30 Aralık 2009 Çarşamba

2010 Mücadele Yılı Olsun!

“2010 demokrasi mücadelesinin, emek mücadelesinin yılı olması için üstümüze düşeni layıkıyla yapacağız. İşçi sınıfımıza ve halkımıza birlik ve mücadelenin güçlendiği zaferlerle dolu yeni bir yıl diliyoruz!(Devrimci Halkın Birliği)

Genelkurmay'dan açıklama:“JİTEM adında kurulmuş bir birim yok!”

Rizgarî Online/ Türk Genelkurmay´ı, Türk ordusuna bağlı terörist örgütlerden olan ve Kürdistan´da sayısız insanlık suçu işleyen JITEM´in varlığını onca bilgi, belge ve tanık anlatımına karşın inkar etmeyi sürdürdü. Türk Genelkurmay Başkanlığı, TC`nin Amed 3. ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği yazıda, başkanlık bünyesinde ''JİTEM'' adında kurulmuş herhangi bir birimin mevcut olmadığını iddia etti.

Aralarında PKK itirafçılarının da bulunduğu 11 sanıklı ''JİTEM'' davasında Amed 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Türk Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği ve ''JİTEM adlı bir birimin olup olmadığının, var ise hangi tarihte kurulduğunun, faaliyetine devam edip etmediğinin, iddianamede belirtilen kişilerin kuruluşa üye olup olmadıklarının'' sorularını içeren yazının cevabı mahkemeye ulaştı.

TC´nin Amed 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne ulaşan ve Türk Genelkurmay Başkanı namına Ceza Hukuk İşleri Şube Müdürü Hakim Albay Orhan Önder imzalı yazıda, ''Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' denildi. Genelkurmayı bizzat kendi komutanları yalanlıyor.

Hatırlanacağı üzere Ergenekon tutuklusu emekli Türk Albayı Arif Doğan mahkemede verdiği ifadede JİTEM'in kurucusu olduğunu söyleyerek örgütün varlığını itiraf etmişti. Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan ve Türk Genelkurmay Başkanlığı tarafından varlığı hiçbir zaman kabul edilmeyen JİTEM'in kurucusu olarak gösterilen emekli Albay Arif Doğan 15 Ağustos 2008'de Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdiği ifadede şunları söylemişti: "Ben Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı ve JİTEM Grup Komutanlığı görevlerinde bulundum. Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı, kadrosu Genelkurmay'ca tasdikli olunan bir görevdir. JİTEM ise yine üst düzey, daha doğrusu yetkili komutanların bilgisi ve kararları doğrultusunda denenmek üzere kurulmuş bir yapılanmadır. Ben de bunun kurucusuyum. Faaliyet alanı OHAL bölgesidir. Dışına taşması söz konusu değildir ve kadrolu elemanları yoktur. Denenme sürecinde olduğu için biz mesailerimizden ve mesai sonrası saatlerimizden zaman ayırmak suretiyle, yasalara uygun olarak terörle mücadele ettik."

EMEKLİ ORGENERAL ÖZGEN'DE KABUL ETMİŞTİ
23 Mayıs 1993'te Çewlik´te öldürülen 33 Türk askeri olayıyla ilgili 16 Aralık tarihinde NTV'de yayınlanan Canlı Gaste programında konuk olan dönemin Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Necati Özgen, Can Dündar'ın olayı JİTEM'le ilişkilendirenleri hatırlatması üzerine; "Biz ne oluyoruz, nasıl bizim haberimiz olmadan Jitem bu işi yapıyor. Jitem'de iki tane üç tane adam var, kim yapacak bunu?" yorumunda bulunmuştu.Merkezi Ankara'ydı Emekli Türk Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tozlu ise, “Asayiş komutanlarının denetiminde bölge valisinin bilgisi dahilinde çalışırdı. Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. Merkezi Ankara idi, yetkileri sınırsızdı” dedi. JİTEM'in yerini alan JİT'in hala görev başında olduğunu söyleyen Tozlu, “Resmi varlığı bilinmesine rağmen JİTEM direkt yazışmalar yapmıyordu. Bilgileri Asayiş Komutanlığı İstihbarat Şubesi'ne, oradan ilgili yerlere gönderiliyordu. JİTEM'i dönemin İçişleri Bakanları, polis yetkilileri, bölge valileri biliyordu.” Demisti.Tabelasını gördüm Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı da , JİTEM'in varlığını doğrulamıştı.”Diyarbakır'da” görev yaptığı süre içinde “JİTEM tabelasını bile gördüğünü” söyleyen Avcı, “Diyarbakır Asayiş Kolordu ve Diyarbakır Alay Komutanlıkları içinde JİTEM levhaları bulunmaktaydı” demişti. JİTEM davasında verdiği ifadede Avcı, Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan, emekli Tuğgeneral Veli Küçük, Binbaşı Cem Ersever gibi isimlerle birlikte kod adlar kullanan birçok kişinin bu karargahta görev yaptığını belirterek, “Bu kişiler asayiş toplantılarına da JİTEM Komutanlığı görevlisi olarak katılırdı” diye konuştu. Avcı mahkemeye, “JİTEM adına yasadışı işleri yapan kişilerin, üslerinin denetimi olmadan yapması söz konusu değil. Ancak somut bilgim yoktur” açıklamasında bulunmuştu. Öte yandan PKK ve JITEM itirafçısı Abdulkadir Aygan´da JITEM´le ilişkili birçok isim ve olayı deşifre ederek, JITEM`den aylık maaş aldığını gösteren resmi Bordroyu da yayınlamıştı.

27 yıldır aynı nakarat!

Başbakan AKP'yi de dahil ettiği ve tam 27 yıl hükümet olan siyasi geleneğin "statüko karşıtı" olduğunu yineledi. Fakat bu gelenek eleştirdiği "statüko" sayesinde hükümet olurken, asıl statükoyu halk ve sol düşmanlığında örüyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "2009 Turgut Özal Barış Ödülü"nü almasının ardından yine statükoculuktan yakındı. Statükodan dert yanan Erdoğan yıllardır Menderes-Özal hükümeti geleneğine sahip sıkmasıyla gündeme geliyor. Erdoğan’ın konuşmalarında ara ara “statükoculuk” konusuna değinmesi alışkanlığa dönüşürken sahip çıkılan geleneğin 27 yıldır devam etmesi ironi oluşturuyor.

Ne statükoymuş!
Erdoğan’ın konuşmalarına renk katan “statüko", AKP iktidarının sahip çıktığı süreçlere bakılınca, konuşmalardaki “cesaret sahneleri”ni komedi sahnelerine dönüştürüyor. Şöyle ki, DP’nin 10, ANAP’ın da Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı düşünüldüğünde 10 yıllık iktidarının yanına bir de 7 yıllık AKP iktidarının eklenmesi Türkiye’de 27 yıldır süregelen statükoculuğun göstergesi.

AKP'nin örnek aldığı hükümetlere bakalım. Her mahallede milyoner yaratma düşünü yolsuzluklarla süsleyen Menderes hükümetinin “özgürlükçü politikaları”nı baskı ve işçi düşmanlığıyla gösterenlerdendi. Menderes dönemi dini politikalar açısından da dikkat çekiyor. Kuran kurslarının İmam Hatiplere dönüştürülmesi, din derslerinin okullarda zorunlu hale getirilmesi dönemin örneklerinden. 6-7 Eylül olayları da dönemin çarpıcı “hatıraları”ndan. 24 Ocak kararları diye bilinen neo-liberal ekonomik kararlarının mimarı ve 12 Eylül rejiminin başbakan yardımcısı olan Turgut Özal 12 Eylül darbesinin içinde yer alan birkaç “sivil” politikacıdan biri. Özal da Menderes gibi işçi düşmanlığı ile hatırlanan liderlerden. Sendikal örgütlenmenin de oldukça zayıfladığı dönem aynı zamanda “orta direk”in yıkılışı ile hatırlanmakta. Özal’ın diğer hatırlanır özelliği ise ABD liderleriyle yürüttüğü sıkı mesai. Erdoğan yoksa statükocu lider mi?

Erdoğan’ın sahip çıktığı ve ileriye taşımak için çaba sarfettiği düzende uygulanan icraatlar, kendisi pek hoşlanmasa da akılllara statükoculuğu getiriyor. AKP’nin 7 yıllık sürecindeki, ABD ile ilişkiler, ekonomi politikaları, işçilere dönük saldırılar ve sol düşmanlığı, örnek gösterdiği hükümetlerle sıkı benzerlikler taşıyor. Son dönemde ortaya çıkan, dinleme skandalları, rantsal projeler, işçilere dönük saldırılar, hukuksal skandallar, toplumdaki ayrımcılığın filizlenmesi vs. gibi gelişmeler akıllara Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yoksa statükocu bir lider mi olduğunu akıllara getiriyor.

Erdoğan ne demişti?
Ödül alışının ardından konuşma yapan Erdoğan, her meseleyi cesaretle konuşamayanların, özgürce tartışamayanların ve küçük hesaplarla ülkenin meselelerini çoğaltanların Türkiye'ye ve Türk milletine çizebilecekleri bir ufuk olamayacağını söylemişti. Erdoğan, 30-40 yıldır ülke ve millet olarak tekrar tekrar konuşulan meselelerin daha ne kadar konuşulacağını sorarak statükoculuktan yakınmıştı.

Erdoğan konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştı: "30 yıldır, 40 yıldır bu ülkenin enerjisini tüketen meseleleri ne kadar kendi haline bırakacağız? Statükoyu daha ne kadar sürdüreceğiz? Böyle gitmesinin yolu var mı, imkanı var mı? Bu sürecin böyle devam edip gidiyor olmasından memnun olan var mı? Bakın, o gün Özal'ın cesaretle dile getirdiği çözüm için somut adımlarını attığı meseleler O'nun ölümünden sonra da sahiplenilmiş olsaydı Türkiye bugün inanın çok daha farklı bir yerde olurdu." (soL)

Sabancı’dan işsizlik tehdidi

Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, yeni yıl mesajında işsizlik mesajı verdi. Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, devletin sermayeye destek olmaması durumunda işsizliğin azalmayacağını söyledi. Sabancı Topluluğu çalışanlarına yönelik bir yeni yıl mesajı yayımlayan Güler Sabancı, “demokratik açılım” konusunda da hükümeti eleştirdi.

“Destek yoksa, istihdam da yok”
Krizin önemli bir sonucunun da işsizlik olduğunu söyleyen Güler Sabancı, sorunun kriz dışında da nedenlerinin olduğunu söyleyerek hükümetten destek istedi. “İşsizliğin nedenlerini yalnızca krize bağlamak önemli bir hata olur. Bizim ülkemizde olduğu gibi pekçok ülkede de sorun yapısaldır” diyerek işgücünün Türkiye’de yüksek maliyetli olduğunu iddia etti. Hükümete işgücü maliyetini düşürmek konusunda ultimatum gönderen Sabancı “İşgücünün toplam maliyetini düşürecek önlemler alınmadığı takdirde büyümenin artmasıyla işsizlik çok azalmayacak, sermaye derinliği artacaktır” diye konuştu. Sabancı’nın “maliyet kalemleri” arasında kıdem tazminatı, ücretli izinler vb. başlıkların yer aldığı biliniyor.

Dünya gerekeni yaptı”
Dünya krizi üzerine de değerlendirmede bulunan Sabancı, “mali sektörü çöküşten kurtaran, piyasalara gerekli likiditeyi sağlayan, yardım paketleriyle reel sektörü ayakta tutan” ekonomi yönetimlerinin “gerekeni yaptıklarını” söyleyerek, uygulamaların devamını beklediklerini ima etti. Sabancı, istihdama yönelik herhangi bir açıklamada bulunmayarak sermayenin bu başlıktaki pozisyonunu ortaya koydu.
.
Demokratik açılım eleştirisi
Konuşmasında siyasi istikrar vurgusu da yapan Güler Sabancı, demokratik açılımın siyasi istikrarı bozduğu yönünde mesaj verdi. Sabancı “Ülkemizde özellikle siyasal alanda yaşanan gelişmeler istikrarı tehdit eden boyutlara yaklaşmaktadır. Demokratik açılım çerçevesinde yaşanan diyalogsuzluk ortamı beraberinde toplumsal gerginliği de getirmektedir” diye konuştu.(soL)

Türk-İş toplantısından sürekli eylem çıktı

Türk-İş Başkanlar Kurulu, ''sürekli eylem'' kararı çerçevesinde Türk-İş Yönetim Kurulu'nun belirleyeceği tarih ve yerlerde diğer emek ve meslek örgütlerinin de davet edilmesiyle geniş katılımlı bir dizi miting düzenlenmesine karar verdi.

Türk-İş Başkanlar Kurulu'nun Konfederasyon Genel Merkezi'ndeki toplantısı sona erdi. Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, Başkanlar Kurulu bildirisini genel merkez önünde eylemlerini sürdüren TEKEL işçilerine açıkladı. Kumlu, ''Türk-İş göreve, genel greve'' diye slogan atan işçilere, ''görevdeyiz'' yanıtını verdi. Eylemin başarılı olması için tüm yöneticilerin ellerinden geleni yaptıklarını vurgulayan Kumlu, ufak tefek eksikliklerin de olabileceğini söyledi. Bu yılın çalışanlar açısından ''tüm zamanların en kötü yılı'' olduğunu ifade eden Kumlu, tüm bu yaklaşımların 2010'da da devam etmesi halinde Türkiye'deki toplumsal dengelerin daha da bozulacağı uyarısında bulundu. Alınan zam kararlarının yeni yıla ilişkin umutların ilk günden kırılmasına neden olduğunu dile getiren Kumlu, geçim zorluğu içindeki halkın yeni zam kararlarıyla daha da bunaltılmaması gerektiğini kaydetti. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası değiştirilmeden Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının toplu sözleşme yetkisi alan sendikaların ilan ettiği iş kolları istatistiklerinde yöntem değişikliği yapmasının çalışma yaşamında kaos yaratacağını savunan Kumlu, bunun için öncelikle çalışma hayatını düzenleyen yasalarda değişiklik yapılması gerektiğini söyledi.

Kumlu, sözlerini şöyle sürdürdü: ''Türk-İş Başkanlar Kurulu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı ve hükümeti, işçilere ve onların sendikalarına karşı dostça yaklaşmaya ve onların istek ve taleplerine karşı duyarlı olmaya çağırmaktadır. Türk-İş Başkanlar Kurulu, 23 Aralık 2009 tarihinde yaptığı toplantıda, sürekli eylem kararı almış, bu çerçevede eylemlerin ilk adımları hayata geçirilmiştir. Türk-İş Başkanlar Kurulu, başarılı geçen eylemlerimiz için teşkilatımıza ve bize destek veren emek ve meslek örgütleri, siyasi partiler ile yazılı ve görsel medyaya teşekkür etmektedir. Eylemlerimiz 8 ocak, 15 ocak, 22 ocak tarihlerinde 'çalışmama hakkımızı kullanarak' ve AK Parti il binaları önündeki kitlesel basın toplantılarımızla sürecektir. Türk-İş Başkanlar Kurulu, Türk-İş Yönetim Kurulu'nun belirleyeceği tarih ve yerlerde diğer emek ve meslek örgütlerinin de davet edilmesiyle geniş katılımlı bir dizi miting düzenlenmesine karar vermiştir.''

Memura asgari ücret zammı

Asgari Ücret Tespit Komisyonunun belirlediği yeni asgari ücret, işçi ve memurun aylık maaşında asgari geçim indirimi yoluyla 4,73 lira ile 8,03 lira arasında artış sağlayacak. 1 Ocak'ta yürürlüğe girecek 729 liralık yeni brüt asgari ücret, asgari geçim indirimi rakamlarını da değiştirecek.

Sanayi kesiminde çalışan 16 yaşından büyük işçiler için uygulanan brüt asgari ücret üzerinden hesaplanan asgari geçim indirimindeki en az tutar, yılbaşından sonra, 49,95 liradan 54,68 liraya yükselecek. Bu şekilde bekar bir işçi ya da memurun ücretinden yeni yılda her ay 4,73 lira daha az vergi kesilecek ve söz konusu memur ve işçi ücretinde katsayı ya da yeni yıl zammı dışında, bu tutarda bir iyileşme sağlanmış olacak. Evli ve eşi çalışmayan bir işçi ya da memurun asgari geçim indirim tutarı da 59,94 liradan 65,61 liraya çıkacak. Yeni asgari ücret, bu durumdaki bir ücretliye de aylık 5,67 lira asgari geçim indirimi zammı olarak yansıyacak.

1 çocuklu işçi veya memurun asgari geçim indirimi tutarı da 67,43 lira yerine 73,81 lira olacak. Söz konusu rakam, 2 çocuklular için 74,93 liradan 82,01 liraya, 3 çocuklular için 79,92 liradan 87,48 liraya, 4 çocuklular için de 84,92 liradan 92,95 liraya yükselecek. Bu durumda 1 çocuklu ücretliler 6,38 lira, 2 çocuklular 7,08 lira, 3 çocuklular 7,56 lira, 4 çocuklular da 8,03 lira daha az gelir vergisi ödeyecek.

Böylece, çocuk sayısına göre, çalışanların maaşlarına da 6,38 lira ile 8,03 lira arasında artış meydana gelecek.

NASIL HESAPLANIYOR?
Asgari geçim indirimi takvim yılı başından geçerli olan ve sanayi kesiminde çalışan 16 yaşından büyük işçiler için uygulanan brüt asgari ücret üzerinden hesaplanıyor. Hesaplamada, mükellefin kendisi için asgari ücretin yüzde 50'si, çalışmayan ve herhangi bir geliri olmayan eş için yüzde 10'u, çocukların her biri için ayrı ayrı olmak üzere ilk iki çocuk için yüzde 7,5'i diğer çocuklular için de yüzde 5'i dikkate alınıyor. Bu şekilde belirlenen tutar, gelir vergisinin ilk dilimine uygulanan yüzde 15'lik oran ile çarpılıyor. Bulunan tutar da her ay ücret üzerinden ödenen gelir vergisinden mahsup ediliyor. Asgari geçim indiriminde emekli maaşı alanlar da çalışmayan ve herhangi bir geliri olmayan eş olarak kabul ediliyor. Eşlerin her ikisinin de ücretli olması halinde çocuklar, sosyal güvenlik yönünden tabi oldukları eşin bildirimine dahil oluyor. Boşananların indirim tutarının hesabında da nafaka sağlanan çocuk sayısına bakılıyor. Çalışanların asgari geçim indiriminin hesabında Ocak-Haziran döneminde uygulanan 666 liralık brüt asgari ücret baz alınmıştı. Asgari geçim indiriminde yılın ikinci yarısındaki asgari ücret zammı hesaba dahil edilmiyor. Bu çerçevede 2010 yılında da çalışanların asgari geçim indirimi 729 liralık brüt asgari ücret üzerinden hesaplanacak. Bu çerçevede 2010 yılında da çalışanların asgari geçim indirimi 729 liralık brüt asgari ücret üzerinden hesaplanacak. 2009 yılında uygulanan ve yeni asgari ücrete bağlı olarak 2010'da uygulanacak aylık asgari geçim indirimi tutarları şöyle:

Çalışanların Durumu: 2009 - 2010
Bekar: 49,95 54,68
Evli Eşi Çalışmıyor: 59,94 65,611
Çocuklu: 67,43 73,81 2
Çocuklu: 74,93 82,013
Çocuklu: 79,92 87,484
Çocuklu: 84,92 92,95

Diyarbakır'da olaylı gösteri

DİYARBAKIR - PKK'nın sivil uzantısı KCK yapılanmasına yönelik bir süredir sürdürülen operasyon ile ilgili Bağlar ilçesi 5 Nisan Mahallesinde Barış ve Demokrasi Partisi'nce (BDP) basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasını okuyan BDP Diyarbakır Milletvekili Gültan Kışanak, belediye başkanlarına yapılan uygulamanın kabul edilemeyeceğini belirterek, serbest bırakılmasını istedi. Açıklamanın ardından bir grup izinsiz yürüyüş yapmak istedi. Lezgin Avcı Caddesinde barikat kurup ateş yakan grup, polisin uyarısına rağmen dağılmadı. Daha sonra bazı kişiler panzer ve polise taş, molotof kokteyli ve havai fişekler attı. Polis biber gazı ve tazyikli suyla müdahalede bulunarak grubu dağıttı. Grup ara sokaklara kaçtı.

Bu arada, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının PKK'nın sivil oluşumu KCK'ya yönelik yürüttüğü soruşturma kapsamında 23 kişinin tutuklanmasını protesto eden Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ile Sur ve Kayapınar Belediyesi binalarına siyah bez asıldı. Mardin'in Nusaybin ilçesinde de KCK operasyonunu protesto etmek amacıyla, bir grup esnaf kepenk açmadı.

Gül: TSK'ya haksız yaklaşımlar beni rahatsız ediyor

Cumhurbaşkanı Gül, verdiği resepsiyonda son günlerde gündemi meşgul eden suikast iddialarına değindi.

Abdullah Gül, son günlerde özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile ilgili ''tasvip etmediği yazılar çıktığını'' ifade ederek, ''Kurumları haksız yere yıpratmayın'' dedi.
Gül, Türkiye'nin hukuk sisteminin gelişmiş ülkeler seviyesine getirildiğini de belirterek, ''Buna kendimizi adapte etmemiz lazım'' diye konuştu.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü'ndeki Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninin ardından verilen resepsiyona katıldı. Resepsiyonda başta sanatçılar olmak üzere konuklarla sohbet eden Gül, daha sonra gazetecilerin güncel konulara ilişkin sorularını cevaplandırdı. Gül, gazetecilerin, ''2010'dan itibaren Türkiye'nin normalleşmesi için ne yapılmalı?'' şeklindeki sorusuna şu karşılığı verdi: ''Her ülkenin meseleleri var... Ama Türkiye için esas gördüğüm şey Avrupa Birliği (AB) ile müzakerelerdir. AB ile katılım müzakeresi yapan bir ülkeyiz, yol haritamız belli. Biz demokratik standartlarımızı yükseltiyoruz. Hukukla ilgili, eğitimle ilgili, sağlıkla ilgili standartlarımızı yükseltiyoruz. Benim gördüğüm bir eski alışkanlıklarımız var, bir de bugünkü hukukumuz var. Bugünkü hukukumuzu kabullenmekte zorlanıyoruz. Bu Türkiye'nin adaptasyon sürecidir.''

''HUKUKUMUZA HERKES RİAYET EDECEK''
Cumhurbaşkanı Gül, Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı'ndaki arama ve bu kapsamdaki soruşturma sürecine ilişkin sorular üzerine şöyle konuştu: ''Devletin yatak odasına girildi', 'kozmik sırlar var' şeklinde değerlendirmeler yapılıyor. Ortada mevcut bir durum var, kanunlar var... 'Adaptasyon' derken bunu diyorum. Hukuk uygulanıyor. Hukukumuza herkes riayet edecek. Beni rahatsız eden, konuşurken, yazarken üslup kaçırılıyor. Özellikle TSK ile ilgili tasvip etmediğim yazılar çıkıyor. Sanki 'Diyarbakır Emniyet Müdürünü biz vurdurmuşuz' gibi... TSK'ya lüzumsuz, haksız yakıştırmalar yapılıyor; ölçüsüz ve rahatsız edici değerlendirmeler yapılıyor. Bunlar yanlış şeyler. Diğer taraftan hukuk uygulanıyor. Sanki kanunun uygulanmasından rahatsızlık duyuluyor gibi oluyor. Bizim hukuk sistemimiz gelişmiş ülkeler seviyesine getiriliyor. Buna kendimizi adapte etmemiz lazım. Her kurumun içinde yanlış yapanlar çıkar. Kurumları haksız yere yıpratmayın. TSK, emniyet ve istihbaratı haksız yere yıpratmayın. Bunlar yanlış şeyler.''

Sanat dünyasından TEKEL işçilerine destek

Sanatçılar Yavuz Bingöl ve Saadet Işıl Aksoy TEKEL işçilerine destek ziyaretinde bulundu. Yavuz Bingöl ''sıkıntılarına ortak olmak ve direnişlerine destek vermek için geldiklerini'' dile getirdi.

Ankara'da Türk-İş Genel Merkezi önünde eylemlerini sürdüren TEKEL işçilerine, demokratik kitle örgütlerinin destek ziyaretleri sürüyor.

Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Diş Hekimleri Derneği ve Sağlık Emekçileri Sendikası yetkililerinden oluşan bir heyet, işçileri ziyaret etti. TTB Genel Sekreteri Eriş Bilaloğlu, burada yaptığı konuşmada bugün sağlık alanındaki sivil toplum kuruluşlarının yetkilileri olarak 2009 yılında sağlık alanında yaşanan gelişmeleri değerlendirmek üzere bir araya geldiklerini söyledi. Sağlık sorunlarını değerlendirdikten sonra TEKEL işçilerine destek vermek amacıyla Türk-İş Genel Merkezi'ne geldiklerini belirten Bilaloğlu, kendi mücadelelerinin anlamlı olması için TEKEL işçilerinin yanında olmaları gerektiğini kaydetti.

CHP'LİLERDEN ZİYARET
CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, destek ziyaretinde bulunduğu TEKEL işçilerine ''Tüm Türkiye arkanızda. Bu mücadele, Türkiye'nin simge bir mücadelesi oldu'' dedi. Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık, CHP Ankara İl Başkanı Ali Yıldız'ın da aralarında bulunduğu bir grup CHP'li, Türk-İş Genel Merkezi önünde eylemlerini sürdüren TEKEL işçilerini ziyaret etti.

Okay, burada yaptığı konuşmada, TEKEL işçilerinin mücadele kararlılığının 15 günü aşkın süredir devam ettiğini söyledi. TEKEL işçilerinin kara kışta emek ve hak mücadelesi için Ankara'ya geldiğini belirten Okay, ''Sizin bu mücadelenize karşın siyasi iktidar 'Biz bunları püskürtürüz. Ankara'ya sokmayız' dedi. Ama siz Abdi İpekçi'de bir aradaydınız. Yüzünüze biber gazı sıktılar, copla saldırdılar. Ama siz dimdik ayaktasınız'' diye konuştu.

TEKEL işçilerinin mücadelesinin tüm Türkiye'ye örnek olduğunu ifade eden Okay, bütün Türkiye'nin TEKEL işçilerinden bahsettiğini söyledi. Okay, ''Yetimlerin hakkını kimlerin yediğini en iyi TEKEL işçisi biliyor. TEKEL'in fabrikalarının içki bölümlerini satıp nasıl milyonları çarçur ettiklerini, tütünü satıp nasıl milyar dolarları çarçur ettiklerini en iyi tekel işçisi biliyor'' dedi. İçinde bulunulan Muharrem ayında yurdun dört bir yanından TEKEL işçilerinin Ankara'ya geldiğini belirten Okay, ''Siz zulmedenlere, zalimlere karşı bu kararlı mücadelenizi sürdürüyorsunuz'' ifadesini kullandı.

Okay, bir işçinin ''Buraya gelemeyen vekiller nerede?'' diye sorması üzerine,''Gelecek yüzleri mi var? Nasıl gelsinler buraya?'' karşılığını verdi.

CHP'nin, mücadelelerinde sonuna kadar işçilerle beraber olduklarını söyleyen Okay, işçiler ne bedel ödeyeceklerse kendilerinin de o bedeli ödemeye hazır olduklarını ifade etti. ''Tüm Türkiye arkanızda. Bu mücadele, Türkiye'nin simge bir mücadelesi oldu'' diyen Okay, ''Bir direniş kararlılığı oldu. ülkede ilk defa işçi kesim böyle dimdik ayakta duruyor. Bunun için tekel işçilerinin aynı bir özelliği var'' diye konuştu.

AŞURE DAĞITILDI
Muharrem ayının geleneksel yiyeceği aşurenin pek çok malzemeden oluştuğunu anlatan Okay, ''Hepsi bir araya gelince başka bir tat oluyor. O, işte bir birlik, bir beraberlik, işte bir açılım...'' değerlendirmesinde bulundu. Okay, konuşmasının ardından gazetecilerin, Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı'ndaki aramalara ilişkin bir sorusu üzerine, devam eden bir süreçle ilgili yorum yapmanın yanlış olacağını söyledi. Daha sonra Yenimahalle Belediye Başkanı Yaşar, işçilere aşure dağıttı.

Öte yandan, lise ve üniversite öğrencilerinden oluşan bir grup ile Emekli-Sen'e üye bir heyet de işçileri ziyaret etti. İşçilere destek ziyaretinde bulunan merhum Başbakan Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit, verilen hakların geri alınamayacağını belirterek, işçilere mücadeleye devam etmeleri çağrısında bulundu. Ecevit, verdiği desteğin simgesi olarak bir mum yaktı.

2010 zam, yoksulluk ve soygun getirecek

Tüketiceler Derneği Federasyonu (TÜDEF) Genel Başkanı Ali Çetin, her yeni yılın tüketiciler açısından zam, zulüm ve soygun getirdiğini, bu yılda da sorunların katmerleşerek devam edeceğini belirtti. Tüketiceler Derneği Federasyonu (TÜDEF) Genel Başkanı Ali Çetin, her yeni yılın tüketiciler açısından zam, zulüm ve soygun getirdiğini, bu yılda da sorunların katmerleşerek devam edeceğini belirtti. Çözümün, güçlerin birleştirilmesi olduğunu belirten Çetin, “Zulme ve yoksulluğa hayır deme zamanıdır” dedi.Çetin, 2009 yılında TÜDEF olarak köprü ve otoyolların özelleştirilmesi, Ankara’da toplu taşım zammı, menkul kıymet gelirlerinde yabancılara sıfır vergi uygulaması konularında açtıkları iptal davalarını kazandıklarını belirtti. Akaryakıt, su, ilaç katkı payı, gıda maddeleri, değerli kağıt giderleri, elektrik gibi yüzlerce kaleme 2009 yılı içinde yapılan zamları hatırlatan Çetin, ücret artışlarının ise yüzde 0-3.5 arasında kaldığını söyledi. Çetin, 2010 yılı içinde yapılacak olan KDV’de yüzde 19 ve ÖTV’de yüzde 31.6 artışın her türlü mal ve hizmete zam demek olduğunu vurguladı. Bütçede, vergi gelirlerinde tüketim vergilerinin oranının yüzde 79 olarak belirtilmesinin, iğneden ipliğe zam demek olduğunu vurgulayan Çetin, iktidarın 2010 yılında zam ve sadaka politikasını sürdüreceğini belirtti. Sağlıkta dönüşüm adı verilen projenin, “Sağlıkta Soygun” projesine dönüştüğünü belirten Çetin, özel hastane katkı paylarının yüzde 70’e çıkarıldığını hatırlattı. Eczanelerin yok edilmek istendiğini kaydeden Çetin, “drug stor” adı verilen zincir eczanelerin sahibinin ABD’li AIG şirketi ile ortaklık kuran Cüneyt Zapsu olduğunu kamuoyunun bildiğini belirterek, “Eczaneler yok edilerek, boş alan yandaşlara açılmaya çalışılıyor” dedi.

Örgütsüz tüketicinin köle olduğunu belirten Çetin, “Köle olmamak için başlarımızı kaldırmamız zulme ve yoksulluğa hayır dememiz gerekiyor” dedi. Çetin, 2010 yılında zarar gören herkesin birleşmesi ve örgütlenmesinin zam, zulüm ve soygundan kurtulmanın tek yöntemi olduğunu vurguladı.

ZAM ZAM ZAM...
Çetin, 2010 yılı henüz başlarken zamların yüzde oranlarını şöyle sıraladı:* Petrol ve doğal gaz ürünleri 26.25* Tütün mamulleri 41.54* Tapu harçları 23.58* Kamudan alınacak her türlü hizmet 28.68* Değerli kağıt 31.9* Yol tünel köprü 53.8* KİT hizmetleri 53.26* Emlak vergileri 25 ila 250 arası* Doğal gaz 15* Ankara’da ulaşım 35* İstanbul’da ulaşım 25* Elektrik 2.75* Özel okullar kurslar 25* Ekmek-öngörülen 15

Spor-Sen kuruluşunu duyurdu

Türkiye'de sporcular artık örgütleniyor. Türkiye Spor Emekçileri Sendikası (Spor-Sen), kuruluşunu yaptığı basın açıklamasıyla duyurdu. Spor-Sen, sporun bir iş kolu, sporcunun da emekçi olduğunu belirtti.

Türkiye Spor Emekçileri Sendikası, İstanbul Tabip Odası'nda düzenlediği basın toplantısında kuruluşunu duyurdu. Yıllarca muhalif kimliğiyle futbolda sendika mücadelesi veren Metin Kurt basın bildirgesini okudu.

Sol düşüncenin, sporda bir türlü mücadele stratejisi ve taktiği yaratamadığını belirten Kurt, "İşçi sınıfı, hak ve özgürlükler savaşımını spor arenalarında da vermek istiyorsa, öncelikle bu alanı içten kavramalıdır. Unutulmamalıdır ki, spor gerçeğine giden yol, spordaki sonuçları tartışmaktan, yorumlamaktan değil sporu sorgulamaktan geçmektedir" dedi.

Özel sektörden, kamu kesimine kadar geniş bir yelpazede desteklenen 'spor'un Türkiye'de de başka çok az ülkede olduğu gibi politikanın içene çekildiğine işaret eden Metin Kurt, başta yerel yönetimler olmak üzere özel sektörler dahil hepsinin doğrudan politik olarak var olduklarını belirtti. Kurt, şöyle konuştu: "Türkiye'deki sermaye kuruluşları sosyal hizmet görüntüsü altında aslında bol bol reklamlarını yapmakta ve sporun artık dillere pelesenk olan apolitizasyon sürecini destekleme işlevini öne çıkartmaktadırlar. Onca sosyal hizmet alanı dururken spora yapılan yatırımlar büyük sermaye açısından rasyoneldir."

Sol, spor için ayağa kalkmalı
12 Eylül darbesi ile birlikte futbolda oluşturmak istedikleri örgütlülüğün kesintiye uğradığını ifade eden Kurt, "Şimdi bu alana gecikmeden gerekli önem ve ilgiyi yükseltmek, örgütsel pratikleri hayata geçirmek zamanıdır. Sol artık sözünü ettiğimiz ilkeler doğrultusunda sessizliğini bozmalı, ayağa kakmalı sporda da göreve balamalıdır" diye konuştu.

Metin Kurt, spor emekçilerinin haklarının güvence altına alınması için Spor İş Yasası olması gerektiğini belirtti. Metin Kurt, Spor-Sen olarak amaçlarını şu şekilde açıkladı: "Kurulmamış spor yapılarında çalışan emekçilerin ekonomik, demokratik ve sosyal haklarını savunmak, geliştirmek ve güvence altına almak doğrultusunda, Spor İş Yasası'nın çıkartılmasının sağlanması hedefiyle, uluslararası işçi sınıfının bir parçası olarak tüm gücüyle mücadele etmeyi temel amaç ilan eder."

Ünlü futbolcu Metin Kurt, şuan herhangi bir federasyona bağlı olmadıklarını belirtti ancak DİSK'e bağlanabileceklerinin sinyalini verdi. Kurt, yardımlarından dolayı DİSK'e teşekkür etti.
DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün ise on binlerce spor işçisinin hep bu gündemin dışında kaldığını hatırlatarak, bu açıdan Spor-Sen'in işçi sınıfının yeşil sahalardaki temsilcisi olacağını söyledi. Görgün, desteklerinin sonuna kadar süreceğini belirtti. Spor-Sen'in temel ilkelerinden bazıları şöyle;

1.Uluslararası alanda barış ve karşılıklı eşit haklı çıkarlara dayalı, kaba kuvvetin dışlandığı ilişkilerin kurulması ve geliştirilmesi,

2.Ülke toplumsal yaşamının her alanında hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, temel hak ve özgürlüklere ve çağdaş demokratik ilkelere tam uyumun sağlanması,

3.İşçilerin ekonomik ve sosyal hakları ve çalışma koşullarının geliştirilmesi,

4.Spor, sosyal alan içinde bir eylem biçimi olarak ele alınmalıdır. Sporcularda bu sosyal alanın içinde değerlendirilmelidir.

5.Çalışma (emek) ile spor karşılaştırıldığında sporun bir iş kolu, sporcunun da emekçi olduğunun gerçeği ortaya çıkmaktadır. Oyun amacı kendinde olan, dış bir amaca hizmet etmeyen bir eylem biçimidir. Çalışma (iş)yaşamımızı devam ettirmek için sürdürülmesi gereken sürekli bir çabadır.

6.Özel olarak kadın, genç ve çocuk spor işçilerinin sorunlarıyla ilgili bilimsel araştırmalar yapar, yaptırır, geçmişte bu amaca yönelik yapılmış araştırmalardan yararlanır, ayrıca bu amaçları geliştirmek için; araştırma enstitüsü ve buna benzer birimler, mesleki dallarda işlikler kurar.

Yapılan araştırmaların sonuçlarına göre gerekli çözümler üretilir. Bu doğrultuda çalışarak, yetkili merciler ve kamuoyu nezdinde gerekli girişimlerde bulunur. Özellikle kadın sporcuların sendikal mücadelede yer almaları için gerekli hür türlü düzenlemeleri ve kolaylığı kadın sporculara sağlar.

2009 dünya panoraması

2009, kapitalist dünyanın küresel ekonomik krizi, işgaller, direnişler, doğal afetler ve skandallarla geride kaldı. İşte, özetle 2009 yılı dünyası...

Siyonist İsrail'in Gazze'ye yönelik bombardımanları ile birlikte başlayan 2009, 2010'a dönüyor. Emperyalist işgaller, direnişler, doğal afetler ve skandallarla dolu bir yıl geride kaldı. Obama'ya verilen Nobel Barış Ödülü, Honduras'ta darbe, domuz gribi salgını, küresel sarsıntılar, Filistin gibi başlıklar dünya gündemine damga vurdu. İşte 2009'dan küresel bir panorama: 27 Aralık-18 Ocak: Siyonist İsrail ordusunun “Dökme Kurşun” adını verdiği işgal saldırısı, 27 Aralık’ta başladı. 22 gün boyunca devam etti. Saldırıda bin 400 kişi katledildi, binlerce Filistinli yaralandı.

20 Ocak: ABD'yi 8 yıl boyunca yöneten George W. Bush, Beyaz Saray'a veda etti. Barack Obama göreve başladı.

26 Şubat: Guatemala Devlet Başkanı Alvaro Colom, 1960 ile 1996 arasında iç savaş sırasında ordu ve milislerin işlediği “soykırım” suçları için özür diledi. Sonraki aylarda Peru hükümeti yerlilerinden ve Avustralya da aborjinlerden özür diledi.

3 Mart: Mart'ın ilk günlerinde başlayan Tamil katliamı haftalarca sürdü. On binlerce Tamilli dünyanın gözleri önünde katledildi.

12 Mart: ABD'nin eski Başkanı George Bush'a Bağdat'taki basın toplantısı sırasında ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi, 3 yıl hapis cezasına mahkum edildi.

27 Mart: ABD Başkanı Barack Obama, yeni Afganistan stratejisini açıkladı. İlk hedeflerinin “Afganistan ve Pakistan'da El Kaide'yi dağıtmak ve yenilgiye uğratmak” olduğunu söyledi.

10 Nisan: Barack Obama, Irak ve Afganistan savaşları için 83,4 milyar dolarlık ek bütçe istedi.

24 Nisan: Dünya Sağlık Örgütü, Meksika'da domuz gribi salgınında 71 kişinin öldüğünü duyurdu. Nisan sonunda başlayan salgın, dünyaya yayıldı. 2009'da domuz gribinden ölenlerin sayısı 10 bini aştı.

-Birleşmiş Milletler, Sri Lanka devletinin düzenlediği kanlı saldırılarda, 3 ayda yaklaşık 6 bin 500 Tamil'i öldürdüğünü açıkladı.

1 Mayıs: Avrupa'dan Latin Amerika'ya, Asya'dan Afrika'ya, milyonlarca işçi ve emekçi, 1 Mayıs İşçi Bayramı dolayısıyla sokaklara çıktı, insanca bir yaşam talebini dile getirdi.

22 Mayıs: Amerikan Senatosu, Başkan Barack Obama'nın, Guantanamo cezaevinin kapatılması için istediği finansmanı reddetti. Irak ve Afganistan için 91,3 milyar dolar ek bütçe açıkladı.
12 Haziran: İran’da 10. kez cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad kazandı.

16 Haziran: İran'da hileli olduğu belirtilen seçimi kaybeden Mir Hüseyin Musavi'nin taraftarları Tahran’da büyük bir gösteri düzenledi. Bu, reformcu güçlerin ilk büyük eylemleri oldu. Çoğu gösteriye polis tarafından ateş açıldı. 1 hafta içinde ölenlerin sayısı resmi rakamlarda 21, yerel kaynaklara göre ise 150 olarak açıklandı.

- BM Güvenlik Konseyi, Kuzey Kore'ye yeni ve sert yaptırımlar getiren kararı oy birliğiyle kabul etti.

28 Haziran: Honduras'da ordu darbe gerçekleştirerek halkçı Devlet Başkanı Manuel Zelaya'nın görevine son verdi. Halk, demokratik yollarla seçtikleri Başkanları için aylarca sokaklarda eylem yaptı.

2 Temmuz: Uluslararası Af Örgütü, “İsrail güçlerinin Gazze Şeridi'ne yönelik saldırısında yüzlerce Filistinli sivili öldürdüğünü, binlerce evi yıktığını, bunların savaş suçu olduğunu” belirtti.
5 Temmuz: Çin’in Urumçi bölgesinde Uygur Türk’lerine yönelik saldırı üzerine eylemler başladı. Eylemciler üzerine ateş açıldı. Çatışmalarda 1 hafta içinde en az 184 kişi öldü. 1500’den fazla kişi tutuklandı, idam cezaları verilmeye devam ediliyor.

5 Eylül: İngiltere'nin başkenti Londra'da bir araya gelen G-20 ülkeleri maliye bakanları, ortak bildiri yayımladı. Küresel ekonomiyi ayağa kaldırmak için canlandırma önlemlerini sürdürme sözü verdi. Ekonomik krizin konuşulduğu toplantılar antiemperyalistlerin gösterilerine sahne oldu.

15 Eylül: Eski ABD Başkanı Bush'a ayakkabı fırlattığı için hüküm giyen Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi, 9 aylık hapis hayatının ardından serbest bırakıldı. Zeydi “Ben özgürüm ama ülkem hala esir” dedi.

21 Eylül: Honduras'ta darbeyle ülkesinden uzaklaştırılan devrik Devlet Başkanı Manuel Zelaya, gizlice ülkesine dönerek Brezilya Büyükelçiliği'ne sığındı.

25 Eylül: ABD'nin Pittsburg şehrinde yapılan G-20 zirvesinde, küresel ekonomik dengesizliklerin giderilmesi için önlem alınması konusunda mutabakat sağlandı. Küresel kapitalizm karşıtları krizin yükünü ödemeyeceğiz diyerek eylemler gerçekleştirdi.

27-29 Eylül: Filipinler'de Ketsana tropik fırtınasının neden olduğu, ülkede son 40 yılın en büyük sel felaketi nedeniyle onlarca kişi öldü. Sonraki günlerde Vietnam'ın orta kesimlerini vuran Ketsana kasırgasında 33 kişi hayatını kaybetti, Samoa adaları, Tonga ve Sumatra'da yaşanan depremler nedeniyle can kaybı 240'a yükseldi.

29 Eylül: Gine'de darbeci Musa Dadis'in Ocak 2010'da yapılacak seçimlerde ülke yönetiminin başına geçeceğini açıklamasının ardından sokaklara çıkan halkın üzerine ateş açıldı. 157 kişi öldü. Yüzlerce kadın ve kız çocuğu sokak ortasında tecavüze uğradı.

4 Ekim: Yunanistan'da eski Başbakanı Kostas Karamanlis'in “Ekonomik krizi yönetmem için halktan alacağım yetkiye ihtiyaç var” diyerek ilan ettiği erken seçimler gerçekleşti. Seçimlerde Yorgo Papandreu'nun genel başkanı olduğu PASOK birinci parti olarak çıktı.

- Latin Amerika'nın popüler şarkıcısı Arjantinli Mercedes Sosa, 74 yaşında hayatını kaybetti.

6-7 Ekim: IMF ve Dünya Bankası toplantısı İstanbul'da gerçekleştirildi. Antiemperyalistler, toplantılardan bir hafta öncesinden başlayarak sokaklara çıktı. Kapitalizm temsilcilerine karşı seslerini yükselttiler.

9 Ekim: 2009 Nobel Barış ödülüne ABD Başkanı Barack Obama'nın layık görüldüğü açıklandı.
16 Ekim: BM İnsan Hakları Konseyi, hem İsrail, hem de Filistinli Hamas örgütünü, Aralık-Ocak aylarındaki çatışmada savaş suçu işlemekle itham eden Goldstone raporunu onayladı.

16-18 Kasım: Dünyada bir milyar aç varken, İtalya'nın başkenti Roma'da Dünya Gıda zirvesi gerçekleştirildi.

23 Kasım: Filipinler'in güneyindeki Maguindanao eyaletinde, bir seçim konvoyuna düzenlenen saldırıda 30'u gazeteci 57 kişi öldürüldü. 2009 yılında öldürülen gazeteci sayısı 69'a yükseldi.

26 Kasım: Dış borcu 100 milyar doları bulan Dubai Emirliği, kontrol ettiği büyük holdingler Dubai World ve Nakheel için altı aylık borç erteleme istedi.

2 Aralık: ABD Başkanı Barack Obama, yeni işgal politikalarını açıkladı, Afganistan'a 30 bin ek asker gönderilmesi talimatı verdi.

7 Aralık: Küresel ısınma, iklim değişikliği konusunda yaklaşık 2 hafta sürecek müzakerelerin yapılacağı Birleşmiş Milletler iklim konferansı 192 ülkenin katılımıyla Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da başladı. Kopenhag'da, 67 ülkeden 516 çevre örgütünün organize ettiği protesto gösterilerine, 50 binin üzerinde gösterici katıldı.

10 Aralık: ABD Başkanı Barack Obama, Norveç'in başkenti Oslo'da 2009 Nobel Barış Ödülünü aldı.

-Yunanistan yönetimi, ülkenin ekonomik kriz nedeniyle iflasla karşı karşıya olduğunu açıkladı.

Kontrgerillanın Anayasası: ST 31-15

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik yapılmak istendiği ileri sürülen suikastın ardından Türkiye’nin gündemine oturan Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndaki arama 1964 tarihli Sahra Talimnamesi’ni (ST 31-15) tekrar gündeme getirdi.

ST 31-15 Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde yenilenerek yeniden yürürlüğe konuldu.Türkiye, kuruluşundan bu yana askeri ve sivil yapı olarak iki türlü yönetim olarak kurgulandı. Sivil yapı her zaman askeri yapının gölgesinde kaldı. Bu nedenle askeri ihaleler, askeri bütçeler, askeri yargı konuları denetim dışı bırakıldı. Ergenekon operasyonuyla birlikte ilk kez emekle generallerin tutuklanması bir tabuyu yıktı. Ancak bugüne kadar yapılan en büyük adım Özel Harp Dairesi’ne yönelik soruşturmaydı. Bu soruşturmayla ilk kez derin devletin kalbine inildi fakat Türkiye'nin kirli geçmişiyle yüzleşmeye ve demokratikleşmeye hazır görünmediği için soruşturmadan ciddi sonuçların çıkacağı beklenmiyor.“Kozmik oda” olarak tabir edilen komutanlığın arşivindeki belgeler herkes için merak konusu. Burada yer alan belgelerin, devletin yıllar boyu gerçekleştirdiği, özellikle de Kürdistan’da uygulanan kirli savaşın gizli kalmış belgeleri olduğu tahmin edilirken en önemli unsur ise Kontrgerilla yapılanması...

Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde yenilenerek yeniden yürürlüğe konulan Sahra Talimnamesi kontrgerilla yapılanmasının Anayasası niteliğinde. ANF 13 Haziran 2007’de bu Anayasa’yı yayınladığında kamuoyu henüz Ergenekon adı verilen yapılanmadan bihaberdi. İşte ANF’nin de iki yıl önce yayınladığı Sahra Talimnamesi ile ilgili haberimizden bazı detaylar:

KONTRGERİLLA’NIN EL KİTABI: SAHRA TALİMNAMESİ ST 31-15
Sahra Talimnamesi 31-15, ilk kez Orgeneral Ali Keskiner imzasıyla 25 Mayıs 1964 gün ve OPS: 1708-74-64 Mr. Ta.Krl. sayılı Kara Kuvvetleri Komutanlığı emriyle yürürlüğe girmişti. Genelkurmay Başkanı olup olmayacağı uzun süre tartışılan Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın TSK’da iktidarı ele almasıyla yenilenen talimname, resmi ve yasal ordu kuvvetlerine paralel yapılanmaların hangi iç hukuka dayanarak ayakta durduklarını da açıklıyor. Çünkü ST 31-15, “Gayri nizami kuvvet anlayışına taraftar olan, Silahlı Kuvvetler eski mensuplarıyla gayrı nizami kuvvet teşkiline muktedir kuvvetli şahsiyetler ve bunların faaliyetleri üzerinde durulmasını” öngörüyor. Buna göre resmi asker ve resmi olmayan kudret sahibi militer güçlerin kuracakları çeteler, “Barış döneminde savaş halinin varlığını kabul ettirmek yolunda” girişimlerde bulunacaklar.

Talimname kapsamındaki bu örgütler, “Sivil bir örgütlenme şeklinde idari taksimata uygun hücre tipi örgütlenilmesini; tedhiş (korkutma, dehşet salma), sabotaj, gizli haber alma” yöntemlerini benimsiyorlar ve “silahlı soygunları” bu yolda bir finansman yöntemi olarak görebilirler. Bu şekilde Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra Talimnamesi, yani ST 31-15, “köylere kadar” örgütlenmeyi temel alıyor.

TALİMNAMENİN SERÜVENİ
Amerikan Özel Harekat Birlikleri’ne ait FM (Field Manual) 31-15 talimnamesinin Türkçeye çevrilip yürürlüğe sokulmuş hali olan Talimname, Ziverbey Köşkü etrafında başlayan Kontrgerilla tartışmaları sonrası ortaya çıkmıştı. Bu dönemde, talimname çerçevesindeki yapılanmanın NATO çerçevesindeki resmi yönü gözler önüne serilmişti. ST 31-15’in Ergenekon, Atabeyler, Sauna tipi oluşumlar, kuvvacı örgütlenmeler ve çevresindeki olaylarla yeniden canlandırıldığına dikkat çekiliyor. Talimnamenin önerdiği yöntemler ve verdiği haklar ile bu örgütlenmeler arasındaki paralellikler de bu tezi doğruluyor.

ABD’DEN ALINAN TALİMNAME ÖLDÜRME YETKİSİ VERİYOR
İsmini açıklamayan Emniyet eski İstihbarat üst düzey yetkililerinden birinin iddialarına göre Sahra Talimnamesi, daha Orgeneral Hilmi Özkök döneminde yükselen “vatan elden gidiyor” dalgasıyla gündeme geldi. Özel Harp Dairesi’nin kurucusu Kemal Yamak Paşa’nın kaleme aldığı anılarını hatırlatan yetkili, Sahra Talimnamesi’nin Amerika’dan alınışı ve yanlış tercüme edilip, yanlış uygulanışıyla ilgili şu çarpıcı noktalara dikkat çekiyor: “Sahra Talimnamesi bazı birimlere adam öldürme yetkisi veriyor. Devletin sirayet edemediği bazı ünitelerin bu konuda kritik bir önemi var. Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın Amerika örnek alınarak kuruluşunun mimarı Kemal Yamak Paşa’dır. Ancak burada önemli sorunlar var. Birincisi, bu oluşumun dünyadaki tek örneği ABD’dir, ikincisi de ABD’nin o talimatnameyle kurduğu kuvvetler işgal edeceği topraklardaki ABD Özel Kuvvetleri’nin yapacağı işleri anlatıyor, Türkiye’de ise bu talimname Türk milletine uygulanıyor. Türkiye’de Özel Kuvvetler ve bunların arkasındaki yapılar birbirinden farklıdır.

Mevzuata göre Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın barış zamanında hiçbir faaliyetinin olmaması gerekir. Savaş halinde, diyelim ki Ankara düşman işgaline uğradı, özel kuvvetler Ankara’nın gerisine sızarak gerilla savaşı veren ve önceden de halktan seçtiği insanlarla bunu yapan bir birim olarak tasarlanmıştır. Demek ki Özel Kuvvetlerin barış zamanında halkla beraber yürüttüğü bir ilişki olmalıdır. Bu ilişkiler ve isimler gizlidir. Dikkat edilmesi gereken nokta: Özel Kuvvetler barış zamanında örgütlenir ve eğitim amaçlı faaliyetler yapabilir, bu faaliyetlerin de Komutanlığın bilgisi dahilinde olması gerekir. Oysa Atabeyler’de ne deniyordu? ‘Biz yaptığımız eylemleri eğitim amaçlı yaptık.’ Böyle bir yapı var. Bunlar, Sahra Talimnamesi’nin uygulanmasından kaynaklanıyor. Barış zamanı örgütleniyorlar. Bu örgütlenmeler içinde bir takım yasa dışı kullanımlar olmuş mudur olmamış mıdır? Olmuştur. Bu nettir. Bu çeteler ideolojiktir. Türkiye’deki 28 Şubat’tan sonraki gelişmelere bakarsanız bu açıkça görülecektir.”

HABERİ HAZIRLAYAN MUHABİR KAYBOLDU
Sahra Talimnamesi’nden Türkiye kamuoyu ilk kez 1973 yılında haberdar olmuştu. İlk kez Barış Gazetesi, “şiddetin kaynağı” olarak nitelediği talimnameyi yayınlayacağını okuyucularına duyurdu. Ancak bu duyuru bile Talimname konusunda derin devletin ne kadar hassas ve şiddet potansiyeli taşıdığını ortaya koydu. O kadar ki, haber daha yayımlanmadan haberi hazırlayan muhabir ortadan kayboldu ve kendisinden bir daha haber alınamadı. İki yıl sonra 1975’te, Ziverbey Köşkü işkencelerinden geçmiş olan emekli Yarbay Talat Turhan, talimnameyi yayınladı. Bu yayın, dünyada böyle bir talimnamenin ilk kez bu kadar açık ve ayrıntılı bir şekilde ortaya çıkması demekti. Yayın tüm Avrupa’da etkili oldu ve dünyanın önde gelen gazeteleri Talat Turhan’la röportajlar yaptılar. Dünya medyasının bu ilgisinin nedeni, Türkiye’de böyle bir skandal militer yapının deşifresinden ibaret değildi. NATO çerçevesinde, çok sayıda ülkede benzer gizli çete yapılar ya da “paralel ordular” bulunuyordu ve bu yayınlardan sonra peş peşe çeşitli ülkelerde benzer talimnameler ortaya çıktı. Günümüzde, NATO konseptinde Gladyo tartışma ve araştırmalarının temelini FM 30 tipi talimnameler oluşturuyor.

TÜRKİYE’DEKİ GİZLİ ORDU
Zürih’teki Federal Teknoloji Enstitü’ne bağlı Askeri Akademi’de (MILAK) görev yapan Dr. Daniele Ganser’in tüm dünyada dikkat çeken bilimsel çalışması “NATO’nun Gizli Orduları” kitabında, Türkiye’deki ST 31-15 Talimnamesine geniş yer veriliyor. Ganser, kitabındaki Türkiye bölümüne, “Türkiye’deki gizli ordu, Batı Avrupa’daki diğer tüm gölge ordulardan daha zorba bir tarihe sahip” cümlesiyle başlıyor. Ganser, FM 30 Talimnamelerine göre hareket eden gizli ordunun Türkiye’de halen faaliyette olduğunu şöyle anlatıyor: “Türk gizli ordusu kontrgerilla, NATO gölge orduları Batı Avrupa genelinde açığa çıkartıldıktan sonra da faaliyetini sürdürmeye devam etti.”

ECEVİT BİLE AKIL ERDİREMEDİ
Gladio yapılanmasına ilişkin 1992 yılında bir belgesel hazırlayan Gazeteci Can Dündar’a konuşan Bülent Ecevit, böyle bir yapının varlığını 1974’teki Başbakanlığı döneminde tesadüfen öğrendiğini açıkladı. 1974’te dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’ın, “acil bir ihtiyaç için Başbakanlığın örtülü ödeneğinden bir kaç milyon dolar istemesiyle“ başlayan bilgilendirme sürecini şöyle aktarıyor: “Bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. ‘Özel Harp Dairesi için istiyoruz’ yanıtı geldi.Öyle bir resmi dairenin, o zamana kadar adını bile duymamıştım. ‘Şimdiye kadar bu dairenin giderleri nereden karşılanıyordu?’ diye sordum. O zamana kadar bu dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD’nin karşıladığı bana bildirildi. Özel Harp Dairesi’nin nerede bulunduğunu sordum. ‘Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada’ yanıtını aldım...” Ecevit kendisine verilen brifingle daha ayrıntılı bilgiler edindiğini belirterek, şöyle devam ediyor: “Adları gizli tutulan bazı ’vatansever gönüllüler’ de sivil uzantı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gereğinde bu gönüllü sivil vatanseverlerin kullanmaları için de, Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu.”

İŞTE KAYNAĞI VE DAYANAKLARÖRGÜTLEME:ST 31–15
Talimnamesi sayfa 4, Madde 5, Fıkra B’de; “Büyük bir gayrı nizami kuvvet, kaide olarak biri açık faaliyet gösteren gerilla unsuru, diğeri gizli faaliyette bulunan yeraltı unsuru olmak üzere, iki müşekkel unsurdan terekküp eder” deniyor. Açık faaliyet gösteren unsurdan komando birlikleri kastediliyor. Gizli faaliyet gösteren yeraltı unsurunun ise “Hücre” şeklinde olduğu belirtiliyor. Hücreler sivil bir örgütlenme şeklinde idari taksimat biçiminde kuruluyor.

ETNİK AİDİYET İDEOLOJİSİ: Kuvayi Milliye Derneği’nden olaylı biçimde ayrılan eski Genel Başkan Yardımcısı Ali Özoğlu’nun Sabah Gazetesi’nde yer alan sözleri ise bu örgütlerin dayandığı etnik düşünceyi gözler önüne seriyordu: "Kuvayi Milliye Derneği'nde sekiz ay yer aldım, bir yıl önce de istifa ettim. Çünkü 'Türk anadan Türk babadan doğma diye' bir ayrım yapmak bu ülkenin değerleriyle bağdaşmaz. O albayı o derneğin başına kim getirdi, tüzüğünü kim hazırladı, bunlara bakmak lazım. Bu dernekler 10 yıllık bir hazırlığın sonucunda kuruldu” diyor. Bu konuda Talat Turhan Savunma adlı kitabında şöyle diyor: “Bu örgütlenmelerin bize göre sakıncası örgütlenme biçiminden kaynaklanmaktadır. Çünkü hücre tipinde örgütlenen örgütler, ülkenin düşman işgaline uğraması durumunda istihbarat görevi yanında tedhiş ve sabotaj da yapacaktır. Gayri nizami Savaş Doktrini’nde iç ve dış düşman birbirinden farksız sayıldığına göre, bu örgütlerin içe yönelik kullanılma olasılığı bulunmaktadır.” Turhan, bu durama örnek olarak 12 Mart öncesinde yaşananları gösteriyor.

KÖYLERE İNME VE PROPAGANDA: ST 31-15’te öngörülen “köylere kadar örgütlenme” ise Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi Genel Sekreteri Mesut Sezer’in Mersin’de Türkmen köylerini bir bir dolaşması çerçevesinde değerlendiriliyor. Sezer, bu propagandaları çerçevesinde şehrin PKK’nin eline geçtiğini söylüyor ve köylüleri İstiklal savaşı vermeye çağırıyordu. Sezer’in bu çalışmaları, bir video kaydıyla tespit edilerek ortaya çıkartılmıştı. Sezer, “İki sene sonra Mersin’e Türk şehri diyemeyeceksiniz. Bu bir İstiklal savaşıdır arkadaşlar” diyordu. Sezer’in Mersin’le ilgili bu kanıtsız değerlendirmeleri de yine ST 31-15’in “propaganda, yalan haber yayma ve tedhiş (korku salma)” maddesiyle örtüşüyor.

BARIŞ ZAMANI SAVAŞ HALİ: Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi Genel Sekreteri Mesut Sezer’in Türkmen köylerinde her fırsatta sözünü ettiği ‘İstiklal savaşının yeniden başladığı’ ise ST 31-15’in “Barış zamanı savaş hali yaratılması” şekliyle ifadesini buluyor. Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Başkanı Taner Ünal da "Atatürk'ün Gençliğe Hitabı'nı dikkate alarak yeniden İstiklal Savaşı'nı başlattık" sözleriyle aynı eksende açıklamalarda bulunmuştu.

KANUN ÖNÜNDE KORUNMA: Sahra Talimnamesi 10, Madde 9, Fıkra B’de: “Bir gayrı nizami kuvvetin yer altı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir” cümlesi yer alıyor. Sahra Talimnamesi doğrultusunda hareket eden personelin kanunlar önündeki bu durumunu Türk yargı sistemi ilk olarak 1978’de görmüştü. MHP ve Özel Harp Dairesi ilişkisini araştıran dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz, ilk kez “Kontrgerilla” kavramını resmi rapora sokmuş ancak bir suikasta kurban gitmişti. Katil zanlısı olarak İbrahim Çiftçi (1997’de MHP Genel Başkan adayı oldu) yakalanmış ve Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi 4 kez oy birliğiyle idam cezası vermişti. Çiftçi’nin Avukatı ise müvekkilinin durumunun “özel” olduğu üzerine savunmasını kurmuştu. İdam kararı 4 kez Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Sonunda yerel mahkeme, “Çiftçi’nin savcı Öz’ü taammüden öldürdüğü mahkememizce sabittir. Ancak hukuki zorunluluk nedeniyle Çiftçi’nin beraatına.” şeklinde karar vermek zorunda kaldı.

SİLAHLI SOYGUNLAR: Sahra Talimnamesi’nde açık ve gizli gayrı nizami faaliyetler; “Adam öldürme, bombalama, silâhlı soygunculuk, işkence, kötürüm bırakma, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber, zorbalık ve şantaj…” şeklinde sıralanıyor. Bu bölümde görülen “silahlı soygunlar” sözkonusu “hücrelerin” finansmanını sağlamak için öngörülüyor. Bu haliyle son 5 yılda yaşanan, uzun namlulu silahlar ve kar maskeleriyle caddelerin trafiğe kapatıldığı, gaz bombalarının kullanıldığı ve hiçbir delil bırakmadan bitirilen profesyonel işi kuyumcu soygunlarını akla getiriyor.

ÖRGÜTLENME EMEKLİ ASKERLERİ KULLANMA: ST 31-15 Talimnamesi’nde hücre biçiminde önerilen yapılanmaların kurulma şekline dair şu ifadeler yer alıyor: “Gayri nizami kuvvet politik anlayışına ve benzeri düşüncelerine taraftar olan, Silahlı Kuvvetler eski mensuplarıyla gayrı nizami kuvvet teşkiline muktedir kuvvetli şahsiyetler ve bunların faaliyetleri üzerinde durulması gerekir.” Bu durum Kuvvayi Milliye Derneği, Vatansever Kuvvetler Güçbirliği gibi derneklerin yönetim kademelerinde emekli askerlerin yoğun biçimde bulunmasıyla paralellik gösteriyor. Eski MGK Genel Sekreteri ve Ergenekon şüphelisi Tuncer Kılınç, çeşitli defalar yaptığı açıklamalarda bu derneklerin kurulması gerektiğini açıkça desteklemişti. Kimi emekli askerler ise bizzat bu derneklerin içinde yoğun biçimde yer aldılar. Yörük köylerinde propaganda yapan Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Platformu'nun onursal başkanlığını Emekli Korgeneral Hasan Kundakçı yaptı. Silah üzerine ölme öldürme yemini ettirilen kuvvacı dernekte Emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ da yer alıyordu. Başka bir Kuvvai Milliye Derneği'nin basın sözcüsü ise emekli Kurmay Albay Aziz Ergen. Sendikacı Mustafa Özbek'in 'Türkiyem Topluluğu'nun kurucuları arasında da emekli Tuğgeneral Alaettin Parmaksız, danışma kurulunda emekli Orgeneral Hurşit Tolon bulunuyordu.

ÇETELERLE İŞBİRLİĞİ: Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda görevli bordo bereli Pilot Yüzbaşı Murat Eren, Pilot Üstteğmen Yakup Yayla, aynı birimde görevli Astsubaylar Erkut Taş, Yasin Yaman, Çorum Emniyet Müdür Yardımcısı Cemal Hasan Özdeş, Merzifon Emniyet Müdürü Mustafa Raşit Çavdar, işadamları Yunis Akkaya, Suat Kiy, İsmail Binici, Başbakanlık Gümrük Muhafaza'da görevli Mehmet Karatepe’nin Atabeyler Çetesi’nin içinde olduğu savcılık iddianamesiyle belirtilmişti. Kendilerine özgü flama bile bastıran Atabeyler grubu yargılama süresince yaptıklarının “eğitim amaçlı” olduğunu vurguladılar. Krokiler, bomba eğitim düzenekleri ve ajandalardaki notlar Sahra Talimnamesi’nin öngördüğü sivil-asker karışımı hücre örgütlenmesinin yapması gereken faaliyetlerden biriydi. Öte yandan Emniyet eski İstihbarat Daire Başkanlarından yetkilinin talimnameyle ilgili olarak dikkat çektiği, “Barış zamanı sivil halkla kurulan örgütler ve yapılan eğitimler” de dikkatlerin son dönemde Özel Kuvvetler personeli ile işadamlarından oluşan ve eğitim CD’leri ve eğitim krokileriyle yakalanan iki gruba çekilmesine neden oluyor.

CEMİL ÇİÇEK HAKKINDA DOSYA
Genelkurmay Başkanlığı Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı Muhabere Arama Kurtarma timinde görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır ve Eski Emniyet Genel Müdür Vekili Ertuğrul Çakır’ın İşadamı Kasım Zengin’le paramiliter bir örgütlenme kurduğu ortaya çıkmıştı. Yüzbaşı Bozkır’ın askeri stratejik bilgileri içeren CD’leri Zengin’e verdiği tespit edildi. Söz konusu örgütlenmenin ST 31-15’te belirtilen şekilde istihbari faaliyette bulunduğu, kamu kurumları ve alışveriş merkezlerinin fotoğraflarını çektikleri, krokilerini çıkardıkları, bunları 68 CD’lik bir katalog halinde arşivlerinde tutukları belirlenmişti. Çetenin aynı zamanda Ankara birinci bölge milletvekillerini ve bu bölgeden seçilip bakan olmuş, -ki aralarında Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek’in de bulunduğu- 3 bakanı yakın takip ederek haklarında dosya tuttukları da ortaya çıkartılmıştı. Çete üyelerinin eylem yapmak için bombalı özel eğitimden geçtiği tespit edilmişti. Tüm bu eğitim, bilgi arşivi oluşturma işlemleri Sahra Talimnamesinde belirtilen şekle uyuyor.

SİVİL-ASKER KARIŞIMI HÜCRE ÖRGÜTLENMESİ
Bir diğer önemli çete ise Atabeyler Grubu idi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın evinin çevresinin krokileri ve bomba düzenekleri bulunan Ankara Eryaman’daki hücre tipi eve yapılan baskında ise başka bir örgütlenme ortaya çıkartıldı.

SON VAKA: BÜLENT ARINÇ SUİKASTI
İşte tüm dosya içeriğinde aktardığımız yapının dayandığı Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesindeki illegal yapılanma, bugünlerde Bülent Arınç’a yapılmak istendiği ileri sürülen suikast ile tekrardan gündeme geldi. Arınç’ın evinin önünde yakalanan iki rütbeli askerin Arınç’ın evini gözledikleri ve yanlarında evin krokisi olduğu belirtildi. Olayın medyada geniş çapta yer almasının ardından ordunun “gizli merkezi” olarak bilinen üste geniş çaplı arama gerçekleştirildi. Aramanın yoğunlaştığı “Kozmik oda”da geçmiş cinayetler ve bahsi geçen çok sayıda olaya ilişkin belgelerin ortaya çıkıp çıkmayacağı ise bilinmiyor.

PAPA SUİKASTİNDEN MARAŞ KATLİAMINA
Ancak 12 Eylül darbesi ardından işi Papa'ya suikast girişimine kadar vardıran Türk kontr-gerillası 1970'li yılların ikinci yarısında Çorum'dan Maraş'a kadar katliamların yapıldığı toplumun belleğinde hâlâ tazedir. 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı unutulmamıştır. Bugün de Kürt ve Alevi toplumları üzerinde çok ciddi bir baskı ve tehdit mevcuttur. Sauna, Atabeyler, Hizbullah, Kuvvai Milliye Derneği, Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Derneği, Türkiyem Topluluğu, Ulusal Birlik Hareketi Platformu, Müdafa-i Hukuk Vakfı gibi adlar altında kontr-gerilla asker ve sivil her kesim içinde çok değişik adlar altında örgütlüdür.

‘TÜRK PKK’SİNİ YARATTIM’
Eski Genelkurmay Başkanları'ndan Doğan Güreş, görev yürüttüğü zamanda bu örgütlenmeyi 'Özel Kuvvetler Komutanlığı' adıyla yeniden örgütlediğini ve geliştirdiğini açıklamıştı. Hatta 'Türk PKK'sini yarattım' diyerek bir de yaptığı işin 'başarısından' (Hizbullah) dolayı kendini övmekteydi.Diğer NATO ülkelerinin aksine Türkiye kendi kontr-gerillasını açığa çıkarma ve etkisizleştirme gücünü gösterememiştir. Şimdi sözkonusu Ergenekon soruşturması ve Özel Harp Dairesi’ndeki incelemeler bu kirli ve gizli çete ağını açığa çıkarmasını beklemek çok zor. Çünkü Türkiye kirli geçmişiyle yüzleşmeye ve demokratikleşmeye hazır görünmüyor. ANF / 30.12.09

2010 başında emeğin dünyası

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 2009 Emeğin Dünyası Raporu'nu yayımladı.(*) Küresel krizin artık sona ermekte olduğunun müjdelendiği 2010 başında ILO'nun bu çalışması krizin emek dünyasına olan etkilerinin boyutunu ve krizden çıkış sürecindeki konumunu sağduyulu bir yaklaşımla özetliyor. Rapordan ilginç bulduğum bazı bölümleri siz okuyucularımla paylaşmayı düşündüm.

ILO'nun 2009 Emeğin Dünyası Raporu'nun ana vurgusu, 2010'la birlikte dünya ekonomisinde canlanmanın hızlanacağı, ancak söz konusu canlılığın son derece kırılgan ve risklerle dolu olduğu uyarılarına dayanmaktadır. (IMF tahminlerine göre dünya ekonomisi 2010'da yüzde 3.1 büyüyecektir.) ILO, krizden çıkış sürecinde kamu harcama politikalarının sürdürülmesi gereğinin özenle altını çizmekte ve istihdam yaratmaya yönelik tedbirlerle bir arada kurgulanmasının önemini vurgulamaktadır. Rapor, 2009'un son günlerinde küresel hisse senedi piyasalarında ve borsalarda gözlenen hızlı yükselişin tılsımına kapılınmaması gerektiğini ve söz konusu canlanmanın henüz reel sektörlerde ve işgücü piyasalarında güçlü bir görünüm sunmadığı uyarısını yapmaktadır.

ILO, küresel krizin başlangıcından bu yana dünya çapında 20 milyondan fazla istihdam kaybı yaşandığını ve canlandırma paketlerinin sürdürülmemesi durumunda en az 5 milyon işçinin daha işini kaybedeceğini vurgulamaktadır. Tahminlere göre, istihdamdaki durgunluk devam edecek; ve istihdamın kriz öncesi düzeyine dönmesi için orta dereceli gelire sahip ekonomilerde 2.8 yıl (2010 sonu); yüksek gelirli ekonomilerde ise 5.5 yıl (2013'ün 3. çeyreği) beklemek gerekecektir. Ancak, ILO'ya göre krizin emek dünyasındaki gerçek etkileri bu rakamlardan daha da şiddetli boyutlardadır. ILO'ya göre;

• Eğer "toparlanma süreci" boyunca istihdamın arttırılmasına yönelik özel tedbirler uygulanmaz ise şu anda işsiz olan 43 milyon kişi giderek uzun dönemli işsiz konumuna sürüklenecek ve kalıcı olarak işgücü piyasalarından uzaklaşacaktır. ILO "uzun dönemli işsizliği" bir seneden daha uzun süreli iş arayan ancak bulamayan kesim olarak tanımlamaktadır. (Söz konusu tanıma göre, TÜİK Türkiye'de açık işsizlerin yüzde 27.3'ünün, yani 930 bin kişinin, bu statüde olduğunu hesaplamaktadır).

• İşgücü piyasalarındaki durgunluk iş bulmaktan umudunu kesen, dışlanmış işçilerin sayısını arttırmaktadır. Umudunu yitirdiği için iş aramaktan vazgeçen kişilerin sayısı örneğin, esnek istihdam cenneti ABD'de 800 bini aşmıştır. (Tanım farklılıklarına karşın, karşılaştırma yapmak amacıyla, Türkiye'de 1 milyon 850 bin kişi.) Böylece tüm dünyada işgücüne katılım oranı düşmekte ve emekçiler yarı-zamanlı istihdam biçimlerine ya da sosyal güvenlikten yoksun enformalleşmeye itilmektedir.

• Enformalleşmeyle birlikte işgücü giderek sosyal güvenlik şemsiyesinden dışlanmaktadır. Sosyal güvenlik hizmetlerinden yararlanan işgücünün toplam içindeki payı tüm dünyada hızla erimektedir. Söz konusu oran Latin Amerika ülkelerinde yüzde 57.8 düzeyine gerilemiştir. (Karşılaştırma için: Brezilya'da yüzde 71.5; Meksika ve Arjantin'de yüzde 62.5; Türkiye'de yüzde 49.)

• İstihdamdaki enformalleşmenin bir diğer boyutu da işsizlik sigortası güvencesinden yoksunluktur. ILO'nun istatistiklerine göre gelişmiş ekonomilerde dahi işsizlerin işsizlik sigortasından yararlanma oranı sadece yüzde 49'dur. Söz konusu oran, Orta ve Doğu Avrupa'da yüzde 23; Asya ekonomilerinde yüzde 24; Latin Amerika'da yüzde 8 düzeyindedir. Bunun da ötesinde, işsizlik sigortası fonları birçok ülkede hükümetler tarafından istihdam dışı harcamaları karşılamak maksadıyla amacının dışında kullanılmaktadır. Ülkemiz bu hususta çok canlt bir örnektir.

*
ILO çalışmasının son derece önemli bir vurgusu da küresel finans sisteminin kriz sonrasında yeniden yapılandırılmasına yaptığı atıflardır. ILO, kriz boyunca küresel finans şirketlerinin kurtarılması ve finans piyasalarının canlı tutulması amacıyla önemli boyutta çaba sarf edilmiş olduğunun altını çizmekte, ancak finans sisteminin işleyişindeki mevcut çarpıklıkların ve kırılganlıkların giderilmesi konusunda herhangi bir girişimde bulunulmamış olduğunu vurgulamaktadır. ILO raporu, daha geniş bir bakışaçısıyla, küresel krizin ardında yatan ana etkenin sermayenin kuralsız/aştırılmış finansallaşması olduğunu ayrıntılı gerekçelerle ortaya koymaktadır. Bu konuya önümüzdeki haftaki Ekonomi Politik köşesinde devam etmek arzusundayım.

**
Bütün Cumhuriyet dostlarının yeni yılını, barış ve esenlik dolu günler özlemiyle kutluyorum.

0 ILO, World of Work Report, 2009, Cenevre.
http://www.ilo.org/ Cumhuriyet / 30.12.09 – Erinç Yeldan

Öğrencilere at ve eşek eti yedirmişler

Çeşitli tarihlerde at ve eşek eti operasyonlarının yapıldığı Adana'da, yurtta kalan Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) öğrencilerine at ve eşek eti yedirildiği ortaya çıktı.

3 bine yakın üniversite öğrencisinin barındığı kampus içerisindeki öğrenci yurtlarının yemek ihalesini alan firmanın at ve eşek eti kullandığı raporla belirlenirken, yemek firmasının eti aldığı kasabın et verdiği diğer yemek şirketleri de yakın takibe alındı. Adana’da bir kasabın at ve eşek kesip, etini sattığından şüphe eden Tarım İl Müdürlüğü ekipleri, bu kasabı takibe aldı. Kasabın et sattığı yerlerden birinin de ÇÜ’deki 2 bin 800 kız ve erkek öğrencinin kaldığı Fevzi Çakmak Öğrenci Yurdu’nun yemeğini yapan firma olduğu saptandı. Kasabın firmaya eti vermesinin ardından yurt yemekhanesinin mutfağına operasyon düzenlendi.

Tarım İl Müdürlüğü İl Kontrol Şube Müdürlüğü ekipleri, mutfaktaki etlerden numune aldı. Bu numunenin incelemesinde at ve eşek eti karışımından oluştuğu anlaşıldı. 22 Aralık’ta ortaya çıkan bu durum Adana Valiliği ile Kredi ve Yurtlar Kurumu Bölge Müdürlüğü’ne bildirildi. Kredi ve Yurtlar Kurumu Bölge Müdürlüğü, yurdun yemek ihalesini alan firmanın sözleşmesini aynı gün feshetti.

FİRMA TAHLİLE İTİRAZ ETTİ
O gün ve ertesi gün yemek çıkmayan yurtta öğrencilerin yemek sorunu yaşamaması için başka önlemler alındı. İşletmesinde olan kafeterya ile yemekhanenin etlerinin at ve eşek eti olduğu belirlenen firma da, yapılan tahlile itiraz için Mersin Tarım İl Müdürlüğü Kontrol Şubesi’ne başvurdu. Buradaki tahlil sonucuna göre olay Cumhuriyet Savcılığı’na intikal ettirilecek. Üniversitedeki yurtta ortaya çıkan bu olayın ardından, kentteki diğer öğrenci yurtları da yakın takibe alındı. Fevzi Çakmak Öğrenci Yurdu’nun yemek ihalesini kazanan ve adı açıklanmayan firmaya et veren kasabın, diğer müşterileri ile ilgili araştırmalar da sürüyor. DHA / 29.12.09

29 Aralık 2009 Salı

TİKB Bölündü

İşçi sınıfına, devrimci kamuoyuna ve tüm örgüt güçlerimize;

PROLETARYA SOSYALİZMİ ZEMİNİNDE
DEVRİMCİ KOPUŞA ÇAĞRI…
TİKB içerisinde merkezi düzeyden başlayarak ve belirlenmiş iç hukuk çerçevesinde yürütülen Kongre süreci, biz proletarya sosyalizmi savunucularına yönelik bir örgütsel bastırma eylemi ile sabote edildi. İdeolojik, politik, örgütsel birliğimizi örgüt içi en geniş kolektif tartışma zemininde ve proletarya sosyalizmi ekseninde yeniden sağlama çabalarımızın karşısına en geri ve gerici tezlerle çıkanlar, görüş ayrılıklarının eksenleşerek karşıtlaştığı bir aşamada, tez ve tutumlarına en uygun silaha sarılarak tutumunu proletarya sosyalizmi olarak deklare eden delegelerin bir bölümüne “hizip ve çete oluşturma” suçlamalarını yönelttiler. Çürümüş revizyonist partilere özgü, TİKB’de şimdiye dek yaşanmamış hırsızlık gibi yöntemlere başvurularak yürütülen bu kirli operasyonda, delege iradesiyle belirlenmiş meşru örgüt mekanizması olan Olağanüstü Kongre Hazırlık Komitesi (OKHK) tasfiye edildi; bu organda yer alan proletarya sosyalistlerinin yetki ve sorumlulukları darbeci bir tarzda lağvedildi. Tüzük hükümleri ve hukuku açıkça çiğnendi. Kongre süreci, bu kirli suçlamaya başvurularak dinamitlendi ve proletarya sosyalizmini savunan delegelerden bazıları hakkında örgütsel tasfiye ile aynı anlama gelmek üzere soruşturma yürütülmesi kararı çıkarıldı. Örgütsel birliği devrimci bir eksen etrafında sağlamak için yoğun çaba göstermemize, ayrılıkların eksenleştiği aşamada da tüm çabamız birlik ya da ayrılığın siyaseten gerçekleşmesi yönünde olmasına rağmen, tartışmayı bu zeminde sürdürmenin asgari temeli ve hukuku dinamitlendi.

Bu, açıkça darbeci bir tasfiye operasyonudur. Örgüt içi hukukun çiğnenmesi, polisiye yöntemlerle politik bir çıkmazdan kurtulma nafile çabasıdır. Politik muhataplarımız, örgüt içi tartışma sürecini ideolojik, politik ve örgütsel politik argümanlarla sürdüremeyeceklerini, tezlerini TİKB’nin temel ve çevre güçleri içerisinde hakim kılamayacaklarını gördüler. Türkiye devrimci hareketinin karşısına TİKB’yi temsilen bu platformla çıkamayacaklarını anladılar. Tam da bu nedenle, devrimci, örgütsel ve tarihe karşı her türden sorumluluğu çiğnediler; TİKB’nin adını darbeci tasfiyecilikle kirlettiler.

TİKB’nin ideolojik, teorik, politik ve örgütsel birliği uzun süreden beri kaybedilmiştir. Örgütsel birliğimiz grup, çevre, çevrecik, hatta bireylere kadar çözülmüştür. Haldeki durumda, biri biz proletarya sosyalistleri, diğerleri orta sınıfçı ve küçük burjuva ezilenci sosyalizm görüşünü savunanlar olmak üzere üç ana grup vardır. Niyetlerden bağımsız bu gerçeklik, tartışma sürecimizi zorunlu kılan etmenlerin bir sonucu olduğu gibi, ancak bu sürecin politik ve örgütsel olarak sonlandırılması, birliğimizi yitirmemize yol açan etmenlerin proletaryanın devrimci sosyalist ideolojisi temelinde aşılması ile altedilebilirdi. Tartışma sürecinin başından itibaren bunu savunduk ve gündeme eksenlerin oturmasında ısrar ettik. Görüşlerimizi bir tartışma sürecinin gerektirdiği gibi eksensel bir bütünlük içerisinde, proletaryaya, örgüte ve tarihe karşı sorumluluktan başka hiçbir kaygı duymaksızın, aynı zamanda derin bir özeleştirellik içerisinden ifade ettik. Proletarya sosyalizmi, mevcut Kongre bileşimi içerisinde sayısal olarak da güçlenen eksen oldu. İç çelişkilerine rağmen oportünist bir koalisyon halinde proletarya sosyalizmi ekseninin karşısına çıkan iki grubun geri ve tarihsel-sınıfsal bakımdan gerici platformuna yönelik eleştirilerimizi siyasal zeminde ortaya koyduk.
.
Proletarya ve örgüt açısından hiçbir geliştiriciliği olmayan, tarih karşısında yüzü geriye dönük, dünya, bölge ve ülke ölçeğindeki dönüşüm süreçlerinin kavranışına kapalı, ideoloji-parti-sınıf bütünlüğünü kurmayan, proletarya ve onun ideolojisini küçük burjuva ezilenci halkçı ulusal demokratik bir bulamaç içerisinde eritmekle kalmayıp revizyonizmin çöküşünden sonra ortaya saçıldığında TİKB tarafından mahkum edilmiş liberal tasfiyeci tezlere sarılan iki grubun platformunu ideolojik-siyasal zeminde mahkum ettik. Örgütsel birliğimizin çözülmesinde en önemli etmenlerden biri olan fiili tasfiyecilik sürecini ve tarihsel-yapısal sorunlarımızı salt ideolojik-siyasal-sınıfsal kökleri ile birlikte ve derin bir özeleştirellikle ele almakla kalmadık; tarihsel deneyimleri de değerlendirerek proletaryanın ve emeğin bugünkü toplumsallaşmasından yola çıkan bir örgüt, önderlik ve kadro anlayışını ortaya koyduk. Bu çerçevede, haklı çıkış noktaları olmakla birlikte dar tepkisellik sınırlarını aşamadığı için politik ve örgütsel merkeziyetçiliğin inkarı, ilkellik ve amatörlüğün, anarşizan bir demokratizm ve bir nevi lonca zihniyetinin savunusu biçiminde ortaya çıkan küçük burjuva örgüt anlayışıyla da kalın sınırlar çektik.

Tartışma sürecimizde, salt eleştiriyle, daha da dar ve ilkel haliyle kişilerin eleştirisi ile sınırlanmak yerine, ideolojik-programatik-siyasal-örgütsel açıdan kurucu, örgütsel-kadrosal dönüşümü bütün içerimiyle merkeze koyan, kendimizi de bunun dışında tutmayan özeleştirel bir perspektifle hareket ettik. Tartışmanın eksenler üzerinden yürütülmesi çağrımız ve bu yöndeki pratiğimiz, ağırlaşmış sorunların sonucu devrimci harekette sıkça yaşanan, kişilerde odaklanmış dar polemik tuzağını aşma yaklaşımımızdan ileri geliyordu. Bu tarzı aşabilmek, yalnızca yöntemsel olarak değil, yaratacağı sonuçlarla da devrimci proleter bir gelecek inşası açısından yaşamsaldı.

Ne var ki, eksensel bütünlük oluşturan görüşlerimizin karşısına kendi eksenini çıkaramayanların, parçalardan, dar tepkisellikle ve hiçbir özeleştiri yönelimi taşımadan ortaya koydukları, tam da eşyanın doğasına uygun tarzda ideolojik, teorik, programatik, politik ve örgütsel bakımdan ancak sınıf dışı, küçük burjuva bir platform olabildi. Bu platformun yüzündeki maske ve savundukları tezlerin içeriği bir bir açığa çıkarıldığında ise, polisiye yöntemler ve örgütsel tasfiye operasyonu devreye sokuldu. Çözülmüş yapımız içerisinde kendileri de ayrı ayrı grup oluşturup ilişkilerini sürdürürken bize karşı oportünist ve ömürsüz bir ittifakla bu operasyona girişenler, kendi konumunu koruma kaygısı gibi en geri ve gerici güdülerle bu operasyona onay verenler, adları gibi TİKB’yi de lekeleyerek tarihsel bir suç işlediler.Son durumda, iki grup ilkesiz ve gerici bir koalisyonla OKHK’nın seçilmiş 4 üyesinden 2’sini ve bizleri tasfiye ederek, tasfiye girişimlerini açık bir karara dönüştürme cesareti de gösteremeden kendi grup toplantılarını örgütlemeye giriştiler. (Bir görüş dahi ortaya koyamadan revizyonist partilere özgü kirli polisiye yöntemlerle gerçekleştirmek istedikleri tasfiyeyi, örgüt güçlerinden ve devrimci güçlerden alacakları tepkiden dolayı açıkça karara dönüştüremediler. “Kutsal ittifak” için birbirleri önünde eğilerek koalisyonlaşan, bizleri “çete” olarak niteleyecek kadar bayağılaşan bu grupların üyeleri, şu anda da minareye kılıf giydirmeye çalışıyorlar.) OKHK’nın 4 üyesinin ortak kararıyla kongrenin final toplantısının gerçekleştirilmesi için düğmeye basılmış ve hazırlıklarına girişilmişken Kongre fiilen engellendi. Son aşamada da görüşlerin ortaya konulması, eksenler üzerinden tartışılması, birlik ya da ayrılığın bu temelde belirlenmesi ısrarımıza karşın tartışma zemini siyaseten tartışma cesareti gösteremeyenlerce hesaplıca değiştirildi.
.
Tüzüğümüzün Olağanüstü Konferans/Kongre için belirlediği “en geç 6 ay içinde” kesin hükmü hiçe sayıldı. Alınan kararlar ve Tüzükçe de belirlenen süreyle Kongremizin Eylül ayı sonuna kadar sonuçlanmış olması gerekiyordu. Zemin kaydırılarak bu engellendi. Final toplantısı gerçekleştirilemeden kongre süreci fiilen bitti; delegasyon ve oluşturulmuş olan OKHK da geçerliliğini kaybetti. Ortaya çıkan yeni durumun birlikte değerlendirilmesinin bütün yolları da kapatıldı; yoldaşlarımızın durumu değerlendirmek için yapmış oldukları çağrı da rededildi. Örgütsel krize yol açan temel sorunlara hiçbir yanıt geliştiremeyen, siyasal, teorik, örgütsel kurucu ve dönüştürücü olamayan, tek bir temel konuda dahi çözücü bir görüşleri olmayan yüzü geriye dönük gerici koalisyonun sınırlı katılım ve grup içi çevrimlerle gerçekleştirdikleri ya da gerçekleştirecekleri toplantıları, Kongre temsil ve iradesini oluşturmamaktadır. Hizip suçlamasına maruz kalan yoldaşlarımızın yanısıra bu suçlamayla itham edilmeyen, ancak proletarya sosyalizmi eksenini savunan, hizip suçlamasıyla geliştirilen bürokratik bastırmacı yöntemi mahkum eden yoldaşlarımız da bu çevrimden haberdar edilmemiş, böylece muhalif hiçbir sese izin verilmemiştir. Olağanüstü kongrelerin yapılış esasları itibariyle artık hükümsüz olan bir delagasyonun ve grup içi çevrimlerle kotarılmaya çalışılan bir metnin meşruiyeti yoktur. Grup içi çevrimler ve koalisyon ilişkileriyle aldıkları veya alacakları kararların TİKB kongre delegeleri olan bizler için bir bağlayıcılığı olmadığı gibi örgüt güçlerini de temsil etmemektedir. Tasfiyeci koalisyon, TİKB çalışmasının sürdüğü temel alanlarda örgüt güçlerimizin gelişmekte olan çizgiyi sahiplenmesi, karşı çıkış ve direnciyle karşılaşmaktadır. Örgüt çalışmalarının sürdüğü temel alanlarla bağları kopmuş bu tasfiyeci koalisyon, örgütü temsil iradesine, gücüne ve yeteneğine sahip değildir.

Kolektif bir tartışma sürecinin dinamitlendiği bu koşullar altında artık muhatabımız, TİKB’nin tarihsel mevzilerini de tüketmeye girişenler olmayacaktır. Seçilmiş meşru örgüt mekanizması içerisinde yer alırken tüzük hükümlerinin ve hukukunun çiğnenmesinin başını çekenler, bu operasyona onay veren, büyük bölümü hiçbir eksensel görüş ortaya koyamayan, hatta Kongre sürecinde politik örgütsel bir varoluş bile sergileyemeyen, mücadeledeki konumlanışı geriye doğru olan delegasyon üyelerinin hiçbir siyasal ve örgütsel meşruiyeti yoktur. TİKB’yi bu platform ve delegasyon bileşimi temsil edemez. Bu zeminde onlara karşı söylenecek sözümüz bitmiştir. Sorumluluğumuz, bu liberal tasfiyeci, yüzü geriye dönük platforma değil, ortaya koyduğumuz eksen temelinde örgüt güçlerine, işçi sınıfına ve Türkiye devrimci hareketine karşıdır.

TİKB içerisinde, merkezi organlar dahil çeşitli kademe, bölge ve alanlarda faaliyet gösteren, kurucu ve yönetici kadro ve kadro adaylarından oluşan biz proletarya sosyalistleri, bu deklarasyonla, örgüt güçlerini bu tarihsel bakımdan gerici platformu, darbeci tasfiyeci koalisyonu mahkum etmeye, TİKB’nin bugününe ve geleceğine sahip çıkmaya, proletarya sosyalizmi bayrağını yükseltmeye, kurucu ve soluklu bir atılımın öznesi olmaya çağırıyoruz.

* * *

TİKB içerisindeki kriz, ideolojik, teorik, programatik, siyasal, örgütsel ve pratik olarak bütün alan ve düzeylerde bir iç mücadele olarak yaşanmıştır. Bunların içerisinde TİKB’nin tarihsel yapısal bakımdan ayırdedici sorunlarının, fiili tasfiyecilik sürecinin aşılamamasının özgül bir ağırlığı vardır. Ancak TİKB olarak ne sorunlarımız bunlara indirgenebilir; ne de çözüm ve çıkış yolları bu parametrelerin içerisinden geliştirilebilir. TİKB içerisinde ideolojik, teorik, programatik ve stratejik, siyasal, örgütsel ve pratik bütün alan ve düzeyleri kesen kriz, sorunların ve çözümlerin karşıtlaştığı bir biçimde yaşandı. TİKB’nin yapısal tarihsel sorunları ve fiili tasfiyecilik sürecinin aşılamamasının özgül sorunlarıyla birleşti. TİKB’de karşıtlaşan iki eğilim olarak derinleşerek iki farklı çizgi biçiminde ayrışmaya yol açan kriz, en temelde, emperyalist kapitalizmin dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kendisini artık tüm sonuçlarıyla birlikte ortaya koymakta olan içsel dönüşüm sürecinin ürünüdür. Dönüşüm sürecinin karşılanamayışıyla birlikte, onun tarafından çözülme ve bozunuma uğranılmasının ürünüdür. Bu açıdan o, yalnızca TİKB’nin değil, Türkiye devrimci hareketinin, yalnızca Türkiye devrimci hareketinin değil, bir bütün olarak uluslararası komünist ve devrimci hareketin, sınıf olarak proletaryanın krizidir. Çözümü ise, dönüşümü karşılayamayan sınıf dışı, küçük burjuva, burjuva liberal tasfiyeci suları adres edinerek değil, ancak ve ancak proletarya sosyalizmi zemininde olacaktır.
.
Bir dönem kapanmıştır! Önceki teorinin, program ve stratejinin, örgütlenme ve çalışma tarzının yeterli olmadığı ve yanıt veremediği yeni bir dünya durumu, ülke koşulları yönünden de yeni bir durum vardır. Emperyalist-kapitalist sistemdeki içsel dönüşüm, ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel her alanda, sınıfların yapısında, grup ve bireylerin durumunda, yaşam ve düşünüşünde derin ve sarsıcı değişikliklere yol açmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin dünyada tümüyle hakim olduğu bu değişiklikler zemininde, çağımızın temel çelişkilerinde, her bir çelişkinin kendi içerisinde ve birbiriyle olan ilişkilerinde farklılaşmalar ortaya çıkmıştır. Eriyip buharlaşmamış hiçbir şey bırakmayan dönüşüm süreci, yeni koşullara yanıt vermekle çürüyüp gitmek arasındaki çelişkiyi son derece yakıcı hale getirmektedir. Kapanan dönemle birlikte ortaya çıkan yeni ekonomik, toplumsal, sınıfsal, siyasal, kültürel koşullara yanıt veremeyen, yeni sorun ve ihtiyaçları göremeyen, kendisini dönüşüme uğratarak yeni koşulların içerisinde devrimci tarzda örgütleyemeyen bütün parti ve örgütler kriz içerisindedir. Erimekte, çözülmekte ve dağılmaktadırlar. Teori, program, strateji, taktik ve örgütlenme ve pratiğin örgütlenişinde köklü bir devrimci dönüşüm gereğiyle, önceki düşünüş, teori, program, siyaset, örgütlenme ve çalışma tarzının sürdürülmesi arasında bir mücadele yaşanmaktadır. Bu artarak, tüm örgütleri sararak ve boyutlanarak sürecektir.

Bir dönem kapanmıştır! Dünya ve ülkedeki durum, önceki devrimcilik anlayışını, kriterlerini, örgütlenme biçimlerini ve çalışma tarzını işlemez hale getirmekte, komünist ve devrimci hareketin felsefi düşünüşten örgütlenmeye dek birikegelmiş yapısal sorunlarını açığa çıkarmaktadır. Dünyanın her yerinde proletarya-burjuvazi çelişkisinin hakim çelişki haline gelmesi, ara sınıfların artık baş döndürücü bir hızla çözülmesi, işçi sınıfının saflarının genişlemesi, yapı ve bileşiminin değişmesi, kolektif emekçi niteliğinin gelişmesi, işçi sınıfının müttefiklerinin farklılaşmasıyla birlikte, yeni bir toplumsal durum ve sınıf ilişkileri doğmuştur. Ortaya çıkan yeni sınıfsal-toplumsal koşullar, ülkemizde içerisinde bulunduğumuz devrim aşamasını değiştirmiş; antiemperyalist demokratik halk devrimi aşamasından sosyalist devrim stratejisine geçişi koşullamıştır. Dönüşüm sürecinin sonucu olarak ülkemizde faşist diktatörlük biçiminde hüküm süren rejim tipinin yerini geri tipte bir neoliberal burjuva demokrasisi almaktadır. Bütün bunlar, devrimcilik anlayışını, kriterlerini, kodlarını değiştirmekte; küçük burjuva antifaşist halkçı, ulusal demokratik örgütleri çözüp bozunuma uğratmaktadır. Bizi de belirleyen, antifaşist devrimciliğin devrimcilikle özdeşleştirilmesinin zemini tükenmiştir.

Girilmiş olunan dönem, dünya ve ülkemizin bugünkü durumu, bizim örgütsel sürecimiz, önceye dayalı olan, önceki koşullar içerisinden geliştirilen hiçbir çözümün çözüm olamayacağı yeni bir durumu ortaya çıkartmıştır. Önceki program, strateji, taktik yaklaşım, örgütlenme biçimi, çalışma tarzı, önderlik yapısı, kadro yapısı, iç işleyiş ve iç ilişki sistemi, sınıf ve kitlelerle ilişki kurma biçimleri, politika yapma biçimi geçersizleşmiştir. Devrimde ve devrimcilikte süreklilik, ancak bunların tümünde net ve kesin bir devrimci kopuşla mümkün olabilir. Devrimci bir dönüşümü göze alamayan, göze alsa da gerçekleştiremeyen komünist ve devrimci partiler yok olup gitmeye mahkumdurlar. Erime, bozulma ve yok olma, geleceğe ait bir konu ve sorun olmaktan da çıkmıştır, gerçekleşmekte olandır.

* * *

TİKB, 3. Konferans’ını siyasal-konjonktürel devrimciliğin miadının dolduğunu ilan eden “Bir dönem kapanmıştır” tespiti ile sonuçlandırdı. Ancak dönemi kendisi için de kapatacak, halkçı devrimcilikle bağlarını kesecek, yeni koşullara göre örgütleneceği eleştirel bir devrimci kopuş sürecine giremedi. Kendisi de kapanan dönemin içerisinde kalarak çok daha ağır ve şiddetli bir örgütsel kriz içerisine girdi. Kapanan dönemin TİKB için anlamı, salt dönemsel sorunların değil, tarihsel yapısal örgütsel sorunların, teorik sorunların, strateji ve program değişikliği sorunlarının, yeni bir önderlik tarzı, kadro politikası, iç işleyiş, sınıf ve kitlelerle ilişki kuruş ve örgütlenme sorunlarının birikegelerek boyutlanmış faturası oldu. Kendisi de bir sonuç olmakla birlikte fiili tasfiyecilik ve örgütsel-pratik süreklilik sorunu, kapitalizmin egemenliğinin devrimci örgütlere sızması ile birleşik olarak konformizm, profesyonel devrimci adanmışlığın yitimi, düzen içilik ve part-time devrimcilik melanetiyle bu faturayı daha da katmerlendirdi.

Tartışma sürecimizdeki görüş ayrılıklarımızın başında, örgütsel krizin nedenleri bağlamıyla tartışma sürecinin gündemleri yer almaktadır. Örgütsel krizi salt fiili tasfiyecilik paydasından ve sorumluluğu kişilere indirgenmiş örgütsel sorunlarla açıklayan, yüzü geriye dönük, “eski TİKB”yi karakterize eden özellikleri yeniden var ederek krizi aşacağını vadeden yaklaşım, tüm içerimiyle bir örgütsel-kadrosal dönüşümü yakıcılaştıran etmenlerin kavranışından, onu gerçekleştirme perspektif ve özgücünden yoksundur. Eleştirel devrimci ve kurucu bir kopuş yerine dogmatik bir tutuculuğa yaslanmakta; örgüt güçleri ve işçi sınıfının ihtiyaçları karşısında geleceği temsil etmemektedir. O, yalnız sonuçlarıyla değil nedenleriyle birlikte aşılması gereken ve artık mevcut siyasal toplumsal koşullarda tekrar da edilemeyecek olan dün’ün içerisinde kalmıştır. Örgütsel krizin nedenleri bağlamıyla mücadele ettiğimiz görüşler, kapanan dönemin, dünya, bölge ve ülkedeki ekonomik, toplumsal, sınıfsal, siyasal, kültürel dönüşümün ortaya çıkardığı yeni koşullara, sorun ve ihtiyaçlara yanıt veremeyerek altında ezilmeye ve bunu lafazanlıkla örtbas etmeye denk düşmektedir.

Örgütsel krizin en temel nedeni, 1980′lerden itibaren daha üst bir birikim sürecine geçişiyle başlayan emperyalist kapitalizmin içsel dönüşümünün dünya, bölge ve ülke koşullarında yarattığı ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel dönüşüm süreci ve bunun öznel planda -ideolojik, teorik, programatik, siyasal, örgütsel-kadrosal, pratik olarak-karşılanamamasıdır. Sorunlarımızın bu derinliğini göremeyip kişilere fatura ederek tüm içerimiyle bir örgütsel dönüşümden kaçabileceklerini sananlar, eski düzlemin içerisinden yapılacak birkaç örgütsel-siyasal hamle ile bunların çözülebileceği hayal ve beklentilerini yaymaya çalışmakta; cehennemin yolunu göstermektedirler. En temel değişiklikleri dahi kavrayamayarak onlar, dünyayı bir nebze değiştirme gücünden bile yoksundurlar.

En güçlü komünist partilerin, en kitlesel sendikaların, antifaşist demokratik savaşımın en militan örgütlerinin çözülüp dağılması, işçi sınıfının tarihsel sınıfsal gelenek ve mevzilerini birbiri ardına düşmesi, salt bir avuç işçi kahyasının ihaneti ile açıklanamaz. Onlar bu güçte değildirler! Olmadıkları, işçi sınıfının nefretini kazanmış bir “sosyalizm” maskesi ve polisiye aygıtlarla kontrol altında tutan modern revizyonist diktatörlüklerin yirmi yıl önce ardı ardına yıkılışıyla da, burjuva demokrasilerine karşı proletarya devrimi bayrağını yükseltmeyen, devrim itfaiyeciliği ile işçi sınıfının tarihsel mevzilerini emperyalist kapitalizme armağan eden reformist revizyonist partilerin, reformist işçi siyasetinin çöküşüyle de çoktan ortaya çıkmıştır.

Yarısömürge bağımlı ülkelerde ise, ulusal/halkçı demokratik küçük burjuva devrimci parti ve örgütlerin de eski çizgi ve konumlarıyla yürüttükleri mücadeleler, bir dönemin kapandığını, tümüyle kapandığını göstermektedir. Sadece ekonomik, toplumsal, sınıfsal, kültürel koşullar değil; bu değişimlere bağlı olarak mücadelenin önceki koşulları da sürdürülemez hale gelmektedir. Önceki koşulların içerisinde var olmaya çalışan, sürdürmekte ayak direyen devrimci örgütler de çözülmekte; dağılmakta, buharlaşmaktadır. Bir önceki dönemin yaygın ve egemen devrimcilik tarzı, düşünüş ve örgütlenişiyle bitmektedir. Liberal reformist bir hatta gürültüyle ilerleyen Kürt ulusal hareketinin de, kitlesel işçi, kent ve kır yoksulları hareketinin reformist girdaplarda boğulduğu Latin Amerika‘nın hemen her ükesindeki mücadelelerin de gösterdiği budur! 12 Eylül tasfiyeciliğinin çözdüğü devrimci demokratik örgütlerin modern revizyonizmin çöküşü ile birlikte Kuruçeşme kıyılarından reformizme yelken açışı gibi, o dönem buna direnmeye çalışan devrimci demokrasinin “sol”u da, dönüşüm sürecinin, kapitalist egemenliğin derinleşmesinin, rejim tipindeki değişikliğin yarattığı çok daha büyük bir tasfiyeci dalganın içerisine çekilmektedir. Bizim özelimizde ise, işçi sınıfı zeminine oturamamışlığıyla birleşik olarak sosyalizm ile küçük burjuva halkçılık arasındaki eklektik ara sınıf çizgisindeki yarılmanın daha da derinleştiği, parti düzeyinde örgütlenememiş, ideolojik-teorik-siyasal-örgütsel sınırlarına dayanmış dar grup-dar örgüt yapısının, yaşanan dönüşüm süreciyle birlikte sürdürülebilirliği kalmamış; fiili tasfiyecilikle hızlanmış olarak çürüme ve çözülmeye uğramıştır. Tam da bu nedenle, TİKB içerisindeki kriz, ideolojik, teorik, siyasal, örgütsel ve pratik, bütün düzlem ve alanlarda bir iç mücadele olarak seyretmiştir.

Görüş ayrılıklarımız, dünyadaki dönüşüm sürecinin tanımlanması ve eleştirel devrimci bir kopuşla birlikte toplumun ve sınıfların değişen yapısına, gelişen yeni özellik ve ihtiyaçlara yanıt verecek, burjuva sınıf egemenliğini yıkma gücüne sahip yeni bir program, politika ve parti anlayışı ile çıkılmasına dairdir. Siyasal devrimciliğin alameti farikası, mücadelenin kapitalist egemenliğin bütününe karşı değil, antifaşist antiemperyalist demokratik içerimli siyasallığa doğru daraltılmasıdır. Marksizm-Leninizmin de yaratıcı tarzda geliştirilemeyerek donma noktası olan bu darlık, tarihsel materyalizm yönteminden, üretim ilişkilerinden çıkışını alan bir toplum, sınıf ve politika kavrayışını görüş alanının dışında tutmakta, işçi sınıfının toplumsal devrimci karakterine uygun bir politik zeminde mücadele etmesini engellemektedir. Tartışma sürecimizde de başlangıçta emperyalist kapitalist sistemin içsel dönüşüm sürecinin varlığı dahi dogmatik bir tutuculukla inkar edilmiş; bununla da kalınmayarak emperyalist kapitalizmin dominyon tipi klasik sömürgeciliğe dönüş biçiminde bir seyir izlediği görüşü savunulmuştur. Biz proletarya sosyalistlerinin proletarya-burjuvazi çelişkisinin hakim çelişki olduğu anlayışının aksine bu görüş, ara sınıf karakterine uygun olarak, emperyalizm-ezilen halklar çelişkisine ve ulusal demokratik halk devrimi stratejisine çakılı kalmaktadır. Emperyalist kapitalist sistemin içsel dönüşüm sürecinin varlığını kabulden kaçınılamayan noktada ise çıkarılan eklektik ve orta sınıfçı sonuçlarla emperyalist kapitalizme küçük burjuva mevzilerden yedeklenilmiş; burjuva demokratizminin zaferi ebedi ilan edilmiştir.

Emperyalist kapitalizmin içsel dönüşüm sürecinin itici kuvveti, kar oranlarındaki düşme eğilimidir. Bu eğilimi frenleyebilmek için, büyük fabrika ve işletmelerde yapılan üretim ve kimi sektörler başta emperyalist hiyerarşi içerisinde orta ve Türkiye gibi orta-ileri kategorisindeki ülkeler olmak üzere dünya ölçeğinde parçalara ayrılmış; üretimin örgütlenmesindeki bu farklılaşma, mutlak artıdeğer sömürüsünü şiddetlendirmekten vazgeçmeksizin nispi artıdeğer sömürüsünü katlayan devrimsel düzeyde bir teknolojik değişimle iç içe yürütülmüştür. “Dünyanın kırları” dahil kapitalizmi hakim üretim biçimi haline getiren bu süreç, tüm toplumsal ilişkileri meta egemenliği dolayımıyla kurulan ilişkiler olarak sabitlemiştir. Dönüşüm sürecinin dışında kalabilen, çözülmeye uğramayan, onun tarafından belirlenip neoliberal yeni bir içerikle doldurulmayan hiçbir şey yoktur. Toplum, sınıf ve bireylerin özellikleri, ulus, aile, politika, din, eğitim, kent, zaman ve mekan, iletişim, ulaşım, medya, kültür ve sanatın yapı ve özellikleri sarsıcı bir değişime uğramaktadır. Bu yeni içerimi ile birlikte, kapitalist egemenlik çok daha geniş ve katmanlı ve anılan kategorilerin herbirinin içerisinden yeniden üretilmektedir. Burjuvazinin sınıf egemenliği, devlet mekanizmasının ve siyasal zor aygıtlarının genişletilmesinden ve yeni bir biçim kazandırılmasından vazgeçilmeksizin daha geniş temellere dayandırılmaktadır. Ekonomi, siyaset, kültür, bütün alan ve düzeyleri burjuva toplumsal örgütlenmelerle birbirine bağlayan, dini, sporu, sanatı kendi sınıf egemenliğinin aracı haline getiren burjuvazi, “sivil toplum” örgütlenmesiyle geniş ağlar oluşturarak egemenliğini katmanlılaştırmaktadır. İkinci dünya savaşı sonrasında proletarya devrimi bayrağını yere atarak burjuva demokrasisine teslim olan revizyonist partilerin “sınıflar arası denge” siyaseti, burjuvazinin toplumun hücrelerine dek nüfuz etmeyi başardığı bu dönüşüm karşısında ayakta kalamamış; işçi sınıfının, emekçilerin, emekçi kadınların yüz elli yıllık can bedeli tarihsel kazanımlarının bile burjuva demokrasilerinin gücü olduğu yanılsamasına reformist işçi siyaseti ile “soldan” destek vermelerine rağmen, altlarının gitgide boşalmasını engelleyememişlerdir. Bugün etkisini dünya ölçeğinde ve çok daha derinlemesine gösteren dönüşüm süreci karşısında proletarya, burjuva sınıf egemenliğinin yalnızca zorbalığına değil, siyasal, toplumsal, kültürel tüm bu egemenlik biçim ve ilişki çeşitliliğine karşı, çok yönlü ve birbiriyle organik bir bütünlük içinde çok çeşitli mücadele araç ve biçimlerini geliştirmek zorundadır. Bu, eksenimizin, dönüşüm sürecinin gelişiminden olduğu gibi, tarihsel deneyimlerden de çıkarsanan en kilit noktalarından birisidir.

Emperyalist kapitalizm sistemin içsel dönüşümünün en önemli sonucu, İkinci Emperyalist Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin kazandığı mevzilere rağmen kapitalist ülkelerde proletarya hareketinin gerilemesi, modern revizyonizmin ihaneti ve sömürge ve ulusal demokratik kurtuluş hareketlerinin öne çıkmasıyla birlikte en başta Marksist-Leninist hareket tarafından geriye itilen emek-sermaye çelişkisinin dünyada küçük birkaç bölge dışında hakim çelişki haline gelmesidir. 20-30 yıl öncesine kadar “dünyanın kırları” olarak bilinen Asya, Latin Amerika ülkeleri de içinde olmak üzere, dünya genelinde temel karşıtlığı oluşturan, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Bu, yalnız ideolojik, programatik değil, politik sonuçlarıyla birlikte görüşlerimiz arasındaki en derin ayrımlardan biridir. Proletarya sosyalizmi için asalak ve çürüyen emperyalist kapitalizm, en başta sosyalizmin öngünü, proletarya devriminin şafağıdır. Emperyalist kapitalizme içsel olan krizler, her devresinde kapitalist birikimin mutlak genel yasasının etkimesini artırarak ve sermaye egemenliğinin yıkıcılığını şiddetlendirerek, emek-sermaye çelişkisini derinleştirmekte, onun tarihsel sınırlarını göstermektedirler. 20. yüzyılın başlarında tek bir dünya ekonomisi biçimini kazanan emperyalist kapitalizm, uluslararası tekellerle, üst tekelci birlik oluşumlarıyla yeni bir gelişim düzeyine çıkarken, emperyalistler arasında ancak savaşlarla ve geçici olarak çözülebilen çelişkiler, emperyalist rekabet, eşitsiz gelişim ve hegemonya mücadeleleri, emperyalist kapitalist ülkeler arasındaki ittifak ve birlik oluşumları içerisinde yeni bir düzeye taşınıp büyüyerek kendisini ortaya koymaktadır.
.
Proletarya sosyalizmi, emperyalizm çağının çelişkilerine, proletarya-burjuvazi çelişkisinin belirleyici çelişki haline geldiği günümüzün tarihsel koşulları içerisinden, proletarya devriminin bu büyüyen olanakları odağından ve bir dünya komünist devrimi stratejisi içerisinden bakmaktadır. Emperyalist kapitalizmin hızlı bir mülksüzleştirme ve vasıfsızlaşmaya tabi tutarak proletaryanın saflarına doğru çözdüğü orta sınıflar, kent ve kır küçük burjuvazisi ve köylülük, onun toplum ve birey yapısında, kadın ve erkekte, doğada yarattığı yıkıma, en başta da karşısında duramadığı tekel egemenliğine karşı büyüyen bir hoşnutsuzluk içerisindedirler. Ancak bu hoşnutsuzluk, aşırılıkları törpülenmiş, düzeltilmiş kapitalizm, kendilerine de yer açılan “Başka bir kapitalist dünya mümkün” özleminin ötesine geçmemektedır.

“Proletaryanın vatanı yoktur” diyen işçi sınıfının tersine, çözülmekte olan ara sınıfların tepkisi ulusal dar görüşlülükle maluldür. Ülkemizde olduğu gibi milliyetçilik ve şovenizme yem, darbelere altlık olmaktan başka, “devrimci” sivil toplum ağları, sosyal forumlar gibi biçimlerle neoliberalizmin “sosyal” versiyonunu oluşturarak kapitalizmin hakimiyetini derinleştirmektedirler. Emperyalist kapitalizmin dönüşüm sürecine ilişkin görüş ayrılıklarımız, proletaryanın görüş alanının ara sınıf kesimlerinin hoşnutsuzluğuyla bulanıklaştırılmasına ilişkindir. Proletaryaya doğru çözülmekte olan, ancak demokratik kapitalizm özleminden vazgeçmeyen ara sınıfların etkisinin proletarya saflarına taşınmasına çektiğimiz net sınıfsal siyasal sınırlara karşılık, sınıf dışı görüşlerin programatik, politik düzlemde savunulmasına ilişkindir. Proletarya hareketinin ülkemizde olduğu gibi uluslararası koşullarda, dünya ölçeğinde de emek-sermaye karşıtlığı temelinde örgütlenmesine, bu zeminde politika yapılmasına ilişkindir.

Proletaryanın tarihsel misyonu, sosyalist devrimi gerçekleştirerek burjuvazinin sınıf egemenliğine son vermek, salt sömürüyü değil bir bütün olarak meta egemenliğini ve değer yasasını, kent ile kır, kadın ile erkek, kafa ve kol emeği arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmak; ve sınıf olarak kendisini ortadan kaldırarak insanlığın komünizme yürüyüşüne önderlik etmektir. TİKB, bu öncüllerle yola çıktı; ideolojik planda modern revizyonist ihanete, revizyonist, sınıf işbirlikçisi Üç Dünya Teorisine ve Maoculuğa karşı ülkemizdeki mücadelenin en önünde yer aldı. Ülkenin sosyo-ekonomik siyasal koşullarına dayalı olarak antiemperyalist demokratik halk devrimini sosyalizmle kesintisizlik ilişkisi içerisinde savundu. Bununla birlikte, o, dünya komünist hareketinin ideolojik tarihsel sınırlılıklarını da, içerisinde bulunduğu siyasal-toplumsal koşulların ve devrim aşamasının kısıtlarını da aşamadı. Demokratik görevlerin politik olarak öne çıktığı en ağır gericilik koşullarında dahi proletaryanın sınıf olarak bağımsız örgütlenmesi ve politik mücadelenin de bu temelde yürütülmesi ilkesi geriye itildi. TİKB’yi belirleyen, antifaşist demokratik halkçı devrimcilikle sosyalizm arasında salınım halindeki eklektik ara sınıf karakteri, ideolojisi ve sınıf zemini oldu; sosyalist devrim yönünde programatik geçiş yapılmadı. Antifaşist mücadelenin halkçı devrimcilik zemini, proletarya sosyalizmi ve proleter sınıf mücadelesi zemininden aşılamadı. Proletaryanın önderliği fiilen ideolojik önderliğe indirgendi. ‘90′lı yıllar boyunca sosyalizm yönlü vurgular artmasına karşın, antifaşist mücadelenin halkçı zeminden yürütülüşü, politikaların, güçlerin ve faaliyet alanlarının ara sınıf zeminini üretmeye devam etmesi, sosyalist devrim stratejisine geçiş yapılmamasıyla eklektikleşen ve bulamaçlaşan görüşlerle bir ara güç durumunda kalındı.

Bugün görüş ayrılıklarımızın en temel kaynaklarından biri budur. Saflaşma, antifaşist halkçı demokratik devrimcilikten proletarya sosyalizmi zemininde kopuş ile emperyalist kapitalizmin küçük burjuva eleştirisinden yola çıkan, dönüşüm süreci karşısında daha da geriye kırılmış antifaşist ulusalcı demokratik halk devrimciliği arasındadır. Proletaryanın bağımsız sınıf örgütlenmesiyle hegemon rolünü oynadığı sosyalist devrimcilik ile orta sınıfların, kent yoksullarının rengini verdiği devrimci reformizme doğru açılan antifaşist demokratik devrimcilik arasındadır. Proletarya sosyalizmiyle orta sınıfçı, ezilenci, yarı işçici küçük burjuva sosyalizm türleri arasındadır.

Dünyanın her yerinde emek-sermaye çelişkisinin belirleyici çelişki haline geldiği, tek ülkede sosyalizmi dışlamaksızın bölgesel ve dünya sosyalist devrimi olanağının proletarya hareketinin önünde uzandığı koşullarda, sosyalist devrimin proletarya devrimi, sosyalizmin proletarya sosyalizmi olarak kavranması, belirleyici önemdedir. İşçi sınıfı, üretim ve emeğin günümüzdeki toplumsallaşma düzeyi ve “üretken emek” kapsamındaki genişlemeyle birlikte kolektif emekçi niteliği kazanmıştır. İç tartışma sürecimizde ezilencilik biçimiyle boy veren ve geri sınıf kesimlerinden etkilenen, toplumsal hareketçiliğe doğru evrilen halkçılık, sınıfı bu yeni ve gelişkin niteliği içerisinden kavramamaktadır. Proletaryayı sosyalist devrimin fiili öncüsü değil, yoksul, ezilen sınıflardan biri olarak görmekte; proletaryanın toplumsallaşması-toplumun proleterleşmesi, saflarının kafa ve kol emeğinin daha yüksek bir bileşimi ile zenginleşmesi olgusu karşısında ürküntüye kapılmakta, proletaryanın bir kesimini bir diğer kesiminin karşısına koymaktadır. Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan, en devrimci sınıf niteliğine sahip proletaryayı ara sınıf kesimleriyle, kent yoksulları, hatta küçük sermaye sahipleriyle kaynaştırmaya çalışmakta; bağımsız sınıf örgütlenmesi ve taleplerini, emek-sermaye çelişkisi zemininde politika yapılmasını dirençle karşılamaktadır. Sosyalizm için çok daha güçlü bir temel oluşturan işçi sınıfının değişen yapısını kavramaktan ve militan bir sınıf mücadelesiyle örülecek kolektif işçi bilincini geliştirme perspektifinden yoksun bu yaklaşım, yalnız ezilenciliğin baskın olduğu geri bir işçiciliği temsil etmekle malul değildir. Aynı zamanda, proletaryayı salt kol gücüyle tanımlamasıyla, kafa emeği sömürüsünü artıran bilimsel teknolojik gelişmeler, hizmet sektörünün gelişimi karşısında, işçi sınıfının saflarının daraldığını, devrimci niteliğini yitirdiğini, değişen yaşam standartları ve toplumsal ihtiyaçlarıyla birlikte artık zincirlerinden başka da kaybedecek şeylerinin olduğunu öne süren Avrupa komünizminin tasfiyeci görüşleriyle buluşmaktadır.

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ezilencilik, toplumsal hareketçilik gibi biçimlere evrilmekte olan antifaşist halkçı devrimciliğin ülkemizdeki politik kökleri derindir. İç tartışma sürecimize dek bunlarla her düzeyde kopuşun gündemimizde olmaması, onun bizi de karakterize etmesine, bölge ve ülkede hızlanarak ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel sonuçlarını ortaya koymaya başlayan dönüşüm vakumunda yutulmasına, konjonktürel gelişmeler karşısında politik kaymalara yol açmıştır. Devrimci hareketin onyıllardır dayandığı siyasal toplumsal zeminin değişmesiyle birlikte, antifaşist halkçı örgütler devrimci reformizme doğru siyasal-pratik kayma, örgütsel-kadrosal bir çözülme süreci içerisindedirler. Bunun politik düzlemdeki en önemli etmenlerinden biri, faşist rejimin çözülmesidir. Faşizme karşı mücadele ve antifaşist direnişçilik, biz de dahil Türkiye devrimci hareketinin genetik kodlarına işlemiştir. Antifaşist halkçı devrimciliğin dayandığı politik-toplumsal zeminin erimesiyle birlikte, bu örgütler de önceki güçlerini ve varoluş nedenlerini yitirmektedirler. Ülkemizde faşist diktatörlüğün ve faşizme karşı mücadelenin militan ve halk hareketi biçimini de almış, uzun bir tarihi vardır. 2000′li yıllara dek TİKB dahil bütün devrimci örgütlerin içerisinde yer aldığı antifaşist demokratik devrimci mücadelenin seyrini, taleplerini, ideolojik siyasal örgütsel değer ölçütlerini, ruhunu belirleyen, onbinlerce devrimci ve Kürt yurtseverinin kanını akıttığı taşlaşmış faşist diktatörlük rejiminin varlığı olmuştur. Şimdi ise o çözülmekte; örgüt, kadro ve çevre güçlerinde boşluğa düşme ve dağılmaya yol açmakta; Kürt ulusal hareketinin liberal reformist hatta çözülümünün hız kazanmasıyla devrimci hareketin bütütündeki çözülme de hız kazanmaktadır.

Kürt ulusal hareketi, rejimin çivilerini yerinden oynatmış; işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi, azımsanmayacak antifaşist mücadele birikim ve değerleriyle Türkiye devrimci hareketi, rejimin yıpranmasının ve eskisi gibi yönetememesinin etmenlerini oluşturmuştur. Ancak rejimdeki farklılaşma, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele dalgalarının sonucu değildir. Faşist diktatörlük yıkılmamakta; neoliberal dönüşüm süreci ve kapitalizmin derinleşen egemenliğine uygun tarzda, neoliberal burjuva demokrasisi yönünde çözülmektedir. Rejimin çözülmesi, emperyalizme bağımlılığı, özgürlük sorununu, ancak Kürt ulusunun ayrılıp kendi devletini kurma hakkının tanınmasıyla çözülebilecek olan ulusal sorunun varlığını ortadan kaldırmamıştır. Ancak hız kazanan gelişmeler, siyasal mücadelenin zeminini büyük ölçüde değiştirmekte; sağıyla “sol”uyla program ve politika yapış tarzını, militanlık anlayışını gitgide daralan antifaşist halkçı demokratizm üzerine kuranların devrimci benzini tükenmekte; kuşaklar boyu devrimcilik kriterlerini, mücadele ruhunu belirleyen demokratik devrimciliğin krizini hızlandıran bu süreç, başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere yeni bir tasfiyeci dalga ile tamamlanmaktadır. Bunun tartışma sürecimizdeki yansıması, faşist rejimin çözüldüğü tespiti, tasfiyeci dalgayı boşa çıkaracak tarzda, demokratik ve antiemperyalist taleplerin emek-sermaye çelişkisi zemininde kavranarak sosyalist demokratik çözümü biçimiyle ele alınması; karşıt yönden ise, antiemperyalist demokratik mücadele platformuna ve onun ruhuna çakılı kalmanın, sınıf düşmanı kavramını kapitalist sınıf egemenliği ile değil rejimle özdeşleştirmenin yanında, sınıf zeminine oturmayan, burjuva demokrasisinin de idealleştirilmesine dayalı bir “neofaşizm” görüşü arasındadır. Teorik bir sefalet örneği olan “neofaşizm” ve ondan olguculuk ve eklektisizm yoluyla türetilen “neoliberalizmle faşizmin iç içe geçtiği” görüşleri, siyasal mücadelenin zeminindeki değişimi, siyasal iktidar mücadelesinin değişen koşullarını görmeyerek burjuva sınıf egemenliğinin geri tipte burjuva demokratik biçimine karşı savaşa girilmesini yadsımaktadırlar. Buradan devamla görüş ayrılıklarımız, neoliberal burjuva demokrasisine karşı proletarya önderliğinde komünizme doğru ilerleyecek, konseylere dayanan bir sosyalist demokrasinin kurulması görüşüyle burjuva demokrasisinden esinlenmiş bir siyasal çoğulculuğun sosyalizmin yerine geçirilmek istenmesi arasındadır.

Bugün karşımızdaki düşman, sermayenin çıplak egemenliğini, işçi sınıfı için diktatörlüğü temsil eden, yoğun bir gericilik birikimini içerisinde barındıran neoliberal burjuva demokrasisidir. Burjuva demokrasisine yaklaşımımız, ancak onu fetişleştiren ve altında kalanların kapılabileceği liberal reformist beklentilerden uzak ve onlara karşıttır. Proletarya, burjuva sınıf egemenliğinin her biçimine karşı uzlaşmaz bir sınıf savaşımı yürütür ve kendi sınıf egemenliğini kurmak için mücadele eder. Bununla birlikte proletarya, burjuva diktatörlüğünün aldığı biçimlere ve politik görevlerin, mücadele sloganları, talepler ve mücadele biçimlerinin ortaya çıkan yeni koşullara uygun olarak tanımlanma zorunluluğuna kayıtsız kalamaz. Proletarya, hangi biçimi alırsa alsın, burjuvazi-proletarya çelişkisi temelinde devrimci militan bir savaşım yoluyla burjuvazinin sınıf iktidarını yıkarak kendi sınıf iktidarını kurma açık hedefini önüne koyarak bu zeminde örgütlenir. En “gelişkin” burjuva demokrasilerinin proletaryanın mücadelesine karşı en amansız saldırı aygıtı olacağının kavranışıyla, bir yandan legal olanakları devrimci bir ruhla değerlendirirken, kendisini burjuvazinin icazetine teslim etmez; yeraltı temelinde örgütlenir. Rejim tipindeki değişikliğe yaklaşımımız, bunlarla birlikte, aynı zamanda, başta Avrupa’dakiler olmak üzere, burjuva demokrasileri tarafından yutulmuş, onun karşısına devrimci sınıf mücadelesi ve sosyalist devrim bayrağı ile çıkamayan, parlamentarizme ve yasallığa batmış, reformist bir işçi siyaseti izleyen komünist partilerin tarihsel deneyimlerini aşma kavrayışına dayanmaktadır.

Daha önce TİKB olarak açıkladığımız sosyalist devrim stratejisinin kendisi de, küçük burjuva platformun ona karşıt bir konumda yer almasıyla bu süreçteki en temel görüş ayrılıklarımız arasındadır. Proletarya sosyalizmi ekseni açısından sosyalist devrim stratejisinin temel ve ayırdedici yönleri şunlardır: Devrimimiz, bir proletarya devrimidir. Proletarya-burjuvazi temel sınıf karşıtlığını burjuvazinin sınıf iktidarını dipten doruğa parçalayarak yıkıp proletaryanın sınıf iktidarını kurarak çözecek olan bir devrimdir. Bugün, orta-ileri düzeydeki Türkiye kapitalizmi, geri tipteki burjuva demokrasisine dayanan burjuva sınıf egemenliğiyle yürütülmektedir. Ülkemizin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel koşullarındaki değişimleri, toplumun, sınıfların, bireylerin değişen yapı ve özellikleriyle birlikte talep ve ihtiyaçların farklılaşmasını da ifade eden bu tespit, sosyalist devrimimizin kazandığı nitelik ve özellikleri de göstermektedir. Sosyalist devrim sürecinde temel karşıtlığı oluşturan burjuvazi-proletarya çelişkisinin kapsamı genişlemekte ve derinleşmektedir. Devrimimizin sınıfsal olduğu gibi toplumsal niteliği de güç kazanmaktadır. Proletarya ile büyük bölümü küçük burjuvaziden proletaryaya doğru uzanan emekçi sınıf kesimlerinden oluşan kent ve kır yoksullarının ittifakı, devrimimizin sınıfsal sosyalist karakterini güçlendirecek bir ittifaktır. Türkiye bağımlı kapitalizminin orta-ileri gelişmişlik düzeyi, önceki geri ve orta düzey kapitalizme göre sınıf niteliği gelişkin ve sayısal olarak da büyüyen bir proletaryayı ortaya çıkarırken, diğer emekçi sınıfları proletaryaya doğru yaklaştırmakta; proletarya hareketinin bağımsız olarak ileri düzeyden örgütlenmesinin, birleşik ittifak güçleriyle birlikte gelişkin bir sınıf mücadelesinin yürütülmesinin, sosyalist devrim ve sosyalist inşanın her alanda ve düzeyde daha ileri düzeyde geliştirilmesinin imkanını vermektedir. Kolektif emekçi niteliği kazanmış proletaryanın önderliğinde güçlü ittifak bileşenleriyle sosyalist devrimimiz, kapitalizme karşı sosyalizm, burjuva demokrasisine karşı konsey tipi proleter demokrasi karşıtlığı içerisinde gelişecektir.

Türkiye kapitalizminin Kuzey Kürdistan’ı da içine alan gelişimi, Kuzey Kürdistan’da “Her ulus iki ulustur” belgisinde ifadesini bulan burjuvazi-proletarya çelişkisini daha açık hale getirmektedir. Kürt devrimci ulusal kurtuluş hareketinin ulusal reformizm yönünde çizgi değiştirmesi ve liberal reformist politikalarla tasfiyesinden sonra daha açık hale gelmiş olarak, artık Kürt ulusal sorununun demokratik kurtuluşçu değil, sosyalist demokratik çözümü gündemdedir. Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve kirli savaşın yarattığı yıkım ve zorunlu göçlerle büyük sayılara ulaşmış Kürt kent ve kır yoksulları, emperyalistler ve Türk egemen sınıflarıyla yeni bir kaynaşma sürecine giren, bir bölümü hızlı bir sermaye birikimiyle tekelcileşen Kürt burjuvazisine, çoğu tarım kapitalistlerine dönüşmüş büyük toprak sahiplerine karşı, ulusallığın sınıfsallığı örten perdesini yırtarak, sınıf özlemleri ve talepleriyle mücadele edeceklerdir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin, KOBİ burjuvalarının bölgesel açılımları da içeren gelişimi, sermayenin genişleyen bir coğrafyada üretimi ve birikimi, ülkemizde gerçekleşecek proleter sosyalist devrimin birçok yöne doğru yayılacak deprem etkisini ve uyandıracağı esinin büyüklüğünü göstermektedir. Proletaryanın sınıfsal, demokratik, ileriye doğru gelişebilecek bir ittifak zemininin varlığına da işaret eden bu koşullar, sosyalist devrimimizin bölgesel etkilerini, bölge devrimlerini tetikleme potansiyelini de vurgulamaktadır. Devrimimiz, Avrupa-Asya bağlantısında, ABD emperyalizminin bölgesel hakimiyetinde temel bir halkayı koparmaya aday bir devrimdir.
.
Sosyalist devrimimiz proletarya hegemonyasında ağırlığını yarı proleterlerin oluşturduğu kent ve kır yoksullarının kapitalizme karşı militan mücadelesinin hedefine burjuva devlet aygıtını çakarak gerçekleşecektir. Kapitalizmin derinleşen hakimiyeti, ekonomik, siyasal, toplumsal alandaki sorun ve mücadeleleri iç içe geçirmiş ve demokratik ve antiemperyalist görevleri proletaryanın hegemonyasını güçlendirecek, çözümleri ancak sosyalizmle mümkün olan devrimci görevler olarak belirginleştirmiştir. Diğer yönden ise, sosyalist devrimciliğin çözülmemiş antiemperyalist antifaşist demokratik görevlerin üzerinden atlama ve sınıfçılık adı altında proletaryanın militan mücadeleden uzak tutulması ile özdeşleştirilmesi aşılacaktır. Çözülmemiş demokratik görevlerin sosyalist demokratik çözümünü programına ve siyasal gündemine almayan “sosyalist devrimcilik“, parlamentarizm, yasalcılık, reformist işçi siyasetine kayan, ekonomik, toplumsal dönüşümlerle sosyalizme geçileceğini ileri süren “sosyalist devrimcilik“, sosyalizmin reformist türleridir. Elbette ki, her devrimin en temel sorunu iktidar sorunudur ve proletarya sosyalist devrimle iktidarı almak üzere örgütlenmelidir. Bununla birlikte, bir devrim kendisini sadece siyasal iktidarı ele geçirmekle var edemez; proletarya devrimi, siyasal olduğu gibi ekonomik, toplumsal, kültürel derin dönüşümlerle ve komünizme doğru kesintisiz bir yürüyüşle kendisini var edecektir.

Küçük burjuvazinin en militan mücadelelerinin bile ufku düzeltilmiş kapitalizm ve burjuva hak eşitliği sınırlarını aşamazken, işçi sınıfının kapitalist sömürü ve meta egemenliğinden tam kurtuluş programı, onun en amansız mücadeleleri sakınmasızca yürütmesini sağlar. Devrimimizde bunun en üst biçimi, proletaryanın silahlı ayaklanmasıdır. Proletaryanın silahlı ayaklanması, devrim itfaiyecisi revizyonist partilerin savunduğu gibi ne belirsiz bir geleceğin sorunu, ne de uzun bir barışçıl mücadele sürecinin ardından burjuvaziye indirilecek tek bir darbeden ibarettir; ne de proletaryanın mücadelesi yerine küçük burjuva umutsuzluğun eylemini geçiren “sol” maceracılıkla özdeşleştirilebilir.
.
Militan bir işçi hareketinin geliştirilmesi, politikanın sınıf zemininde yürütülmesi, bizim özgülümüzde antifaşist demokratik halkçılıkla iç içe geçmiş dar örgüt militanlığının aşılması açısından olduğu gibi, proletaryanın devrimdeki hegemonyası yönünden de tayin edici bir role sahiptir. Çözülmemiş demokratik görevlerin sosyalizme bağlı çözümü için, aynı zamanda emeğin korunması mücadelesinin bir bileşeni, işçi sınıfının özsavunma gücünün örgütlenmesi olarak “emeğin yumruğu”nun kapitalistlerin, faşistlerin ve uşaklarının beynine indirilmesi güncel önemdedir. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin bugünkü siyasal biçimi olan burjuva demokrasisine karşı proletaryanın önderliğinde sosyalist demokrasi ve konseyler iktidarı için yürütülecek mücadele, barışçıl ve şiddete dayalı mücadeleler bir bütündür. Ülkemizin zengin ve kitlesel mücadele birikimleri, militan sınıf hareketinin hizmetinde bu bütünlük içerisinde seferber edilmelidir.

Burjuva devlet aygıtına, burjuva demokrasisine karşı mücadele, yalnızca bu mücadelenin içerimi, talep ve sloganları, biçimleri değil; aynı zamanda kurulacak işçi sınıfı iktidarının niteliği yönüyle de en temel ayrım konularımızdan biridir. Biz proletarya sosyalistleri, işçi sınıfı iktidarını yalnızca proletaryanın can düşmanı burjuvazi üzerinde amansız bir diktatörlük olarak tanımlamakla yetinmeyeceğiz. Hedefimiz, sosyalist demokrasi, konseyler demokrasisi, nihai olarak ise bir devlet biçimi olan demokrasinin aşılması, komünizme geçişin kazanılmasıdır. Başta üretimin ve emeğin en ileri düzeyde toplumsallaşması ve daha gelişkin bir toplum yapısı-sınıf bileşimini kapitalizmden devralmış olarak, kır ile kent, kafa emeği ve kol emeği arasındaki ayrımların, kadının ezilmesine ve ikincilleşmesine yol açan işbölümünün ortadan kaldırılması, bir bütün olarak değer yasasının ve yöneten-yönetilen ilişkisinin aşılması, sosyalist demokrasinin komünizm perspektifiyle “devlet olmayan devlet” olarak kavranması, sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin eleştirel özümsenmesini de yaparak çıkardığımız sonuçlardan biridir. Tıpkı antiemperyalist demokratik aşamanın “aşamalı devrim” anlayışında mutlaklaştırılması gibi, sosyalizm de ayrı bir aşama olarak mutlaklaştırılmış; Marksizm-Leninizmin sosyalizmi “komünist toplumun alt evresi” olarak tanımlaması unutulmuştur.
.
Sosyalist demokrasi, bu tarihsel deneyimlerin dersleriyle de donanmış olarak, işçi sınıfının devrime fiili önderliğinden başlayan girişkenliğini devlet, ekonomi ve parti organlarında en üst düzeyde harekete geçirecek; en gelişkin burjuva demokrasisindeki gibi sermaye egemenliğini tahkim etmeye dayalı seçimler, referandumlar yoluyla değil, onu tüm toplumsal ilişkilerinin gerçek öznesi kılacak araç ve biçimleri geliştirerek, bürokrasiye geçit verilmemesini, toplumsal-bireysel özgürlüklerin en yüksek düzeyde gerçekleştirilmesini sağlayacaktır. Fabrikalar, işyerleri, okul, mahalle, bölge ve kent düzeyinde delegeler sistemine dayalı olarak oluşacak ve yığın inisiyatifinden doğan kitlesel demokrasi, sorunların ve ihtiyaçların belirlenmesi, çözümü ve yerine getirilmesinde asli kurumlar olarak varolacaklardır. Binlerce konsey, proletarya diktatörlüğü devletinin temelini ve gövdesini oluşturur. Üst temsili kurumlar bunların yerine ikame edilemez. Konseyler, işçi kitlelerinin işlerin yerine getirilmesi ve denetiminde yer aldığı, karar süreçlerinde özneleştiği, proleter demokrasinin yığınsallığını, burjuva demokrasilerinden yapı ve işleyiş olarak farkını en açık olarak gösteren temel kurumlardır. Hiçbir şekilde ortadan kaldırılamazlar, yetki ve sorumlulukları devralınamaz. Proleter demokrasi ve proletarya diktatörlüğü devletinin temel taşı, siyasal girişkenlikleriyle işçilerin doğrudan söz sahibi olacakları konseyler olacaktır. Sosyalist demokrasinin biçimselleştirilmesi, belirli konularla sınırlanması ve kısıtlanması yerine sosyalizmin burjuvazinin saldırılarına karşı savunulması gevşetilmeksizin ancak sınıf, devlet ve partinin sönümleneceği komünizmin özgürlük dünyasına doğru ilerlenecektir. Burjuvazinin egemenliği altında bireysel özgürlük mülk edinme ve sömürü özgürlüğü anlamına gelirken, sosyalist demokraside birey tüm toplumsallığı, toplum da bireylerin en çok yönlü ve zengin gelişimini temsil edecektir. Toplumsallaşan bireyin gelişimi, toplumun genel gelişme düzeyinin ve özgürleşmesinin ölçütü olacaktır. Sosyalist demokrasi, yüzüne özgürlük maskesi geçirmiş en gelişkin burjuva demokrasisinden farklı olarak, sınıf düşmanları dışında baskıya, bürokrasiye, sınıf ve toplumdan yabancılaşmaya değil, işçi sınıfının doğrudan yönetimi yoluyla kendisinin de sönümlenmesine doğru yürüyecektir.

Biz proletarya sosyalizminin savunucuları, çıkardığımız sonuçlarla, revizyonizmin çöküşünün ardından sosyalizme yönelik liberal saldırılarla net sınırları çekerken, küçük burjuva platform, bu saldırıları yeniden hortlatarak, yirmi yıl önce mahkum ettiğimiz “yeni ihanet çağı” görüşlerine sarılmıştır. Bu görüşlerle, “çok partili sosyalizm”, “sosyalizmde burjuva partilerine fırsat eşitliği”, parti iradesinin “çoğunluğun keyfi” olarak tanımlanması, burjuvazinin egemenliği altında savaşan bir partide “minimum merkeziyetçilik-maksimum demokrasi”, partide “iki çizgi mücadelesi”, “bilginin paylaşımının demokratikleşmesi”, parti-kitleler, proletarya-küçük burjuvazi ilişkisinin biçimsel hak eşitliği temelinde kurulması gibi liberal tasfiyeciliğin bütün bir “açık toplum” cephaneliği saflarımıza taşınmıştır. Tek bir doğrunun olmadığı şeklindeki postmodern belirsizlik felsefesinden çıkışını alan bu görüş, frenlerinin tamamen patlamasıyla birlikte “işçi sınıfının doğruyu kendi iradesiyle seçme hakkı” adı altında komünist partinin işçi sınıfına önderliğini, işçi sınıfına bilincin dışarıdan götürülmesini inkara varmıştır.
.
Orta sınıfların düzeltilmiş kapitalizm hayalinin siyasal izdüşümü, burjuva parlamenter demokrasinin idealleştirilmesidir. Tarihsel olarak zamanını doldurmuş burjuva parlamentarizminin ideolojik bombardımanının, “sivil toplum” ağları ve kapitalizmin derinleşen hakimiyetinin saflarımıza kadar sirayet etmesinin sonucu olarak, küçük burjuva platform, sosyalizmin tarihsel deneyimlerini burjuva demokrasisi ve liberalizmden gelen saldırılar yönünden geriye doğru okumakta; işçi sınıfını birden çok partinin temsil edebileceği, seçimi işçi sınıfının yapması gerektiği “çok partili sosyalizm temennisi” sonucunu çıkarmaktadır. Bu, en başta küçük burjuva platformun zaten bir kabuktan ibaret sosyalist devrimcilik iddiasını boşa düşüren, onu Maocu yeni demokrasi anlayışıyla, orta sınıfların kendilerine de yer açılmış “Başka bir kapitalist dünya mümkün!” özlemiyle, sosyalizme karşı yürütülen gözüdönmüş liberal ideolojiler ve “sivil toplumculuk”la aynı zeminde buluşturan bir sonuçtur. Proletarya hareketinin zayıflığı koşullarında emek-sermaye çelişkisini kontrol altında tutabilen burjuva demokrasisinin altında ezilen bu görüşler, düpedüz tasfiyecidir ve postmodern revizyonizmle küçük burjuva halkçılığın sentezini yapmaktadır. Kullandıkları antifaşizm soslu “sol” lafazanlığı çıplak lafazanlık olarak açığa çıkarmakta; küçük burjuva milliyetçiliğin emperyalizmsiz kapitalizm özlemi gibi, demokrasinin de sınıf temelinden ayrıştırılarak kutsanmasını ve burjuva parlamentarizminin “ideal düzen” olarak ebedileştirilmesini temsil etmektedir. Proletaryanın konseyler demokrasisi ve giderek demokrasinin de sönümlenmesiyle komünizme yürüyüşünü değil, kapitalizm içerisinde kalarak reformist bir mücadele hattı tutturmasını temsil etmektedir.

Asla uzlaşamayacağımız bu görüşlerin saflarımızda boy vermesi, yalnızca tartışma sürecimizde değil geçmişte de amansızca eleştirdiğimiz “yeni ihanet çağı” anlayışının bizim dışımızda onaylanması, ideolojik, politik, örgütsel birliğimizin ne denli dinamitlendiğini göstermektedir. Bu dinamitlenmenin doruğu, kanatlı-hizipli parti görüşünün ortaya atılmasıdır. Revizyonizmin çöküşünden yirmi yıl sonra keşfedilen Kuruçeşmecilik, sadece partinin ve Marksist-Leninist ideolojinin proletaryaya önderliği fikrini bordadan atmakla kalmamıştır. Aynı zamanda, burjuva demokrasisinin ideal düzen olarak ebedileştirilmesini partiye de taşımakta; parti içerisinde iki çizginin, iki sınıfın varolabileceğini savunmaktadır. Bir başka ifadeyle, bordadan asıl atılan “Ya burjuva ideolojisi, ya proleter ideoloji” Leninist belgisi olmakta; bunun yerine Maoculuğun “Yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı yarışsın” anlayışı, Kuruçeşmeci liberal mezhep genişliği koyulmaktadır.

Türkiye devrimci hareketini onyıllardır ideolojik etkisi altında tutan, TİKB‘nin bayrağını reddederek açtığı Mao‘dan Troçki‘ye, Avrupa’da komünizmin ışığını söndüren “Avrupa komünizmi”nin temsilcilerine, Althusser‘den Mandel‘e her türden sınıf düşmanını bağrına basmaktadır. Bu mezhep genişliğiyle ideolojik-teorik ayrılıkların dahi bir arada bulunabileceğini, bunun örgütsel birliğe engel oluşturmadığını iddia eden Kuruçeşmeci yeni ihanet çağı görüşü, partide merkeziyetçiliğin askıya alınmasını, onun yerine demokrasinin geçirilmesini önermektedir. Bu, burjuvazinin egemenliğine karşı savaşan bir partinin ölüm fermanının yazılmasıdır. Partide gelişkin bir kolektif merkeziyetçilik anlayışı yerine sendika ve kitle örgütlerinin işlerlik ilkelerini geçiren bu görüş, “azınlığın çoğunluk olma hakkı” adı altında en geri ve gerici tezlerin parti içerisinde ideolojik olarak mahkum edilmeksizin, burjuva partilerine özgü bir serbesti çerçevesinde at oynatmasına, parti kitlesini ve proletaryayı zehirlemesine davetiye çıkarmaktadır. “21. yüzyılın parti modeli” adıyla pullanan Kuruçeşmecilik, küçük burjuva platformun “örgütsel krizi eski TİKB’nin değerlerini yeniden var ederek aşma” iddiasıyla da taban tabana zıt bir tasfiyeciliğe imza atmıştır.

Tasfiyeciliğin bu denli derinleşmesinin kişilere bağlanması, düşülebilecek en büyük hatalardan biridir. İdeolojik tasfiyeciliğin kökleri, TİKB’nin artık biri proleter sosyalizme diğeri ise küçük burjuva reformizme doğru açılarak yarılmaya uğrayan ara sınıf çizgisinde saklıdır. Dünya, bölge ve ülke ölçeğindeki ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel dönüşüm süreci, rejim tipindeki farklılaşma, neoliberal ideolojinin, meta egemenliği ve değer yasasının devrimci hareketin içerisinde asit gibi etkimeye devam etmesi, bu yarılmayı “Ya burjuva ideolojisi, ya proletarya ideolojisi” yönünde hızlandırmıştır. Bu gerçeklik, arkasında liberal ve ara sınıfçı sağ teoriler bulunan, boşa düşmüş, salt lafazanlık biçimini almış küçük burjuva “sol” lafazanlıkla alt edilemeyecektir.

Biri orta sınıfçı diğeri ezilenci, geri bir işçicilik zeminindeki, giderek oportünist bir koalisyon oluşturarak darbeci bir tasfiyeciliğe imza atan küçük burjuva platformla mücadelemizi, devrimci özeleştirel bir kopuş eksenini oluşturmaya girişerek yürüttük. Bu bağlamda, ileri bir sosyalist devrim ve sosyalizm-komünizm anlayışı, sosyalist-demokratik görevler ilişkisinin yeniden kuruluşu, çıkışını bunlardan, örgütsel sürecimiz ve tarihsel yapısal sorunlarımızın ileri ve özeleştirel kavranışından alan ileri bir örgüt anlayışı, dünya komünist ve devrimci hareketinin eleştirel-tarihsel değerlendirmesi, günümüzde dünyada ve ülkemizde revaçta olan ulusalcı-halkçı, liberalize, bulanık, ara-orta sınıf sosyalizmi akımlarının eleştirisi, işçi sınıfının değişen yapısı ve işçi sınıfı ve kent yoksulları içerisindeki çalışmaya dönük çıkış noktaları, strateji ve taktik konuları, teori-politika-örgüt-pratik bütünlüğünün nasıl kurulacağı, siyasal tasfiyeciliğe kan taşınan formalist ve postmodernist burjuva küçük, burjuva felsefi akımların eleştirisi ve tarihsel ve diyalektik materyalizmin savunulması, stratejik dönüşüm sürecine ve dinamik bir örgütlenme anlayışına uygulanması konularındaki çalışmalarımızı delegasyona sunduk. Buna karşılık, taraflardan hiçbiri sosyalist devrim konusunda görüş ortaya koyamadı. Orta sınıfçı grup, rejimin yapısı, siyasal sürecin gelişimi gibi konularda derli toplu bir değerlendirme bile yapamadı.
Örgütsel rapor adı altında yazdıkları kişisel resmi tarihi bile son anda ve ancak bir bölüm halinde sunabildi. Geri bir sınıf çalışması görüşüne sahip, halkçılıktan ezilenci toplumsal hareketçiliğe doğru evrilen, yarı işçici, kendiliğindenci, örgütsel açıdan çevreci ve anarşizan alan içi grup ise, baştan itibaren apolitisizm tutumunu benimsedi. Semt devrimciliği kültürüne uygun tarzda, ideolojik mücadeleyi kişiler arası bir kamplaşma olarak algıladı, bu propagandayı sürdürerek mücadelenin içeriğini yozlaştırma çabasına girdi. Toplamda bir eksen oluşturma yönünden silik olan ve duygudaşlık temelinde hareket eden bu grup, en temel konularda bile görüş belirtemedi. Buna karşılık, proletaryanın değişen yapısı, kolektif işçi bilinci, işçi sınıfı içerisindeki çalışma ve kent yoksulları konusundaki tezlerimize ezilenci halkçılık, geri bir işçicilik zemininden saldırıya geçti. Her ikisi de ideolojik olarak mahkum edildi. Bu mahkumiyet, iki grubun birbirine mahkum olmasına ve biz proletarya sosyalistlerine karşı olma temelinde birlikte hareket etmesine yol açtı.

Bütün ısrarımıza rağmen tartışma sürecimizin eksen tartışması üzerinden yürütülememesinin, en geri ve gerici tezlerin pervasızca önerilebilmesinin başta gelen etmenlerinden biri, fiili tasfiyecilik sürecinin ağırlık ve deformasyonu, tarihsel olarak işçi sınıfına dayanmayan dar grup kültürü, bürokratizm ve keyfilik üreten önderlik tarzı, tüzük kültüründen yoksunluk başta olmak üzere iç işlerlik sorunları, örgütsel-pratik önderlik yetmezliğidir. Kişilere göre farklı yoğunluklarda olmakla birlikte MK ve MÖK’ün direkt sorumluluğunu taşıdığı fiili tasfiyecilik süreci, TİKB’nin politik mücadelede silikleşmesine, önderlikten başlayarak derin bir örgüt ve kadro deformasyonuna, TİKB’nin faşizm ve gericiliğin en karanlık günlerinde kazandığı siyasal-moral etkisini, salt örgüt güçleri ve çevresiyle sınırlı olmayan güveni yitirmesine, devrimci yeraltından kafaca ve ruhça kopmaya, militanlık eşiğinin düşmesine ve profesyonel devrimci adanmışlığın tam tersi yönde, konformist, düzen içi ve aile odaklı bir yaşam tarzının olağanlaşmasına yol açmıştır. Aleyhteki tüm nesnel ve başta ara sınıf çizgisi olmak üzere öznel etmenlere rağmen, akıma karşı yürünmemesi, örgütsel sürekliliğin korunmaması, kaybedilen mevzilerin yeniden yaratılması için savaşımcı bir ruhun geliştirilmemesi, organlaşma ve organların işletilmemesi, yakın çevremiz dahil örgütsel bağların sürdürülmemesi, dönüşüm sürecinin kavranışı ve yeni açılımlara dayanarak sabırlı ve yalnız biçimde değil özünde militan bir örgütçülükle mevzilere kilitlenilmemesi, TİKB‘nin doğum çizgileriyle, kavgada ölümsüzleşen yoldaşlarımızın bize bıraktığı bayrakla bağdaşmaz. Fiili tasfiyecilik, hem ona yol açan etmenler, hem yaşanış biçimi hem de aşılma iradesinin gösterilmemesiyle bir bütün olarak mahkum edilecek ve bütün gövdemizle yüklenerek, her bir görüngüsüne karşı mücadele edilerek aşılacaktır. Bunun nedeni yalnızca örgütsel krizi daha da ağırlaştırması, sorunları dip noktasından tartışmamıza yol açması, temel güçler dahil bir güven ve özgüven sorununu yaratması, kadro ve çevre erimesine yol açması değildir.

Başta elbette ki bunlar gelir ve ağır tasfiyecilik lekesinin örgüt güçlerine, proletaryaya ve kavgada ölümsüzleşmiş yoldaşlarımıza özeleştirisi ancak şiddetli bir iç savaşımla verilebilir. Aynı zamanda ise fiili tasfiyecilik süreci, en geri ve gerici tezlerin, artık kendisi bir kriz unsuru olan antifaşist halkçı ezilenci bir demokratik devrimcilik anlayışını kendi sonuna doğru götürürken küçük burjuva platformun panzehir olarak önerilmesine perde yapılmış; Kuruçeşmeciliğin dahi bu perde altında, bizzat fiili tasfiyeciliğin ürünü olan çevreselleşme, demokratizm ve kendiliğindenci anarşizmin fideliğinde, bunlara da dayanarak mahkum edilmeden manevra yapabilmesini sağlamıştır. Örgütsel-pratik alandaki yetmezlik, devrimci yaşam tarzındaki konformizm, temel örgüt güçlerinden başlayarak önderlik kademelerine karşı haklı bir güvensizliği körüklerken, küçük burjuva platform, bunu, kendisini her türlü sorumluluğun dışında tutarak TİKB‘nin devrimci mevzilerinden büyük geri kırılmayı, “Hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey!” oportünizmini gizlemek için kullanmaya soyunmuştur.

Tartışma sürecimizin işçi sınıfına dayanmayan, grup karakteristiklerini aşamamış, haldeki durumda ise çevreselleşmiş dar bir grup-örgüt evreni içerisinde gerçekleşmesi, önderlik ve çekirdek krizinin özellikle önderlik tarzı, tüzük başta olmak üzere iç işlerlik, önderlik-kadro diyalektiği, teori-politika-örgüt-pratik ilişkisi, politika yapış tarzı, sınıf ve kitlelerle ilişki kuruşa dair birikegelmiş sorunlarının merkeze oturmasına yol açmıştır. 3. Konferans’ta patlak veren ön birikimleri olmakla birlikte, devrimci bir iç hesaplaşmanın konusu haline getirilememiş dar grup kültürü ve önderlik tarzı, fiili tasfiyecilik sürecinden başlayarak merkezi organların haklı bir güvensizlik odağı haline gelmesiyle sınırlı olmaksızın, her kademedeki köklü düşünüş ve alışkanlıklara karşı militan bir iç savaşımın konusu olmak zorundadır.

Dar grup kültürünün en belirgin karakteristiği, program ve tüzüğün bağlayıcılığının bulunmaması, “temel programatik, siyasal, örgütsel sorunlara kesin, net, iç tutarlılığa sahip cevaplarının olmaması”dır. TİKB‘nin politikalarını, kadro yapısını, çalışma tarzını, işçi sınıfıyla ilişki kuruşunu belirleyen, emreden bir programı da, ruhu ve felsefesiyle, uygulanışıyla günümüz koşullarına yanıt veren bir tüzüğü de yoktur. İşçi sınıfına önderlik iddiasındaki bir örgüt için program yoksunluğu, mevcut siyasal-toplumsal koşullarda Türkiye devrimci hareketini karakterize eden antifaşist halkçı demokratik devrimciliğin aşılamaması, örgüt ve kadro yapısına, işçi sınıfı ile ilişki kuruş ve politika yapış tarzına, değer ve gelişim ölçütlerine bu çizginin hakim olması anlamına gelmektedir. Bağlayıcı bir tüzüğe göre işleyen iç yaşamın olmaması bu tabloyu tamamlamakta; önderlik kademelerinden başlayarak aşağıya doğru bireysel, bölgesel, alansal özellikler ve keyfilik belirleyici olmaktadır. Bu gerçeklik, önderlik kademelerinin kadrolara güvensizliğinde, teori-politika-örgüt-pratik ilişkisinin kurulamamasında, kadro bileşiminin işçi sınıfından değil ara sınıf kesimlerinden oluşmasında, kadrosal gelişimin sürekli tıkanması ve bir önderlik sürekliliğinin sağlanamamasında, örgütsel-pratik zayıflıklar sürekli kadrolara fatura edilirken, onların çok yönlü ve örgütsel sorunların çözüm gücü olacak şekilde etkinleştirilememesinde karakterizedir.

En belirgin haliyle bu, kongre ve konferansların yapılmaması, tüm içerimiyle örgütsel pratiğin ve merkez organların kolektif denetime tabi tutulmamasında ifadesini bulmakta; son derece dar ve kişilerin hükmünü yürütmesine kadar fiilileşen bir merkeziyetçilik anlayışı altında örgütün canlı damarları kesilmekte, eleştiri-özeleştirinin örgütsel-kadrosal dönüşümün motoru olarak işlemesi engellenmektedir. Örgütsel emek, teori ve politika üretimiyle örgütsel pratiğin ayrışması biçiminde bir yarılmaya uğramakta; bir yandan uzmanlaşma yoksunluğu, ilkellik ve amatörlük kuşaktan kuşağa devredilirken, aynı zamanda katı, derin ayrımlı bir işbölümü ve salt konum ve kişilerin belirleyici olduğu bir hiyerarşi anlayışı, birbirini sürekli dışlamaya, küçük burjuva rekabete yol açmakta ve kolektif gelişim imkanlarını sıfırlamaktadır. Dar grup yapısı, nispi bir gelişme gösterdiği koşullar dahil, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere, onların özdeneyimlerine karşı hemen tümüyle geçirimsizdir. Dar örgüt normlarının, antifaşist halkçı demokratizmin politika, ruh, ölçüt ve değer yargılarının hakimiyeti, TİKB‘yi “küçük ama bolşevik müfreze”den “bolşevik ama küçük” dar bir örgüte, giderek de bu çemberi kıramayarak konjonktür ve siyasal koşullara göre değişen eklektik, ara sınıf niteliği belirgin bir örgüte dönüştürmüştür. Politika üretimi, politika yapış tarzı, kadrolaşma, tamamen kapalı devre ve dar örgütsel norm ve ritüellerin sürekli yeniden üretimine yol açmıştır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerle ilişki kuruşun salt örgütten kitlelere doğru olması, proletarya ve emekçilerin tipik temsilcileri ile süreklileşmiş bağlardan yoksunluk, dar ilkeci, neyin yapılması gerektiğini değil salt neyin yapılmamasının söylenmesine dayalı, kuruculuk içermeyen, işçi sınıfının koşullarını, onların özdeneyimleriyle geliştirilmesini göz önüne almayan, dolayısıyla da pratikte karşılığını bulmayan bir politika yapış tarzını süreklileştirmiştir.

İşçi sınıfına hesap verme bilinci, onun organik ve içerden bir parçası olma, kavganın merkezine en dar anlamı ile örgütü değil sınıfı koyma kavrayışı gelişmemiş; kadroların devrimci militan işçi hareketini örgütleyerek geliştirilmesi temel bir ölçüt olmamıştır. Örgütsel pratik, dar örgüt propagandası ve ajitasyon ağırlıklı bir pratik ile özdeşleşmiş; sınıf ve kitleler içerisinde sabırlı, stratejik ve süreklileşmiş, militanlığı kendindeleştirmeyip bunun içerisine yerleştiren, kitlelerin özdeneyimlerini geliştirmeyi esas alan bir çalışma yerine kısa vadede sonuç almaya odaklı, aceleci küçük burjuva tarz, antifaşist mücadelenin dar örgüt kültürü ile bütünleşik değerlerini yaratmak önde tutulmuştur. Program yoksunluğunun ve stratejiye dayalı hareket edilmemesinin politikadaki karşılığının siyasal devrimcilik ve konjonktür devrimciliği olması gibi, örgütsel pratik alandaki karşılığı da küçük burjuvazinin örgüt, önderlik ve kadro anlayışının belirleyiciliğidir.

Örgütsel krizin en şiddetli tarzda bu alanda yaşanmasının, çözümlerin de en dar haliyle örgütsel alandan aranmasının nesnel zemini TİKB’nin dar merkeziyetçi, sınıf ve kitlelere karşı geçirimsiz, kadroları çözüm gücü olarak geliştirmeyen, örgütsel/kadrosal dönüşümün en temel dayanağı olan program ve tüzüksel işlerlik sorununu çözememiş, fiili tasfiyecilik ve konformizm ile birlikte devrimci sektarizmden bürokratizm ve keyfiliğe doğru kırılmış, ihlalleri olağanlaştıran önderlik tarzıdır. Bu durumdan ders çıkarmak adına, örgütsel anlayış planında, Kuruçeşmeci “21. yüzyılın parti modeli”nde ifadesini bulan merkeziyetçilik düşmanlığı, kolektivizm adına “bilginin paylaşımının demokratikleştirilmesi” gibi liberal sloganlarla birleşik, sistemsiz ve kör tepkisellikle dolu bir anarko-demokratizm, politik ve örgütsel merkeziyetçiliğin reddi, örgütsel emek türlerinin birbirinin karşısına koyulması, ilkellik ve amatörlük, bilimsel teori düşmanlığı ve geri, kendiliğindenci bir sınıf çalışması anlayışı savunulmaktadır. Böylesi görüşler, yeni ve çok daha ömürsüz bir çevre diplomasisi yaratmak dışında hiçbir sonuç vermeyeceği gibi; sınıfsal-siyasal olarak da proletaryayı değil küçük burjuva anarşizmini, ezilenci halkçı demokratizmin örgütsel versiyonunu temsil etmektedirler.

Önderlik tarzı, iç demokrasi ve kolektivizm sorunu, iç işlerlik, tüzük, kongre ve konferanslar sorunu, dar grup tarzının bu en belirgin ve siyasal-toplumsal-kültürel dönüşüm karşısında duvara toslayan hastalıklı karakteri, ne dar merkeziyetçiliğin yeniden tesisi ile ama ne de küçük burjuva platformun politik-örgütsel merkeziyetçiliğin imha edilmesi tezleriyle aşılabilir. Dar sekt yapısı hiçbir kaygı duymadan, geriye bir kez dahi bakmadan yıkılmalıdır.

Kendisini işçi sınıfı yerine ikame eden, kendi gelişimini işçi sınıfı hareketinin gelişiminin aynasından değerlendirmeyen, sınıfa ve kitlelere hesap vermeyen, onlar tarafından denetlenmeyen, politikayı dar ilkesellik üzerine oturtan ve politika ve taktikleri sürekli boşa çıkan, örgüt çalışmasını dar örgüt propagandası ve ajitasyon faaliyeti ile sınırlı görüp görevini tamamlanmış sayan, örgütsel önderlikten salt kademelere önderliği anlayan, sınıf ve kitleleri görüş alanının, bizzat kendisini değerlendirme ölçütlerinin dışında tutan bu örgütsel anlayış ve onun iç sistemi atomlarına kadar parçalanmalıdır. Kişi ve kademeleri örgütün üzerinde, tüzük hükümleri tarafından bağlanmamış olarak gören, kongre ve konferanslar yoluyla sadece örgüt üyeleri ile değil bizzat işçi sınıfı ile yüzleşmeyen, eleştiriye tahammülsüz-özeleştiriye kapalı, her türden politik ve örgütsel keyfiliğe kapıyı açık tutan, programdan, tüzükten, politika ve örgütsel politikalardan çıkışını alan ölçütler yerine değer yargılarını geçiren, kadroları gelişkin bir çizgide doğru bir inisiyatifle geliştirmeyen ve onları örgütsel sorunların çözüm gücü olarak görmeyen grup tarzına proletaryanın ihtiyacı yoktur. Bu tarza karşı savaşım, doğrudan doğruya bir iç savaşım konusudur. Bu savaşımın biricik silahı, genel bir demokrasi anlayışı değil, demokratik merkeziyetçiliğin kısıtlarını da aşan komünizan bir gelişim ilkesi olarak kolektivizm, kolektif bir merkeziyetçilik, örgütsel emeğin kolektif birliği ilkeleridir. İlkellik ve amatörlük, merkeziyetçilik düşmanlığı, küçük burjuva rekabetçilik, aynı kökten olmak üzere işçi kuyrukçuluğu, proletaryanın savaş donanımı olamaz. Program ve tüzüğe göre bir yaşam, profesyonel devrimcilik, hiçbir karşılık beklemeksizin, fakat görev ve sorumlulukları kadar haklarının da bilincine sahip, çok daha etkin ve özneleşmiş örgüt üyeliği, teori-politika-örgüt-pratik bütünlüğünün hem örgüt çapında hem de önderlik kademelerinden başlayarak tek tek organ ve kadrolarda kurulabilmesi, güvenlik gerekleri dışında örgüt ve sınıfla ilgili her türlü bilginin merkezileşme dolayımıyla kolektife maledilmesi, nitelikli bir rapor sistemi, örgütün çevre güçlerinden başlayarak işçi sınıfının farklı kesimlerinin mücadele ve örgütlenme deneyimlerinden yararlanılması, küçük burjuva rekabet, federalizm ve çevreciliğin her türlüsüne karşı mücadele, yaralanmış ve yıkıma uğramış yoldaşlık ilişkilerinin yeniden inşası, fiili tasfiyeciliğin tortu ve deformasyonuna aman vermemek yaşamsaldır.

Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz. Küçük burjuva platformun “teorisizm” ve “entelektüelizm” adı altında yarattığı teori düşmanlığını da, örgütsel-pratik alandaki boşluk ve yetmezlikleri de altetmenin yolu, günlük faaliyetin komünist devrimci ilkeler ve program, politika ve örgütsel politikalar ışığında yürütülmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi, proletarya devrimini örgütleyecek parti ve onun kadroları olma yolunda yürümektir.

* * *

İç tartışma sürecinin tasfiyeci platformdan kopuşla sonuçlanması ne başlangıçta ne de son aşamasında bizim tercihimizdi. Biz proletarya sosyalistleri, tartışma sürecimizde her düzlemde sorunlarımızın köküne inmeyi, bunların içimizdeki ideolojik, politik, örgütsel tüm unsurlarından devrimci bir kopuşu savunarak yer aldık. Tartışma süreci sırasında dünya ve ülkedeki dönüşüm süreci, bunun programatik-siyasal sonuçları, işçi sınıfının değişen yapısı ve kolektif işçi bilinci, kent yoksulları gibi bir dizi konuda tezlerimizi ortaya koyduk. Siyasal mücadelenin somut sorunlarına dönük, politika yapış tarzımızı değiştiren önerilerde bulunduk. Tarihimize kör bir sahipleniş içerisinde davranmadığımız, onu eleştirel bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuz gibi, tarihsel sorumluluklarımızı özeleştirellikle üstlenmekten de kaçınmadık. Kuşkusuz başta kurucu, yönetici kadrolar olmak üzere TİKB’nin bütün bir gelişim seyrinin, ideolojik-politik-örgütsel-pratik, tarihsel yapısal sorunlarının, fiili tasfiyecilik sürecinin ve onun aşılamamasının, bunun sonucu yaşanan kadro ve çevre kaybının sorumluluğu bizlerin de omuzlarındadır. Uzun zamana yayılmış bir kan kaybının, güç erozyonunun, ortaya çıkan değişim ve dönüşümleri doğru zamanda görerek müdahale etmemiş olmanın, önderlik zafiyetinin, örgüte sakınmasızca emek vermiş, ancak bu sürecin yarattığı hayal kırıklığı ile uzaklaşmış yoldaşlarımızın yitirilmesinin sorumluluğunu, taşıdığımız örgütsel sorumluluklarla birlikte üstleniyoruz. Bundan dolayı, biz, bu tarihsel süreci, sadece devrimci bir eleştirellik ve dönüşüm süreci olarak değil, yeni olanı kuruculukta somutlanacak derin bir özeleştirellik süreci olarak da görüyoruz. Yaşadığımız kan kaybı ve güç erozyonunu aşmakla sınırlı kalmaksızın, proleter sosyalizmi çizgisindeki yeniden inşamıza katılmaları için, bu yoldaşlarımıza da devrimci bir çağrıda bulunuyoruz.

Tartışma sürecindeki varoluşumuz, polisiye yöntemlerle atılı “hizip” ve “çete” suçlamasıyla tasfiye aşaması dahil bu sorumluluk bilinciyle bütünleşik olmuştur. Küçük burjuva platform ise dışsallaştırıcı bir sorumsuzlukla, baştan itibaren “inkarcılık” ve “nihilizm” suçlaması ile karşımıza dikilmiş; yüzü geriye dönük dogmatik tutuculuktan liberal tasfiyeci geriye kırılmaya doğru yolculuğunda sürekli olarak bu beylik silaha davranmıştır.

Biz proletarya sosyalistleri, devrimci bir kopuşa karşı karşımıza çıkarılan “inkarcılık” ve “nihilizm” suçlamasını nefretle reddediyoruz. TİKB‘nin tarihsel devrimci değer ve mevzilerini yaşatmanın yolunu, onu bugüne getiren çizgileri aynen tekrar etmekte görenleri, bunu yapacağını vadedenleri bizden önce yaşam, hatta kendi yaşamları şimdiden boşa çıkarmıştır. “Yeni ihanet çağı” görüşlerini savunanlar, TİKB’nin tarihine ve devrimci değerlerine layık olamazlar. Biz ise, son derece zorlu, ancak kendimizden başlayarak şiddetli bir iç savaşımla kazanılabilecek örgütsel-kadrosal dönüşüm yolunu seçtik. Yürüyüşümüzü iç dinamizmini proletaryanın kurtuluş idealinden, derin bir özeleştirellikten ve yeni bir bakış açısına ulaşmış olmaktan alan bir güven ve özgüvenle sürdüreceğiz. Çiğnenmemiş yeni bir yolda, proletarya sosyalizminin izinde, komünizmin ışığı, proletaryanın içerisinde ve ölümsüzleşmiş yoldaşlarımızın denetleyen gözlerinin, Marksizm-Leninizm’in bayrağının altında!

YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM!
YAŞASIN PROLETARYA SOSYALİZMİ!
YAŞASIN TİKB!