış" diyordu. Ama sonuçta Sovyetler birliği yıkıldı, Çin bugünkü krizde kapitalizmi ayakta tutan ülkedir. Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde Sovyetler Birliği de objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin sosyalisti olmaz. Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var; demokratik devlet, hukuk devleti olursa.

Türk üst kimliği dehşettir: Yine Baskın Oran yazısında "Türk üst kimliği korkunçtur" diyor. Çok geç kalınmış bir tespittir, benim yazılarımı incelemiştir. Tabi kendisinin de incelemeleri var. Ben siyasaldayken Baskın Oran o zaman asistandı. O zaman da yazıları vardı ancak son yıllarda daha iyi anlıyor. O da söylüyor, ben de söylüyorum Türk üst kimliğinde gerçek Türklük de yok. Evet, Türk üst kimliği korkunçtur, ben de dehşettir diyorum. Türk üst kimliği bütün halklara dayatılıyor. Türk üst kimliğini yaratanlar da Türk değiller. İttihat Terakki'nin kurucularından ikisi Kürt -biri Abdullah Cevdet- biri Arap, biri Arnavuttur. İdeologları da Ziya Gökalp'tır. Ziya Gökalp Zaza Kürdüdür.

Bunlar İngiliz politikalarıdır: İngilizler bunu hep yapmışlardır tarih boyunca. Ben 16.Yüzyıla kadar çok iyi inceledim. 16. Yüzyılda Portekiz gibi küçük bir devlet kurdurtarak İspanya İmparatorluğu'nu yıkmışlardır. Avustarya-Macaristan İmparatorluğunu da Prusya devletini kurdurarak yıktılar. İşte bu Türk üst kimliği politikasıyla ve buna dayalı Türk devletiyle Osmanlıyı yıktılar. Bu Türk üst kimliği anlayışı gerçek Türklükle alakalı değil, Türkleri de içine almıyor. Balkanlardaki, Kafkaslardaki Türkler dışarıda kaldılar. Hani neredeler bunlar, neden onlara sahip çıkılmıyor? Bu Türk üst kimliğiyle Osmanlı Bakiyesi halklara dar bir elbise biçilmiştir. Dar ve kalın, katı ve değişmez yasalarla çevrilmiş bir elbise içine on kişi yirmi kişi sığdırmaya çalışıyorlar. Bununla kültürleri eriterek bir alaşım yaratmak istediler. Nihal Atsız bile bunu görmüştür. Oğlu da halen yaşıyor ve yazıyor. Bu Türklüğün korkunç bir Türklük olduğunu o bile söylemiştir. Bu Türklüğe karşı olduğu için kendi Türklük anlayışı nedeniyle yıllarca cezaevinde kalmıştır.

Barzani'ye kızmıyorum: İngilizler önce Yahudi devletini Batı Anadolu'da kurdurmaya çalıştılar hatta toprak satın almak istediler Osmanlı kabul etmedi. Daha sonra Filistin'de kurdular. Şimdi de Güney'de küçük bir Kürt ulus-devletiyle de tüm Kürtleri Güney ulus-devletçiği etrafında toplayıp kontrol altına almak istiyorlar. Barzani'nin açıklamasını dinledim. Benim için "Kürt düşmanlığı yapıyor" dedi. Benim amacım Kürtleri gerçek anlamda özgürleştirmektir. Barzani bunu ya anlamıyor ya da işine gelmiyor. Ona kızmıyorum, devlet kurabilir ama feodal temelde değil, demokrasiye açık olmalıdır.

Mustafa Kemal Seyit Rıza'yla görüşecekti: İsmail Beşikçi 1920'lerden bahsediyor. Ben 1920'leri yıl yıl inceledim. İngilizler Türkleri Anadolu'ya sıkıştırarak küçük bir Türk devletçiği yarattılar. Hatta o zamanki milletvekilleri Meclis'te buna itiraz ettiler, karşı çıktılar. Misak-ı Milli bu değil dediler. Misak-ı Milliyle Türklerin ve Kürtlerin oturduğu yerleri kastediyorlardı. Mustafa Kemal, Musul ve Kerkük'ü vermek istemiyordu ama İngilizler'in oyunları nedeniyle Mustafa Kemal vermek zorunda kaldı. Şeyh Sait İsyanı-Dicle İsyanı bir provokasyondu. Bunun provokasyon olduğunu anlamadılar. Dersim isyanı sonunda da Mustafa Kemal, Seyit Rıza ile görüşecekti ama bunu yapmasına bile izin vermediler, onu beklemeden Seyit Rıza'yı idam ettiler. Mustafa Kemal gerçek bir isyancıydı. Ama Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanıydı. İnönü onlar başından beri İngilizlerin tarafındaydı. Hatta onlar tarafından görevlendirildiler. Bunlar Mustafa Kemal'in isyanına destek için katılmadılar, Mustafa Kemal ve kurulacak devleti İngiliz yanlısı politikalar çerçevesinde kontrol altına almak için Ankara'ya gönderildiler. Mustafa Kemal İngiliz politikalarını biliyordu, kabul etmiyordu. Mustafa Kemal 1925' kadar Lenin'le ilişki içindeydi. Ve cumhuriyetin ancak Kürtlerle birlikte hareket edilerek kurulabileceğini biliyordu. Kürtlere özerklik verilmesinden bahsediyordu. Ama bu İngiliz yanlıları onu kuşattılar. 1925'teki suikastle Mustafa Kemal'i etkisizleştirdiler, yalnızlaştırdılar. Mustafa Kemal suikaste ismi geçen üç dört tanesini astırdı ama karşısında hepsi birleşince Mustafa Kemal onların gücünü anladı, ileri gidemedi. Mustafa Kemal'i etkisizleştirdiler, etrafını İngliz yanlısı İttihat Terakkici kadrolarla sardılar. Ve kendi politikaları için onu ilahlaştırdılar. 1944'e kadar bu şekilde İngiliz etkisi devam etti. 1944'ten sonra ABD devreye girdi, Türkiye ABD politikalarına teslim oldu.

Beni buraya Gladio getirdi: Suphi Kahraman ve Türkeş 1958'lerde ABD'de eğitilmişlerdir. Gladio'yu geliştirdiler. NATO bünyesinde Avrupa'da bu Gladio örgütleri kuruldu. İtalya'da çok güçlüdür mesela Berlusconi de o takımdandır. Ama Gladio'nun Avrupa merkezi Almanya'dadır. Beni buraya getiren de Gladiodur. Amerika istedi Gladio'nun Avrupa kanadı bunu yaptı. AB de bunlara uydu, bütün kapılar kapatıldı. Yunan dostlarımız da ihanet edince buraya getirildik. Bu işi ABD yapmıştır, beni buraya getirmiştir. Buraya getirilirken bir Amerikalı da vardı uçakta. İngilizce konuşuyordu. Buraya kadar da geldi. "Bakın Öcalan'ı sağ salim size teslim ediyorum" dedi. Kendisi de zaten doktordu, sağlık personeliydi. Benim sağ olmamı, yaşamamı istiyorlardı. (TK)

* Görüşmelerde, Öcalan'ın avukatlarına herhangi bir metin, materyal iletmesine, ses kaydına izin verilmiyor. Avukatlar not tutabiliyor, ancak yanlarında götüremiyorlar. Bu notlar ortalama üç ay sonra cezaevi yönetiminin uygun bulması halinde avukatların eline geçebiliyor. Avukatlar Öcalan'ın sözlerini akıllarında tutuyor ve daha sonra yazıyorlar.

Erdoğan'la Başbuğ görüştü, Genelkurmay toplantıyı iptal etti

Başbakan'la Genelkurmay Başkanı'nın "İrticayla Mücadele Planı"nı konuştuğu toplantıdan "Askeri ve sivil soruşturma sürüyor. Herkes sonucunu beklesin" mesajı çıktı. Genelkurmay bugünkü "basın bilgilendirme toplantısı"nı iptal etti.

Genelkurmay Başkanlığı bugün yapacağı haftalık "basın bilgilendirme toplantısı"nı iptal ettiğini duyurdu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un dünkü (29 Ekim) haftalık olağan görüşmesinin konularından biri de, Başbuğ'un daha önce "kağıt parçası" diye nitelediği "İrticayla Mücadele Eylem Planı"ydı.

"Soruşturmayı herkes kendi görev alanında yürütüyor"
Toplantının sonuç metninde "Soruşturma süreci, adli ve askeri yargı makamları tarafından, kendi görev ve yetki alanları kapsamında yürütülmektedir" ifadesi yer alıyor.

Emekli askeri hakim ve avukat Ümit Kardaş, askeri yargının, "darbe girişimi" diye bilinen suçları soruşturamayacağını, bunun askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan son yasa değişikliğinin ardından sivil yargının görev alanında olduğunu söylemişti.

Toplantı sonuç metnine göre, Başbuğ ve Erdoğan bu soruşturmaların sonucunda "gerçeğin en kısa zamanda ortaya çıkmasını" bekliyorlar, "herkese düşen görevin, sürecin sonuçlanmasını beklemek; kişi ve kurumları hedef alan davranış ve yorumlardan kaçınmak" olduğunu düşünüyorlar.

İhbar mektubunda "Başbuğ biliyordu" iddiası
"İrticayla Mücadele Eylem Planı" bir subayın Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara gönderdiği ihbar mektubuyla yeniden gündeme gelmişti. Mektubun ekindeki belgelerden birinde, belgeyi hazırladığı iddia edilen Albay Dursun Çiçek'in imzasının olduğunu Adli Tıp doğrulamıştı. İhbar mektubunda, Başbuğ'un bu belgeden haberdar olduğu, hazırlanmasıyla ilgili direktifi Orgeneral Hasan Iğsız'ın verdiği, belgeyle ilgili haberin Taraf gazetesinde yayımlandığı 12 Haziran'da Genelkurmay'da kanıtların yok edilmesi için temizlik yapıldığı iddiaları da yer alıyordu. (Bianet/TK)

Gergin Cumhuriyet

Bu yılki 29 Ekim törenlerine ‘belge’ gerginliği damgasını vurdu. Başbuğ ile Erdoğan tokalaşmazken, erken seçim sinyalleri verildi...
OBAMA DA KUTLADI!

Cumhuriyetin 86. kuruluş yıldönümü, tüm yurtta kutlandı. Meclis’te yapılan bayram töreninde ise Başbakan Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve CHP lideri Deniz Baykal’la tokalaşmayıp Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile tokalaşması dikkat çekti. Bu durum son günlerdeki ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesiyle ilgili tartışmalardan kaynaklanmış olabileceğine yorumlandı. Bu arada Abdullah Gül’e ABD Başkanı Obama da bir bayram mesajı yolladı.

İLLERDE DE GERİLİM VAR
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı yurdun çeşitli yerlerinde kutlandı. Adana ve Antalya’daki törenlerde protesto gösterileri düzenlenirken, olaylarda bir kişi gözaltına alındı. Mersin’de ise geçiş töreninde, önlerinde güvenlik güçlerinin sık aralıklarla görev almasına tepki gösteren gazi askerler alanı terk etti. Denizli’de de ADD ve Eğitim-İş üyelerinin kortej yürüyüşüne katılmasına izin verilmeyince ortalık karıştı. Polis ile 300 kişilik grup arasında arbede yaşandı.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 86. kuruluş yıldönümü, tüm yurtta, KKTC'de ve dış temsilciliklerde törenlerle kutlandı. Anıtkabir'de yan yana gelen Başbakan Tayyip Erdoğan ile CHP lideri Deniz Baykal ayaküstü "erken seçim" muhabbeti yaptı. Erdoğan'ın "Yurt gezilerine devam ediyor musunuz" sorusuna Baykal "Sizin işiniz (erken seçim) belli olmaz, gezilerimize devam ediyoruz" yanıtını verdi. Meclis’te yapılan bayram töreninde ise Erdoğan'ın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve Baykal'la tokalaşmayıp Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile tokalaşması dikkat çekti. Bu durum son günlerdeki "İrticayla Mücadele Eylem Planı" belgesiyle ilgili tartışmalardan kaynaklanmış olabileceğine yorumlandı.Ankara'da ilk tören Anıtkabir'de yapıldı. 08.45'te Cumhurbaşkanı Gül ve yetkililer, Aslanlı Yol'dan yürüyerek Atatürk'ün mozolesinin bulunduğu bölüme geçti. Gül mozoleye, kırmızı-beyaz karanfillerden oluşan çelenk koydu. Saygı duruşu ardından İstiklal Marşı okundu. Gül ve beraberindekiler, daha sonra Misak-ı Milli Kulesi'ne geçti. Anıtkabir Özel Defteri'ni imzalayan Gül, deftere şunları yazdı: ''Aziz Atatürk, Türkiye, demokratikleşme, insan hak ve özgürlükleri konusunda büyük mesafe katetmiş, uluslararası başarılar, dünya barışına ve istikrara yaptığı katkılarla tüm dünyanın saygısını kazanmıştır. Türkiye, eksikliklerini hızla tamamlayarak gelişimini kesintisiz sürdürecektir. Bu süreçte 'Yurtta Sulh, Dünyada Sulh' ilkeniz bizlere yol göstermeye devam edecektir. Aziz hatıranız önünde saygıyla eğiliyor, size minnet duygularımızla birlikte şükranlarımızı ve saygılarımızı sunuyoruz. Ruhunuz şad olsun.''

ERDOĞAN, BAŞBUĞ İLE TOKALAŞMADI
Bayram için TBMM'de de tören düzenlendi. Cumhurbaşkanı'ndan kısa süre önce tören salonuna gelen Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, CHP lideri Deniz Baykal ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile tokalaşmaması dikkat çekti. Erdoğan daha sonra salona gelen Abdullah Gül ile tokalaştı.

OBAMA BAYRAMI KUTLADI
Cumhurbaşkanı Gül'e mesaj gönderen ABD Başkanı Barack Obama, "Atatürk'ün modern, demokratik ve laik bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasının 86. yıldönümünde, Amerikan halkı adına size ve Türkiye vatandaşlarına en sıcak tebriklerimi takdim ediyorum. 50 yıldan uzun süredir süren ortaklığımızı derinleştirmeye devam etmeliyiz" dedi.

***

Baykal: Sizin işiniz belli olmaz
Erdoğan: Evet, haklısınız...
TÜRKİYE Cumhuriyeti'nin 86. kuruluş yıldönümü vesilesiyle Başbakan Tayyip Erdoğan ile CHP lideri Deniz Baykal Anıtkabir'de yan yana geldi. Her iki liderin birkaç dakika süren sohbetinin içeriği "Erken Seçim" üzerineydi. Erdoğan'la Baykal'ın arasında geçen diyalog şöyleydi:
Erdoğan: Turlara devam mı?
Baykal: Anlayamadım
Erdoğan: Yani gezmeye devam ediyor musunuz, yurt gezilerine.
Baykal: Evet evet İstanbul'daydım. Önümüzdeki günlerde de Karaman ve İzmir'e gideceğim. Sizin ne yapacağınız belli olmaz. Yurt gezilerimizi sürdürüyoruz.
Erdoğan: Evet haklısınız, her şey olabilir.

***
TÖRENE KİMLER KATILDI?
ANITKABİR’deki törene, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yanı sıra, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, Başbakan Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Danıştay Başkanı Mustafa Birden, Bakanlar Kurulu üyeleri, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Kuvvet Komutanları, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, milletvekilleri, Ankara Valisi Kemal Önal, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, TBMM İdare Amiri ve DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık, bazı siyasi parti temsilcileri katıldı.

***
MUSTAFA KEMAL: MANDA YOK, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM VAR!
HARABEYE dönmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun küllerinden kurulan, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye halklarıyla birlikte kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, dün 86. yaşına girdi. Cumhuriyetin kuruluşu öncesindeki milli mücadele hareketinin dönüm noktalarından biri de 23 Temmuz 1919'da toplanan Erzurum Kongresi'ydi. Mustafa Kemal, 9 Ağustos’ta askerlik mesleğinden ihraç edildi. Mustafa Kemal'in rütbesinin kaldırılmasına, nişanlarının da geri alınmasına karar verildi. Erzurum Kongresi adına ilan edilen beyanname, 10 Ağustos’ta Erzurum'da Türk Basımevinde çoğaltılarak, binlerce nüsha halinde tüm yurda gönderildi. Mustafa Kemal, Erzurum'da arkadaşlarına ''İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye istiklal bütünlüğüne sahip olacaktır. Hayır paşalar hayır, hayır beyefendiler... Manda yok, ya istiklal ya ölüm var'' diyordu. (Kaynak: Birgün Gazetesi)

"Yeni" Nizam-ı Cedid ordusu

Zaman yazarı ve akademisyen Mümtaz'er Türköne “irtica belgesi” nedeniyle “en büyük tehdit”, “fesat ocağı” haline geldiğini tespit ettiği TSK yerine Osmanlı'daki gibi “Nizam-ı Cedid ordusu” kurmayı önerdi.

Mümtaz'er Türköne'nin adı İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin gelecekteki dekan adayı olarak geçiyor. Mümtaz'er Türköne Zaman gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Türköne dünkü köşe yazısında TSK içerisinde hazırlandığı ileri sürülen “irtica belgesi” ile ilgili olarak “bize Nizam-ı Cedid ordusu lazım” diye yazıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni zamanın Yeniçeri Ocağı ile kıyaslayan Türköne, TSK'nın da tıpkı zamanında yeniçerilerin olduğu gibi “bir çıkar şebekesi ve fesat ocağı” haline geldiğini söylüyor. Ordu tartışmasında Osmanlı tarihine dönüp yeniçerileri hatırlatan Türköne yeniçerilerin III. Selim'in kurduğu Nizam-ı Cedid ordusu tarafından 1826'da “vak'a-yı hayriyye” ile ortadan kaldırılması hadisesini de “1826'da aynı devletin içinde iki Türk ordusunun karşı karşıya gelmesi ve birinin diğerini imha etmesi” olarak tasvir ediyor.

Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne dekan olma hazırlıkları yapan bir kişinin 1826 yılında henüz “Türk” kelimesinin Osmanlı devlet adamları tarafından telaffuz bile edilmediği bir tarihte “Türk ordusu”ndan bahsetmesi ayrıca dikkat çekici olarak değerlendiriliyor.

“TSK yeniçerilerden bile fesat”
Türköne Yeniçer ordusu ile paralellik kurduğu Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mevcut durumunu da yazısında şu sözlerle niteliyor: “Kendi halkına, ülkesine ve hatta kendi mensuplarına karşı komplolar, entrikalar çeviren bir fesat ocağı ile karşı karşıyayız. 1807'de Yeniçeri ordusunda bile kimsenin aklına gelmeyecek türden desiseler bunlar.” Ancak Türköne, Yeniçeriler ve TSK arasında “kimin fesat çıkardığı” açısından da önemli bir farka dikkat çekiyor, fark tabii ki Ergenekon ile ilgili ve el çabukluğu ile yan yana getirilen isimler de Osmanlı'da bulunabilir cinsten değil: “Fesat üretmek Yeniçeri ordusunda, Kabakçı Mustafa gibi birkaç düzenbazın işiydi. Bugün ise, kurumsal yapı içine yerleşmiş bir fesat merkezi yok mu? Gazi Fincan, 'Ordu, Doğu Perinçek, Yalçın Küçük, Ergenekon sanıkları, Abdullah Öcalan, Deniz Baykal, Canan Arıtman'dan oluşur' derken gözümüzden kaçan bir 'kurumsal kimliği' hatırlatmıyor mu?”

Her kötülüğün başı “irtica belgesi”
Türköne yazısında, “irtica belgesi”nin, şimdiye kadar Türkiye'de iki darbe ve bir askeri müdahale gerçekleştirmiş bir kurum olan TSK'nın “bugüne kadar ortaya çıkartılmış en ciddi tehdidi” olduğunu ileri sürüyor ve bu belgeden yola çıkarak şimdiki ordunun tasfiye edilerek yerine yeni bir ordu kurulmasını öneriyor: “Bu belgenin hazırlanması emrini veren Genelkurmay İkinci Başkanı'nın başında bulunduğu hiyerarşinin tamamının görevden alınması da yetmez. Hatta ve hatta, bu kurumsal yapıyı sürdürebilmek ve skandalı örtbas etmek için kendi itibarını riske eden Genelkurmay Başkanı'nın istifa etmesi bile bu tehdidi ortadan kaldırmaz. Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye'nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu 'kurumsal yapı'ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım”. Türköne sonuç olarak yazısını şu cümle ile bitiriyor: “Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var."

Örnekler hep Osmanlı'dan
Mümtaz'er Türköne yazı ve röportajlarında Türkiye'nin mevcut sorunları için Osmanlı'dan örnekler vermeyi çok seviyor. Türköne'nin verdiği örnekler, Türkiye Cumhuriyeti'nin bugün karşılaştığı sorunlara zamanında Osmanlı paşa ve padişahlarının çözümlerinin uygulanmasını tavsiye eder nitelikte oluyor. Türköne'nin Osmanlı göndermelerinden en yakın zamanlısı ve yankı uyandıranı geçtiğimiz hafta Akşam gazetesine verdiği röportajda Abdullah Öcalan'ı, Osmanlı'da isyanların bastırılması uygulamasında yapıldığı gibi “başıbozuk paşası” yapma önerisi olmuştu. “Osmanlı çok isyan bastırmış bir devlettir. İsyanı bastırırken isyanı başlatanı affeder, çok uzak bir vilayete atar, sonra da maaş bağlar ona. Bir de ayrıca paşa rütbesi verir. Bunlara da 'başıbozuk paşası' derler” örneğini veren Türköne, Abdullah Öcalan ile ilgili olarak da “Osmanlı gibi büyük düşünülmesini öneriyorum. Bana kalırsa, Bodrum'a, Bodrum Türkbükü'ne gönderilmesini öneriyorum. Cevdet Paşa olsa, öyle yapardı diyelim” diye konuşmuştu.

Öcalan: Barış ciddiyet ister

PKK önderi Abdullah Öcalan, “barış ciddiyet ister” dedi, Başbakan Erdoğan'ı ciddiyete davet etti. Öcalan, açılım sürecinin geldiği son noktanın yine “Alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” olduğunu söyledi, Fransa'nın Korsika'ya tanıdığı hakların Kürtlere verilmesini istedi. Öcalan artık barış gruplarının gelmeyeceğini söyledi.

Kürt ulusal önderi Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla hükümete ve Başbakan Erdoğan'a seslendi, “Barış ciddiyet ister” dedi. Öcalan, “Bu oyun değildir, ciddi olunması gerekiyor. Saygı gösterilmesi gerekir. Barış işi ciddi bir iştir, saygı ister. Her şey anlaşılmıştır. Bu grupların gelişi ve buna karşı Kürt halkının onurlu sahiplenişi, duruşu, Hükümetin gerçek yüzünü, niyetini ortaya çıkarmıştır. Hükümetin planı suya düştü” diye konuştu.

Artık barış grubu gelmeyecek
Abdullah Öcalan, AKP'nin barış ve çözüm konusunda samimi olmadığını belirtti, artık barış gruplarının gelmeyeceğini söyledi. Öcalan, “Barış ciddi iştir, AKP samimi değil, bunların barış istedikleri yok. Bu açılım sürecinin geldiği son nokta yine 'alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete'dir. Yine herşeyin günahını Kürtlerin üzerine atmaya çalışıyorlar. Bunların yaklaşımı on beş yaşındaki kızı kandırmaya çalışmaktır. Burada bana bu muameleyi yapmaya çalışıyorlar. Ama sonuç alamazlar. Süreci yeniden değerlendireceğiz falan diyorlar, olmaz böyle. Erdoğan'ı ciddiyete davet ediyorum. Bundan sonra grup falan da gelmeyecek. Gelmelerine gerek kalmadı” ifadelerini kullandı.

Öcalan, Başbakan Erdoğan'ın 'sil baştan' çıkışını eleştirdi, “Sil baştan ne demek? Ne yapıyorlarsa yapsınlar. Zaten bunların barış gibi bir niyetleri yok. Bunlar barışta ciddi değil, samimi değil. Bunların tek amacı tasfiyedir. CHP ile MHP’yi de geçelim, bunlar zaten barış istemiyor. Biri ulusalcı faşist diğeri milliyetçi faşist. Bunlar zaten savaş istiyor” dedi.

Barış taraflar arasında olur
Barışın taraflar arasında olacağını beyan eden Öcalan, “İslam tarihini biliyorsunuz; Uhud savaşını, Bedir savaşını, Hendek savaşını bilirsiniz. Beş bin asker ve beş bin korucu öldü diyorlar, kırk bin de bizden öldü diyorlar, toplam elli bin. Elli bin kişi ölmüşse orada savaş vardır. Terör diyorlar terör de olsa yine ortada bir savaş vardır. Savaş varsa ortada iki taraf olur. Ve barış da taraflar arasında olur” diye konuştu.

Başbakan'ın duygusal davranmaya hakkı olmadığını söyleyen Öcalan, barış gruplarının gelmesinden sonra AKP'nin niyetinin ortaya çıktığını belirtti. Öcalan, “Başbakan'ın duygusal davranmaya hakkı yok. Ben on yıldır burada dünyanın en yalnız insanı durumunda tutuluyorum ama en zor anımda bile duygusal davranmıyorum. Barış süreci oy kaygısıyla yürütülemez. Bunlar hala koltuklarının derdindeler. AKP, samimi değil. Bu barış grubunun gelmesiyle AKP'nin ne yapmaya çalıştığı açıkça ortaya çıkmıştır” sözlerini kullandı.

Kürt halkı onurlu barış dışında bir şeyi kabul etmez
Öcalan, Kürt halkının onurlu barış dışında bir şeyi kabul etmeyeceğini beyan etti, “Ben ölsem de yaşasam da Kürt halkı onurlu bir barış dışında bir şeyi kabul etmez, etmemeliler, kendi iradelerini korurlar. Kürt halkı bu noktaya gelmiştir. Beni kullanarak benim üzerimden kesinlikle PKK’yi de tasfiye edemezler. 2004’te de Osmanları kullanarak beni ve PKK’yi tasfiye etmeye çalıştılar. AKP ve ABD'nin yaptığı Güney'deki küçük Kürt devletçiği çerçevesinde bu işi çözmekti. O yüzden bu Osman ve diğerlerini satın aldılar” dedi.

PKK lideri Öcalan, devletin Kürtlerin temel taleplerine, kültürlerine, dillerine hala tahammülsüz olduğunu ifade etti, “Diyarbakır’da çocuklara Kürtçe öğreten bir kız vardı, ismi Medya. Bu on yaşındaki kız kendi anadilinde eğitim veriyordu. Türkiye’nin savcısı buna bile tahammül edemedi. Kız hakkında soruşturma başlattı. Senin savcın Kürtlerin anadilini öğrenmesine bile tahammül edemiyor, bu mu açılım? Kürtlerin anadilini öğrenmesine bile tahammül edilmiyor. Dünyanın neresinde var bu? İsrail bile Filistin'e bunu yapmadı. Hitler bile böyle bir şey yapmadı” sözleriyle durumu ortaya koydu.

Kürtler bu golü yemez
Başbakan Erdoğan'ın politikalarını futbol diliyle eleştiren Öcalan, “Erdoğan'ın birkaç rolü birden oynamak istiyor. Erdoğan da geçmişte futbol oynamıştı, futbolu iyi bilir. Futbolda oyunun kuralları önceden bellidir, oyunun ortasında kurallar değiştirilmez, değiştirilirse kural ihlali olur. Kürtler oyunda kural ihlali yapmıyor ama Erdoğan oyunun ortasında kendisi üç kural ihlali yapıyor. Bir yandan savunmada oynayacağım diyor, kaleyi koruyorum diyor, işte bunu tek devlet, tek millet, tek bayrak deyip yapıyor, sözde kaleyi savunuyor. Bu birinci kural ihlali. Aynı anda oyun başlamışken bu sefer orta sahada oynayacağım diyor. İkinci kural ihlalini yapıyor. Yine aynı oyunda bu sefer ben ileride oynayacağım, gol atacağım diyor. Bu da üçüncü kural ihlalidir. Oyun böyle oynanmaz. İşte bu açılımla ileride oynayarak Kürtlere gol atmaya çalışıyor. Ama Kürtler bu gölü yemez. Diyarbakırlılar futbolla ilgililer, iyi anlarlar” ifadelerini kullandı.

Devlet KCK'yi kabul etmeli
Öcalan Kürtlerin örgütlemesinin KCK olduğunu ve devletin bunu kabul etmesi gerektiğini belirtti. Öcalan, “Kürtlerin örgütlemesi KCK’dir. Devletin bunu kabul etmesi gerekiyor. Ama işte bu nedenle bir kısım tutuklamalar oldu. Devlet, TÜSİAD’ı nasıl kabul ediyorsa KCK’yi de kabul etmelidir. KCK klasik anlamda bir sivil toplum örgütü değildir ama toplumun kendini demokratik örgütlemesidir” sözleriyle belirtti.

Abdullah Öcalan, Korsikalılara tanınan hakların Kürtlere tanınmasını istedi, “Bizim tek devlet, tek millet, tek bayrakla bir sorunumuz yok. Bizim devletin üniter yapısıyla da bir sorunumuz yok. İstedikleri kadar tek kalabilirler. Biz çok şey istemiyoruz. Bunlar kendilerine örnek aldıkları Fransa'nın Korsika'ya tanıdığı hakları tanısınlar yeter, başka bir şey istemiyoruz. Korsikalılara haklarını ve özgürlüklerini, bölgesel özerkliklerini verdiklerinde Fransa'nın üniterliği mi bozuldu?” diye sordu.

Doğan medyasında belge çıkışı

3,8 milyar liralık vergi cezası için Maliye ile uzlaşma kararı alan Doğan Medya'nın "ıslak imzalı belge" gündemindeki keskin tutumu, "grup AKP ile de mi uzlaşmaya çalışıyor" sorusunu sorduruyor.

‘Islak imza’ gündemi ile birlikte Doğan grubu gazetelerinde ciddi bir değişim yaşanıyor. Özellikle köşe yazarlarında konuya ilişkin belirgin bir tutum birliği olduğu göze çarpıyor. Radikal gazetesi Salı gününden beri her gün konuyu manşete taşırken, dün de “Yeter artık Baykal” manşeti ile CHP liderinin belge hakkındaki açıklamalarını eleştirdi. Haberin spotunda, “CHP liderine göre ‘İrticayla Mücadele Planı’nın gerçek olma ihtimali hiç önemli değil gibi. Baykal sadece zamanlamayı eleştirdi ve ihbarcıya çattı” ifadeleri kullanıldı.

Grubun diğer gazetelerinde de hemen tüm yazarların günlerdir bu konuya değinmeleri ve ortak bir tutum ortaya koymaları dikkat çekiyor.Milliyet yazarlarından Taha Akyol, 27 Ekim’de “Belgenin gerçek olduğunu başından beri söylemiştim” derken, ertesi gün de “Ordu artık ideolojisini gözden geçirmeli, işlevini profesyonel görevleriyle sınırlandırmalıdır. Unutmayalım: Türkiye’nin siyasetten tamamen çekilmiş, yüksek profesyonel kabiliyete ve caydırıcılığa sahip saygın bir orduya ihtiyacı vardır” dedi.

Hasan Cemal de belgenin orijinal olduğundan kuşku duymayarak, “Başbuğ ‘kağıt parçası’ derken gerçeği biliyor muydu?” diye sordu. Ertesi günkü yazısında “Asker yıpranmak istemiyorsa, değişmek zorunda!” diyen Cemal, 29 Ekim tarihli yazısında da “Cumhuriyet’in sadece artıları yok. Eksileri de var. ‘Aşırılık’ları da var” cümlelerini kullandı. Cemal, bugünkü yazısında da “Evet, ‘asker sorunu’ diye de bir sorunu var bu ülkenin. Bunu da çözmek lazım” dedi.

Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, “Türk Ordusu ile ilgili ilk derin şaşkınlığımı Nazlı Ilıcak, andıç olayını ortaya çıkardığında yaşamıştım" dedi ve ordudaki subayların darbe planı yaptığı iddiası için de, "Benim gibi bütün hayatı boyunca ordusuna gözbebeği gibi bakmış insanların kafasında da sorular uyandı” ifadesini kullandı. Son zamanlarda üst üste gündeme gelen, pimi çekilmiş el bombası ile cezalandırılan erin hayatını kaybetmesi, Ceylan Önkol’un ölümü ve son olarak da “kağıt parçası” gibi olaylarda ordunun vahim hatalar yaptığına işaret eden Özkök, “Hangi ordu bu kadar üst üste vahim hatayı kaldırabilir? Bu olaydan sonra, artık kamuoyunu tatmin edecek samimi bir açıklamanın yapılması şart oldu” dedi.

Ahmet Hakan da Başbuğ’un belgeden önceden haberdar olup olmadığını sorarak her durumda ortada vahim bir tablo olduğunu, kamuoyuna bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi. Hakan, “Eğer memleketimizin silahlı kuvvetleri, memleketimizin meşru iktidarını alaşağı etmek için kolları sıvar ve plan üstüne plan yaparsa... O iktidardan zerre kadar hoşlanmasak ve çekip gitmesi için dualar etsek bile... Silahlı kuvvetlerin girişimine karşı hep birlikte omuz omuza mücadele etmeliyiz... Silahlı kuvvetler gölgesi ortadan kalkınca, iktidara karşı mücadelemize kaldığımız yerden devam edebiliriz” dedi.

Aynı gazetede Oktay Ekşi, “Artık Enver Paşa’nın 70-80 bin askeri Sarıkamış dağlarına gömmesine rağmen kimseye hesap vermediği dönemde değiliz” dedi.

"Yüz yıllık gelenek yıkılıyor" başlıklı bir yazı kaleme alan Yalçın Doğan da, "Şu ne yazık ki bir gerçek, orduyu dışarıdan birileri değil, ordunun kendi içinden birileri orduyu yıpratıyor" dedi ve yazısını "İttihat ve Terakki ile yerleşen yüz yıllık gelenek artık yok olma menzilinde" diye bitirdi. Radikal gazetesi genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, “Kendi halkına karşı psikolojik harekât düzenleyen başka bir ordu var mıdır dünyada? Varsa hangi ülkenin ordusudur o?” şeklinde bir çıkış yaptı.

Gazetenin yazarlarından Oral Çalışlar, “Dursun Çiçek imzalı belgenin artık bir gerçeklik haline dönüştüğünü anlıyoruz. Ortada darbe girişimleri, kanlı tezgâhlar amaçlayan bir belge var. Bu belge Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki bir kurum tarafından hazırlanmış. Şimdi bu belgenin sorumluları yargıya hesap verecekler” dedi. Sedat Ergin ise, “Türk vergi mükellefleri, bu tür andıç çalışmalarını finanse etmek için vergi vermiyor” eleştirisinde bulundu.

Honduras'ta Zelaya'ya dönüş yolu açıldı

Honduras'ta Manuel Zelaya ve darbeci yönetimin müzakerecileri arasında, Zelaya'nın görevine dönme olasılığını öngören bir anlaşmaya varıldı. Aylardır çözülemeyen sorunun, ABD heyetinin ülkeye ziyaretinden sonra çözüme kavuşturulması dikkat çekti.

Honduras'ta darbecilerle Zelaya arasında, Zelaya'nın geri dönüşünün yolunu açabilecek bir anlaşmaya varıldı. Anlaşmanın maddeleri açıklanmazken, Zelaya, anlaşmanın Honduras halkı için bir zafer olduğunu söyledi. Darbeci lider Roberto Micheletti ise anlaşmanın, Zelaya'nın akıbetini Yüksek Mahkeme ve Kongreye bıraktığını belirtti.

Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) Siyasi İlişkiler Sekreteri Victor Rico, söz konusu anlaşmanın, Honduras halkı ve Honduras demokrasisi için yararlı bir anlaşma olduğunu söyledi. Rico, anlaşma metnini basına açıklamadı ancak Zelaya'nın görevine iadesinin yolunun açıldığını kaydetti.

Askeri darbe sonrası, 21 Eylül'de ülkesine gizlice girerek Brezilya Büyükelçiliğine sığınan Zelaya da devlet başkanlığının yeniden tesis edilmesi konusunda iyimser olduğunu açıkladı.

ABD istedi cuntacılar çözdü
Amerikan Devletleri Örgütü'nün, Birleşmiş Milletler'in, Brezilya, Venezuela gibi Latin Amerika ülkelerinin Honduras'taki durumu düzeltmek için defalarca darbe yönetimiyle görüşmesine rağmen kriz çözülememişti. Ancak daha önce de darbe yönetimine IMF aracılığıyla 150 milyar dolar veren ABD'den bir heyetinin Honduras'a gitmesi sorunu çözmeye yetti. Üç gün önce ABD heyeti Honduras'a gitmiş ve sorunun kısa zamanda çözüleceğini belirtmişlerdi.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da Pakistan ziyareti sırasında gazetecilere yaptığı açıklamada, "Honduras halkını, Başkan Zelaya ve Başkan Micheletti'yi vardıkları tarihi anlaşmadan dolayı tebrik ederim" dedi.

Honduras halkı aylardır direnişteydi
Honduras halkı darbeden hemen sonra sokağa çıkmış, seçtikleri Başkan Zelaya'nın geri dönüşü için aylarca direnmişti. Kent merkezlerinde büyük mitingler, yürüyüşler düzenleyen halk, Zelaya'nın 21 Eylül'de Brezilya Büyükelçiliğine sığınmasından sonra da Zelaya'ya kalkan oldu. Çatışmaların eksik olmadığı Honduras sokaklarında darbeciler 14 kişiyi katlederken, onlarcasını da tutuklayıp işkenceden geçirdi. Uluslararası darbe karşıtları da Honduras halkını yalnız bırakmadı, birçok dayanışma eylemine imza attı.

Dursun Çiçek ve 7 asker Adliye'de

"İrticayla Mücadele Eylem Planı"yla ilgili savcılık tarafından ifadeye çağrılan askerler Beşiktaş Adliyesi'ne geldi. Adliyeye gelen 8 asker arasında belgenin altında imzası olan Albay Dursun Çiçek de bulunuyor.

"İrticayla Mücadele Eylem Planı" adıyla Genelkurmay Karargahı'nda hazırlanan ıslak imzalı darbe belgesi ile ilgili 8 asker savcılıkta ifade veriyor.

Belgenin altında imzası bulunan Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek ile Albay Şükrü Kısadere, Üsteğmen Sakallı, Üsteğmen Bozkurt, Asteğmen Başçavuş Orhan, Üsteğmen Karacaer, Üsteğmen Şahin ve soyadının Sülük olduğu belirtilen bir sivil memur, Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'ne savcıların giriş yaptığı kapıdan girdi. Askerler, adliyeye girerken yüzlerini gizledi.
Bir subayın, belgenin orijinalini savcılara göndermesiyle ortaya çıkan darbe planı ile ilgili 6 askere ifade için ihtarlı davet mektubu gönderilmişti. Subaylar ıslak imzalı eylem planının yer aldığı ihbar mektubundaki belgeleri yok etmekle suçlanıyor.

Türkiye'nin gündemine aylar önce gelen İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın, sahte olduğu iddia edilmiş ve askeri savcılık kovuşturmaya yer olmadığına karar vermişti. Ancak konu, geçtiğimiz günlerde bir subayın Ergenekon savcılarına gönderdiği ıslak imzalı belge ve beraberindeki 5 sayfalık ihbar mektubuyla tekrar gündeme geldi.

Belgeyi gönderen subay, "Tartışmaların başladığı dönemde Albay Dursun Çiçek'in odasındaki belgelerin imha edildiğini, kendisinin sadece bu belgeyi kurtarabildiğini" yazmıştı.

29 Ekim 2009 Perşembe

Darbe planı gerçek, ya Gülen’in planı? - Barış İnce

Militarist güçlerin AKP’ye ve Gülen’e karşı darbe planı tartışılırken, cemaatin kilit kadrolaşma faaliyetleri ve İslami-liberal değişim planının da gözden kaçırılmaması gerektiği başka bir tartışma konusu oldu.

Ordunun içerisinde hazırlandığı iddia edilen “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”, demokratik kamuoyunda tepki çekti. Militarizmin Türkiye’de siyasete müdahale aracı olarak kimi provokasyonlar yaptığı biliniyor. Nitekim planla ilgili BirGün dünkü manşetinde “Gereğini Yapın” çağrısında bulundu. Bu plana gösterilen haklı tepkiler sürerken, Gülen’in mağdur ilan edilmesi ve onun planlarının yok sayılması da bir başka rahatsızlık yaratıyor. Daha önce pek çok tertibin içerisinde adı anılan cemaatin şimdilerde mağdur sayılması söz konusu. Halbuki Gülen’in de Türkiye’de uygulamaya çalıştığı bir İslamcı liberal plan var.

ALTI MADDEDE GÜLEN PLANI

Mustafa Peköz bu planı şöyle sıralıyor:

1- Stratejik Yönetim ve Denetim Merkezleri: Devletin can damarları olarak bilinen Yargı (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay vb.), Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK), Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği gibi kurumlar devletin stratejisini yönlendirmede hayati derecede bir öneme sahiptirler. Bu kurumların tamamı başta Gülen hareketi olmak üzere İslamcı cemaatlerin hedefleri arasında bulunuyor.

2- Toplumsal İlişkileri Yönlendiren Temel Kurumlar: Diyanet İşler Başkanlığı, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı gibi kurumlar sistemin toplum içerisindeki volan kayışlarıdır. Gülen cemaatinin bu üç merkezde çok ciddi bir çalışma içerisinde olduğu ve kadrolaşmada bu alanları öncelikle ön plana çıkarttığı biliyor.

3- Devletin Medya Kurumları: Türk Radyo ve Televizyonu ve Türkiye Radyo Televizyon Üst Kurumu (RTÜK) gibi kurumlar devletin ideolojik-politik aygıtları olarak işlev görmektedir. İletişim aygıtlarını elinde tutan güç aynı zamanda iktidar ilişkisinde önemli bir avantajı ele geçireceğini çok iyi analiz eden, Gülen cemaati, kendisine bağlı olarak çalışan bazı gazete, radyo, TV gibi medya araçları yanında devletin medya kurumları içerisinde de çok ciddi oranda örgütlenmektedir. Hatta TRT’de oynana dizilere dahi müdahale ettikleri basına yansıdı.

4- Stratejik Ekonomik Merkezler: Maliye Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine Müsteşarlığı, gibi devletin ekonomik yönlendirme merkezileri olan kurumlarda örgütlenen İslami cemaatlerin, özellikle Gülen Cemaati sistemin ekonomik kaynaklarına hâkim olmaya çalıştıkları ve bu alanlarda çok daha kapsamlı olarak örgütlendiği ve çok ciddi oranda kadrolaştığı biliniyor.

.
5- Devletin Yerel Yönetim Merkezleri: Bunları iki grupta ele alabiliriz. Birincisi doğrudan Ankara’yı temsil eden Vali ve Kaymakamlardır. Türk devletinin tek merkezde yönetilmesi nedeniyle il ve ilçelerde devleti temsil eden valilerin ve kaymakamların önemli yetkileri bulunuyor. Yerel merkezlerden İslamcı faaliyetin yaygınlaştırılması, toplumsal etki gücünün arttırılması için vali, kaymakam gibi yerel yöneticilerin kazanılmasını son derece önemsemektedirler. Özellikle Gülen cemaati bu konuda çok ciddi bir örgütlenme faaliyeti içerisindedir. Bugün onlarca vali’nin ve kaymakam’ın Gülen cemaatiyle ilişki içerisinde olduğu biliniyor. Özellikle Kürt bölgelerine gönderilen valilerin ve kaymakamların çoğunluğunun özellikle Gülen cemaatiyle yakın bağları bulunuyor.

İkincisi yerel iktidar ilişkilerinde Belediyelerin çok ciddi bir rolü vardır. Özellikle İslamcı güçlerin elinde olan belediyelerde oluşturdukları kurumsallaşma ile toplumun her alanına nüfuz etmeye başladıkları ve kitlesel örgütlenme merkezleri haline getirdikleri görebiliyoruz. Bu konuda en çok örgütlü olan ve kitlesel bağlar kuran kesim ise Gülen cemaatidir.

6-Silahlı Kurumlar: Bunlar polis teşkilatı, ordu özel tim ve özel kuvvetler olarak belirlenmişti. Emniyet içinde özellikle “Polis Kolejleri, Polis Akademisi ve Polis Okullarında örgütlendikleri” ve emniyet teşkilatının yüzde 70’e yakınının cemaatlerle ve özellikle de Gülen çevresiyle ilişkide olduğuna dair birçok rapor yayınlandı.

“Abu-Jamal, Peltier ve tüm politik tutsaklara özgürlük!”

Free Leonard Peltier & Abu-Jamal!
FRANKFURT: Tarihler 5 Ekim’i gösterdiğinde, ABD’nin Pensilvanya eyaletinden gelen bir haberle tüm dünyada tepkiler yükselmeye başladı. Eyaletin en üst mahkemesinden bir yetkili şu günlerde, 27 yıldır cezaevinde olan politik tutsak Mumie Abu-Jamal hakkında karar verilebileceğini bildirmesiyle birlikte tüm anti-faşist, anti-rasist ve devrimci-demokrat kesimler, bu kararın ölüm cezası olabileceğini belirterek eylemlerine başladılar.Abu-Jamal hakkında 1995 ve 1999 yıllarında ölüm cezası verilerek kararı infaz edilmek istenmiş, ancak dünya çapında geliştirilen eylemler nedeniyle karar uygulanamamıştı. Abu-Jamal hakkında talep edilen ölüm cezası 2001 yılında verilen karar ile reddedilmişti. Ancak sonrasında bu karara itiraz edilerek davanın en yüksek mahkemede görülmesi sağlanmıştı.

Eylemcilerin açıklamalarına göre karar ırkçı bir karar. Kararın ölüm olması halinde itiraz hakkı bulunmayan Abu-Jamal’ın infazı ise üç hafta içinde gerçekleşebilecek.

Frankfurt’da ‘Abu-Jamal’a özgürlük!’ inisiyatifi acil toplandı
Avukatlarının açıklaması ile acilen toplanan Frankfurt ‘Abu-Jamal’a özgürlük!’ İnsiyatifi eylemlerine başladı. Biri şehir merkezinde olmak üzere, ABD konsolosluğu önünde eylem yaptıklarını AHM’ye değerlendiren inisiyatif temsilcisi, bu ırkçı kararın teşhir edilmesi ve engellenmesi için tüm çabaların sergilenmesi gerektiğini vurguladı. ABD’de süren ırkçılığa Mumie Abu-Jamal’ın tek örnek olmadığını, Hint asıllı, Amerika-Hindistan hareketi ve bir insan hakları aktivisti Leonard Peltier’in de 33 yıldır aynı mantıkla cezaevinde tutulduğuna dikkat çekti.

6 Kasım’da Frankfurt’ta eylemlerine devam edeceklerini vurgulayan temsilci, aynı gün Nürnberg’de de eylemlerin olacağını vurguladı. Sürecin aciliyetine dikkat çeken temsilci devamla; „Mahkeme her an Mumia hakkında ölüm kararı alabilir ve bu kararın gerçekleşmesi birkaç haftadan fazla sürmez. Dolayısıyla şimdiden eylemlere başlamamız gerekiyordu. ’95 ve ’99 pratikleri bize gösteriyor ki, yapılan kamuoyu baskısı azımsanmayacak bir nitelikte. Şu anda yerel etkinlikler yapılmaktadır. Ölüm cezasının verildiği günden 3 gün sonrasına saat 12.00 ye eylemler düzenlenecektir. Ceza infazından önceki son Cumartesi Berlin’e hareket edilecektir.
Tüm anti-faşist, anti-ırkçı, devrimci-demokrat kesimin bu eylemliliği sahiplenmeye çağırıyoruz. bununla birlikte tüm politik tutsakların sahiplenilmesi sürecini daha üst seviyeye çıkarılması gerekmektedir.“ dedi. Obama hükümetinin bu karara karşı olmaya çağırdıklarını da belirten temsilci, Nobel barış ödüllü ve ırkçılığa tolerans vermeyeceğini beyan eden Obama’nın samimi olması gerektiğini belirtti ve ‘Obama eğer samimi ise Peltier’i affetme yetkisini kullanabilir’ dedi.

Peltier ve Abu-Jamal davalarının benzerliği
Her iki davada benzerlikler taşıyor. Her iki davada da, Peltier ve Abu-Jamal’ın güvenlik güçlerinin öldürdüğü iddia ediliyor. Peltier’in iki FBI ajanlarını, Mumia’nın ise bir polisi öldürdüğü cezalarının sebebi olarak belirtiliyor. Ancak iki davada da elle tutulur delillerin olmadığı genel bir kanı. Dava boyunca şahitler güvenlik güçlerince baskı altına alınmış, deliller karartılmış, yalancı şahitler ve demeçler ile dava Peltier ve Abu-Jamal aleyhine döndürülmüştü. Mumia ve Peltier’e özgürlük! komitelerine göre bu davalar Avrupa’da görülseydi eğer, sonuç beraat olurdu.

Ancak sorununun temelinde ise ırkçılığın yattığını görebiliyoruz. Dönemin mahkeme hâkimi, 27 yıldır cezaevinde yatan politik tutsak Mumia’nın savunması için gerekli meblağı engellemesi ve O’nu nigger olarak tanımlaması ırkçılığı gözler önüne seriyor. Mumia’nın yargılandığı sürecin jüri heyeti ise ne tesadüf ki ırkçı kişilerden oluşuyordu.

65 yaşında bir politik tutsak
Leonard Peltier’in durumu aslında Mumia’dan farksız. 33 yıl önce iki FBI ajanını öldürdüğü iddia ediliyor. 2024 yılında Peltier’e duruşma tarihi şimdiden ayarlanmış durumda. O yılda 79 yaşına girmiş olacak olan Peltier belkide beraat edecek. Eğer o tarihte suçsuz olduğu anlaşılırsa, hayatının 48 yılını suçsuz yere cezaevinde geçirmiş olacak. O Hint asıllı bir insan hakları aktivisti. Dayanışma amaçlı yapılan imza kampanyasına 25 milyon insan imza verdi.

Kampanyalar hakkında geniş bilgiye http://www.freemumia.org/ ve http://www.leonardpeltier.net/ sitelerinden ulaşılabilinir.

Nasıl bir “Cumhuriyet” istiyorsunuz?

29 Ekim'i kortejlerin, törenlerin, köşeli açıklamaların ardında kalanlara, cumhura sorduk. Emekçi, hak savunucusu, sosyaldemokrat, İslamcı, savaş karşıtı, Alevi, Kürt, feminist, ekolojist, eşcinsel, solcu; farklı kesimlerden insanlar yanıtladı.

Bugün Türkiye'nin dört bir yanında bayraklar asıldı, törenler düzenlendi, Cumhuriyet'in kuruluşu 86. kez resmi açıklamalarla, birlik, beraberlik çağrılarıyla kutlanıyor. Öte yandan, tek bir cumhuriyet yok, birarada yaşaması beklenenlerin değişik ölçülerde dillendirebildikleri sorunları, talepleri var. Gazete ve televizyonlara yansıyan katı resmin üzerini kazımak için, farklı kesimlerden insanlara sorduk: Nasıl bir Cumhuriyet?

Sami Evren (KESK Başkanı): Demokratikleşmiş bir cumhuriyet istiyoruz. Bu, yeni bir anayasa yapılmadan mümkün değil. Özgürlük, eşit yurttaşlık, adalet temelinde demokratik bir anayasayla mümkün. Demokratik bir cumhuriyet, adaletli gelir dağılımının olduğu, emekçilerin haklarının tanındığı ve korunduğu bir cumhuriyet demek.

Bilge Contepe (Yeşiller Partisi eşsözcüsü): Askeri vesayetin kalktığı, özgür, eşit, haklarıyla yaşayan insanlara yüzü dönük bir cumhuriyet istiyoruz. Her şeyden önce anayasanın değiştiği, demokrasi, insan hakları ve eşitlikçi bir toplumun tanımlandığı yeni bir yapı istiyoruz. Bu anlamda bugün bir bayram kutluyor değiliz. Anayasada da ekoloji politikalarının geçerli olduğu, ekolojik, sosyal, özgür bir anayasaya ve topluma ihtiyacımız var.

Abdurrahman Dilipak (Vakit yazarı): Biliyorsunuz yasaya göre, hilafet mana ve mefhum olarak Cumhuriyetle özdeştir.. “Cumhuriyet Fazilettir “ diye mahyalara da yazdılar artık sıra camilerin içine Atatürk resmi ve Atatürk köşesi bahçesine büste geldi.. Cumhuriyetin ruhuna da bir mevlid iyi gider artık.. Ne mutlu Türküm diyene!

Sebahat Tuncel (DTP İstanbul milletvekili): Türkiye'de yaşayan bütün halkların, kimliklerin, kültürlerin kendini özgür hissetmesi ülkenin demokratikliğiyle alakalı ve ne yazık ki bu konuda çok ciddi sorunlar var. Bunun için de antidemokratik anayasa değişmeli, Umarım gerçek anlamda bu özgürlükler gelişir ve demokrasi çerçevesinde cumhuriyeti kutlarız.

Rober Koptaş (Agos yazarı): Böyle bir cumhuriyet istemediğim kesin. Esasında bir cumhuriyet isteyip istemediğimden de emin değilim. İlla bir cumhuiriyet olacaksa, cumhuriyetmiş gibi yapmayan, anarşist bir dünya cumhuriyeti olsun isterim. Hrant Dink'in, Sabahattin Ali'nin, Deniz'lerin öldürülmediği, Ruhi Su'nun yurtdışında tedavisi için pasaport alabildiği, Ahmet Kaya'nın, Yılmaz Güney'in sürgünde ölmediği, Sivas, Maraş, Gazi katliamlarının, 6-7 Eylül'lerin, Varlık Vergisi'nin yaşanmadığı, Pippa Bacca'nın yolculuğunu ferahça tamamladığı, Güler Zere'nin hapse hiç düşmediği, başörtülü kızların üniversite kapılarından dönmediği, Kürt halkının iradesinin muhatap kabul edildiği, polise taş atan çocukların teröris ilan edilmediği, varlığımızı Türk varlığına armağan etmek zorunda kalmadığımız, kimsenin askere gitmek zorunda olmadığı, dahası ordunun olmadığı bir cumhuriyet isterim. En nihayetinde, işte şimdi yaptığı gibi, hayalgücümüzü kötülükleriyle sınırlamayan bir cumhuriyet isterim.

Kadının adının olduğu bir cumhuriyet...
Ercan Karakaş
(CHP üyesi, Sosyal Demokrasi Vakfı SODEV kurucularından): Devletin demokratik, laik, sosyal ve hukuki yönlerinin güçlendirilmesi gerekiyor. Elbette onu korumalı, güçlendirmeliyiz. Cumhuriyet'le bir sorunumuz yok, olmamalı da, çünkü Cumhuriyet bir halk egemenliği rejimidir.

Hülya Gülbahar (Kadın Adayları Destekleme Derneği KADER genel başkanı) : Cumhuriyetin 86. yılında 81 ilde tek bir kadın vali yok. 2009 seçimlerinden sonra 39 il genel meclisinde tek kadın yok. Rakamlar tabloyu özetliyor: Türkiye erkeklerin yönettiği bir ülke. Kadınlar "cumhur" sayılmıyor. Türkiye erkek cumhuriyeti iktidarını elinde tutan tüm erkeklerin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.

Hakan Tahmaz (Türkiye Barış Meclisi sözcülerinden): Üç güncel tartışma 86 yıllık cumhuriyetin demokratik olmadığını gösteriyor. 1. "İrticayla Mücadele Planı" tartışmaları cumhuriyetin askeri vesayetin altında sürdüğünü gösteriyor. 2. Kürtlerin eşit yurttaşlık talebi karşısındaki bastırma, asimile etme politikaları, eşit yurttaşlık cumhuriyetinin olmadığını gösteriyor. 3. Anıtkabir'de TBMM'de, Çankaya'da 86. yıl kutlanıyor ama, Güven Parkı'nda işinden edilmiş işçiler bir haftadan fazladır iş güvencesi için eylemdeler. Bu cumhuriyet sosyal bir cumhuriyet de değil. Eşit yurttaşların yaşadığı, demokratik, özgür, sosyal bir cumhuriyete ihtiyacımız var.

Barışçı, hakların korunduğu bir cumhuriyet...
Oğuz Sönmez (Savaş Karşıtları): Savaş karşıtları yurtta sulh cihanda sulh; yani savaşın olmadığı bir dünyayı istiyorlar. Savaşların olmaması için biricik yolun da onun bir unsuru olmamaktan geçtiğini biliyorlar. Bugün barışçı bir cumhuriyet istiyorsak militarizmi mutlaka sorun yapmamız gerekiyor.

Öztürk Türkdoğan (İnsan Hakları Derneği İHD Genel Başkanı): Demokratik bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Askeri vesayetin olmadığı, din ve inanç özgürlüğü sorununun yaşanmadığı, ifade özgürlüğü sorunlarını aşmış, azınlık haklarına saygılı, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu yaşama geçirmiş, açıklık ve katılımcılık ilkelerine uygun bir cumhuriyet.

Selahattin Çoban (İnsan hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği MAZLUMDER Diyarbakır Şube Başkanı): Bütün yurttaşların eşit şartlarda yaşadığı, adil bir yaşamın olduğu, herkesin özgürce yaşayabildiği, herkese hakkının verilebildiği bir cumhuriyet. Askeri vesayetin olmadığı, sivil, siyasal temsilin çok rahat yapılabildiği, seçimlerde baraj sisteminin olmadığı, sivil bir anayasayla yönetilen, herkesin kendini güven içinde hissettiği bir cumhuriyet.

Farklılıkları tanıyan ve koruyan bir cumhuriyet...
Ali Kenanoğlu (Alevi Bektaşi Federasyonu başkan yardımcısı): Gerçekten demokratik ve laik bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Bu yüzden sloganımız "Türkiye laik değildir, laik olacak" oldu. Aleviler şeriattan sonra kendilerine nefes aldıran, birey olmalarını sağlayan cumhuriyete hep sahip çıkmıştır, ama cumhuriyet tarafından mağdur da edildik. 8 Kasım'da bu yüzden miting düzenliyoruz. Türkiye laik olsaydı, zorunlu din dersi, Diyanet İşleri, 110 bin imam kadrosu, inançlar arasında ayrımcılık olmazdı. Bir de sosyal adalet var. Cumhuriyet refahın yükseldiği, hakça, adaletli paylaşımın olduğu, işçilerin, kimsenin sömürülmediği, haklarını aldığı bir düzen olmalı.

Remzi Altunpolat (Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği): LGBTT'ler kendilerini de kapsayacak eşitlikçi ve sosyal bir cumhuriyet istiyor. Bu cumhuriyetin yeni bir anayasası olacaksa da bu anayasada muhakkak cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadelerinin bulunması gerektiğini, LGBTT'lerin haklarının hem yasal hem de pratikte korunmasını istiyoruz. Atatürk cumhuriyet kimsesizlerin kimsesizidir demişti. Ama tarih boyunca bu olamadı. Hele ki LGBTT'ler bu kimsesizlerin içine asla dahil edilmedi.

Kostas Eftemiyadis: Tüm Türkiyeli Rumlar adına konuşamam. Temsil ve katılım önemli. Meclisi yasama makamının yürütmeyi denetleyebildiği, sorguladığı bir alan olarak düşünmeliyiz. Varolan partiler ve seçim yasası bu yapının sağlıklı olmasına imkân vermiyor. Bilgi sahibi olanların ancak fikir sahibi olması durumunda, temsilcilerin vekalet aldıkları vatandaşlar için bir şey ifade ettiğini söyleyebilirim.

Seda Akço (avukat, çocuk hakları aktivisti): Çocukların değişen, gelişen ihtiyaçlarını dikkate alan ve gidermeye öncelik veren bir cumhuriyet.(EÜ)

Bu haberi İstanbul - BİA haber için Erol Önderoğlu, Bawer Çakır, Özge Gözke ve Tolga Korkut oluşturmuştur. (Devrimci Halkın Birliği)