30 Nisan 2009 Perşembe

1 Mayıs '77

1 MAYISDA TAKSİM YASAĞINI YIRTMAK İÇİN TAKSİMDEYİZ

Faşist diktatörlük 1 Mayıs düşmanlığını ve korkusunu bir kez daha Taksim 1 Mayıs alanını işçi ve emekçilerin 1 Mayıs kutlamalarına yasak koyarak ortaya koydu. 1 Mayıs yılları süren zorlu mücadeleler sonucu yasal işçi ve emekçilerin bayramı olarak kabul edildi.
Neki faşist diktatölük ve emekçi düşmanı AKP hükümeti Taksimi işçi ve emekçilere yasaklayarak , günler öncesinden başlatılan operasyon ve infazla 1 Mayıs düşmanlığını sürdürdü. Neki 1 Mayıs işçi bayramını mücadeleyle koparıp alan işçiler ve emekçiler Taksim yasağını kırarak , 1 Mayısın koluna vurulan zincirini paraçalayacaklardır. Cesaret ve inatçı ve zorlu bir savaşım verilmeden hakların korunması ve alınması mümkün değildir. Onun içindir ki faşist diktatörlüğün ve AKP hükümetinin provakasyonalırna, tehditlerine ve yasaklarına rağmen işçiler , emekçiler , devrimciler ve emekçiler 1 Mayısı 1 Mayıs alanı Taksim de kutlamak için, 1 Mayıs günü Taksimde olacaktırlar. Tüm işçi, emekçi ve devrimci güçleri istanbulda 1 Mayıs günü Taksimi özgürleştirmek için Taksim de bulaşmaya ve faşist diktatörlüğün yasaklarını kırmaya çağırıyoruz. DHB okurları olarak Taksimde olacağız…!
Bütün Güçler Cuma Günü 1 Mayıs'ta saat 10.00'da Pangaltı'da buluşarak Taksime yürüyecektirler.
Yaşasın 1 Mayıs Biji Yek Gulan !
Taksime Özgürlük !
Faşizme Ölüm Halka Özgürlük !
30.NİSAN.2009
DEVRİMCİ HALKIN BİRLİĞİ

F TİPLERİNE DUYARLILIK ÇAĞRISI

Basına ve kamuoyuna!

İçinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasi kriz nedeni ile büyük bir “sosyal patlama” tehlikesinden korkan devlet son dönemde başta Kürt halkı olmak üzere toplumun bütün ezilen ve sömürülen kesimlerine karşı tam bir saldırı furyası başlatmış durumdadır.

Ortadoğu ve Kafkaslar’da emperyalizmin bir saldırı üssü olmaya hazırlanan TC devleti içerideki toplumsal muhalefeti tamamen bastırmaya, gelişen devrimci mücadeleyi baskı ve zorla engellemeye çalışmaktadır. Korkuları arttıkça, saldırılar da yoğunlaşmakta, kendi içlerinde çelişki ve çatışmaları keskinleşen egemen sınıflar çareyi devrimci ve demokratik güçlere saldırmakta bulmaktadırlar.

Baskı ve katliamlarla sindiremedikleri, baş eğdiremedikleri devrimcilerin emekçi sınıflar üzerindeki etkisini bilen devlet devrimci tutsakları teslim alabilmek, onları birbirinden ve toplumdan tamamen yalıtabilmek için yeni saldırı politikaları geliştiriyor ve hayata geçirmeye çalışıyor. Daha kısa bir süre önce Metris Hapishanesi’nde Engin Çeber’i işkenceyle katledenler şimdi yeni saldırılarla tutsaklar üzerindeki baskıyı tırmandırıyor. 19 Aralık katliamı sonrası açılan F tipi hapishanelerde de devrimci tutsakların devrime ve halka olan bağlılıklarını yok edemeyenler, şimdi yeni uygulamalarla tecrit sistemini kökleştirmeye çalışıyor. Yeni Ceza İnfaz Yasasıyla F tipi zindanlarda yapılan baskı ve işkencelere yasal kılıf uydurmaya çalışan devlet, şimdi de icat edilen kimi yasalarla devrimci tutsaklar üzerindeki baskı uygulamalarını katmerlendirme telaşına düşmüş durumdadır.

Bulunduğumuz Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde kısa bir süre önce hükümlü tutuklu tutsakları zorla birbirinden ayıran devlet, şimdi de “gençleri koruma yasası” gereğince devrimci tutsakları yaşlarına göre sınıflandırıp birbirinden tecrit etmeye çalışmaktadır.

“Genç” devrimci tutsakları “yetişkin” ve “yaşlı” olarak sınıflandırdıkları devrimci tutsaklardan ayırmak suretiyle hapishanelerdeki tecrit sistemini bir üst boyuta taşımaktadır. Açıktır ki, F tipi hapishaneler kapatılmadığı sürece devlet bu tür saldırılarını sürdürecektir.

Ancak burada bir kez daha hatırlatmak isteriz ki, devlet bu saldırıların hiçbirinde bugüne kadar bir sonuç alamamıştır. Tüm saldırıları devrimci tutsakların kararlılığına çarpıp tuzla buz olacaktır. Egemenlerin devrimci tutsakları teslim alma, susturma ve toplumdan yalıtarak siyasi kimliklerinden koparma uğraşları geri tepecek, her uygulamaları devrimci irade karşısında boşa çıkacaktır. Bizleri devrim mücadelesinden ve emekçi halkımızdan koparmaya, bizim aramızdaki devrimci dayanışma duygularını yok etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Mücadelemizi daha da geliştirerek bu saldırıları cevaplayacağız!
Tekirdağ F Tipi Devrimci Tutsaklar

Biz Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Zindanında bulunan devrimci tutsaklar olarak tüm kamuoyunu F Tipi hapishanelerde gelişen baskı ve faşist saldırılara karşı sessiz kalındığında yarın çok daha ağır bedellerin ödenilmesi zorunda kalınacağının bilinciyle duyarlı olmaya ve seslerini yükseltmeye çağırıyoruz. 26 Nisan 2009

Tamiller için acil eylem çağrısı

Siri Lanka'da Tamil halkına yönelik katliam sürerken, Londra'da bulunan İngiltere Parlamentosu önünde kitlesel eylemler yapılıyor. Tamilli üniversite öğrencisi Prarameswaren Subramaniam'ın başlattığı açlık grevi ise 23. gününe girdi.

Bugün öğle saatlerinde Parliament Square'de toplanan binlerce kişi, Tamil halkına yönelik soykırıma karşı girişimde bulunmasıni istedi. Polis, protesto nedeniyle parlamento önündeki tüm yollara barikatlar kurdu. Barikatlar, yaklaşık 1 km uzakta bulunan Başbakanlık evi önüne kadar uzandı.

Açlık grevi 23. günde

Tamilli üniversite öğrencisi Prarameswaren Subramaniam'ın 7 Nisan'da başlattığı açlık grevi ise 23. gününe girdi. Ailesi ve kardeşleri Sri Lanka'da katledilen 28 yaşındaki Subramaniam'a destek vermek için dönüşümlü destek açlık grevleri yapılıyor.

Şemdinli bombaları Neron Paşa'nın

İnternette ses kaydı yayınlanan Korgeneral Selahattin Uğurlu, 'Şemdinli ve Eruh'u yakalım' diyor. Neron Paşa, yakmasa da bombalamış, Şemdinli'nin arkasında yer alıyor. Başbakan, 'nereye kadar giderse' demişti. İşte Neron Paşa icraatlarıyla ayağına kadar geldi.

İnternete düşen ses kaydı ve itiraf mektupları kirli savaş suçlarını deşifre etmeye devam ediyor. Harp Akademileri Komutan Yardımcısı Korgeneral Selahattin Uğurlu'ya ait ses kaydı internette yayınlandı. 28 Nisan tarihinde internette yer alan 8 dakika 32 saniyelik konuşmasında Korg. Uğurlu, 'terörle mücadele' de izlenen yöntemleri eleştiriyor, sorunun daha fazla şiddet uygulanarak çözülebileceğini, saldırılara 'yüz katı misliyle cevap verilmesi' gerektiğini savunuyor. Şemdinli ve Eruh yakmayı öneriyor. 1925 tarihli 'çok gizli' ibareli belgeyle kirli savaşın yüz yıllık tarihinin izini sürüyor.

Neron Paşa Uğurlu, 84'te Eruh ve Şemdinli baskınlarının ardından Şemdinli'yi yakmayı önerdiğinde komutanı tarafından azarlandığını belirtiyor. Fakat o zaman azarlanan Neron Paşa'nın, daha sonra görevde olduğu dönemde, Şemdinli bombalarının arkasındaki isim olduğu açığa çıktı. Şemdinli iddianamesinde de 'emir komuta zinciri' içerisinde kendisinden habersiz olamayacağı belirtilerek suçlanan Uğurlu'nun Şemdinli olaylarıyla ilişkisi; aynı bölgede görev yaptığı anlaşılan bir binbaşının ihbar mektubunda da çok somut bilgilerle yer alıyor. İhbar mektubunda Şemdinli bombacıları ve kontrgerilla örgütlenmesiyle ilgili çarpıcı bilgilerde yer alıyor.

Yayınlanan ses kaydında yer alan değerlendirmelerle, ihbar mektubunun işaret ettiği bilgiler bir birini tamamlıyor. Ortaya Şemdinli dahil bir çok bombalama ve 'örtülü faaliyet'in arkasında yer alan kontrgerillacı bir kirli savaş baronunun portresi çıkıyor. Emrindeki subay ve askerlerin hayatını zerre kadar önemsemeyen bu kirli savaş baronu, oğulları ve yakın akrabalarını ise ya 'çürük' raporuyla askerlikten muaf tutmuş, ya da en güvenli yerlerde askerlik yaptırmış.

'Şemdinli ve Eruh'u yakalım'

Halen Harp Akademileri Komutan Yardımcısı olan Korgeneral Selahattin Uğurlu, akademi öğrencilerine verdiği ders konuşmasında kirli savaş pratiğini ve kontrgerilla yöntemlerini savunuyor. Mevcut yöntemleri pasif buluyor, 'terörün şiddetle çözüleceğini' savunuyor. Dağlıca ve Aktütün baskınlarını da örnek veren Uğurlu, “Üs ve karakolların basılması tamamen rütbeli hatası” diyor. Askeri yetkililerin çok fazla konuşmasını eleştirerek, bir tanesini söyleyeyim 2. Başkan; “Bizi izleyin' ne yapacağız. Geçen sene Dağlıca'daydı. Bizde şunu yapacağız. İzledik. Gabar dağında 13 tane şehit verdiler" diyor.

Korgeneral Uğurlu ses kaydında; 15 Ağustos 1984 yılında Şemdinli ve Eruh baskını sonrası toplantı yapıldığını, toplantıya bir orgeneral, bir korgeneral, bir tuğgeneral katıldığını kendisinin de binbaşı rütbesiyle toplantı tutanaklarını tuttuğunu belirtiyor. Toplantının sonunda kendisininde fikrinin sorulması üzerine görüşlerini söylediğini belirtiyor: "Bir kurmay subay olarak mı soruyorsunuz? Bana bir terör uzmanı olarak mı soruyorsunuz. Elbette dedi terör uzmanı olarak soruyorum. Eee peki komutanım dedim, o zaman o iş biter. Eruh ve Şemdinli'yi yakalım dedim."

Bu sözün ardından odadan kovulduğunu belirten Uğurlu; "Çık dışarı dedi. Çık dışarı dedi. Zaman geldi ben tuğgeneral oldum. Bir yerde spor yapıyoruz. Herif beni bir güzel sopaladı, beraberiz. Kendiniz yakmadınız bize yaktırdınız o şeyi. Sen haklıydın dedi."

1925 tarihli gizli genelge

Neron Paşa Uğurlu, 'saldırılara yüz katı misliyle cevap verilmesi'ni savunurken, tarihsel hatırlatmada bulunuyor, cumhuriyetin başından günümüze kirli savaşın tarihsel devamlılığını gösteriyor: "Bakın elimde, komutanınıza da okuttum, elimde 1925'in çok gizli derecede yazılmış, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın yazdırmış olduğu özel rapor var. Diyor ki önce tespit edeceksin. Ali, Veli, Hasan, Hüseyin... Önce diyor ekinini yakacaksın. Zorbalık yapıyor, devam ediyor. Hayvanını telef edeceksin. Uslanmadı evini başına yıkacaksın. Uslanmadı öbür dünya ya göç ettireceksin. Kalanını da buradan def edeceksin."

Şemdinli'de Neron paşa izi

Neron Paşa Uğurlu, 2005 yılında Şemdinli olaylarının yaşandığı dönemde Jandarma Asayiş Bölge Komutanı olarak görev yapıyor. Savcısı Ferhat Sarıkaya'nın hazırladığı Şemdinli iddianamesinde de adı geçen ve 'emir komuta zinciri gereği bilgisi dışında olamayacağı' değerlendirilen Uğurlu ile ilgili, emri altında çalışan bir binbaşı tarafından yazıldığı anlaşılan 2005 ihbar mektubunda da çarpıcı bilgi ve suçlamalar yer alıyor. Bilgi ve suçlamalar, ses kaydında savunulan yöntemlerle uyumlu. En önemlisi de, Uğurlu'nun Şemdinli olaylarında tuttuğu yerle ilgili.

Başbakan Tayyip Erdoğan Şemdinli olayları sonrasında 'nereye kadar giderse gidilecek' demiş, fakat daha sonra geri adım atmıştı. İşte Şemdinli'nin arkasındaki bağlantılar ayağına kadar geldi.

Şemdinli olayını 'buzdağının görünen küçük bir yüzü' olarak değerlendiren ihbar mektubunda, “Şemdinli’de üç veren Doğu bölgesindeki bütün kışkırtıcı eylemlerin stratejik planlayıcısı ve destekçisi Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Selahattin Uğurlu’dur” deniliyor.

Devamında, Uğurlu’nun planlarıyla, başta Yüksekova, Hakkari ve Şemdinli hattı olmak üzere bu işleri yapabilecek onlarca subay ve astsubay bölgeye dağıtıldı ve faaliyetlere başlandı. Çok gizili operasyonlar yürütüldü deniliyor. Hatırlanacağı gibi Şemdinli'de Umut Kitabevini bombaladıktan sonra suçüstü yakalanan bombalamadan önce; Şemdinli, Yüksekova ve Hakkari'de onlarca kontrgerilla bombası patlatılmıştı.

'Bana kelle alacak adam bulun'

Mektupta Uğurlu ile ilgili şu bilgiler yer alıyor: “Bölgede göreve başladığı günden beri gerek komutanlarını gerekse de astlarını terörün düzenli operasyonlarla bitirilemeyeceği konusunda doldurmaya çalıştı. Bu görüşlerine İkinci Ordu Komutanımız Sarıışık katılmasa da Uğurlu’nun hiç umrunda değildi. Zira etrafına her vesile ile hissettirdiği gibi muhatabı o değil Jandarma Genel

Komutanı Fevzi Türkeri’ydi. Terörü düzenli olmayan operasyonlarla bitirme fikrinde Türkeri ile birebir uyum sağlayan Uğurlu bunun nasıl yapılacağını biz astlarına şu sözleriyle açıklıyordu: “Bana leş getirecek, kelle alacak adam bulun!” İhbar mektubunda, Şemdinli bombacıları ve İl Jandarma Alay Komutanı ile ilgilide önemli bilgiler yer alıyor. 'Mutkili Ali' lakaplı Astsubay Ali Kaya'nın Şemdinli'deki provake bombalamaların kilit ismi olduğu belirtiliyor. Ali Kaya'nın isminin 1994'e kadar Hacı Kaya olduğu, bir komutanının isteği üzerine değiştirildiği bilgisi yer alıyor. “Mutkili Ali bir astsubay olmakla birlikte bölgedeki neredeyse bütün subaylardan daha itibarlıdır ve Hakkari Jandarma İl Komutanı Erhan Kubat’a direk bağlıdır. Kaya, planlanan eylemleri uygulamada Kubat’a karşı sorumu olmakla birlikte Jandarma Asayiş Bölge Komutanı Selahattin Uğurlu ve Jandarma Genel Komutanlığı’na direk rapor verme sorumluluğu da taşımaktadır.” deniliyor. Kaya'nın halk tarafından ele geçirilen ajandasında “gelişmelerin düzenli olarak bildirilmesi' notu da yer alıyor.

Uğurlu'ya tapma düzeyinde bağlı

İhbar mektubunda, Şemdinli dahil bölgede patlatılan çok sayıda bomba ve kontrgerilla faaliyetinin 'beyin ismi'nin, Hakkari İl Jandarma Komutanı Erhan Kubat olduğu belirtiliyor. Kubat'ın 'rütbe, sicil ve maddi çıkar ilişkilerinin ötesinde bir bağla Selahattin Uğurlu'ya tapma düzeyinde bağlı' olduğu belirtiliyor.

Şemdinli'de yakalanan araç içerisindekileri görevlendirme emrinin altında Kubat'ın imzası buluyor. “Hakkari, Yüksekova ve Şemdinli bölgesinde çıkan olaylar ve ölümlerle ilgili bir çizelge

çıkarılsa, Kubat öncesi ve sonrasındaki fark dramatik şekilde ortaya çıkacaktır” deniliyor. Şemdinli olaylarının öncesinde, Şemdinli karakolunun yakınında patlatılan 200 kiloluk bombanında aynı ekibin işi olduğu belirtiliyor.

Neron aynı zamanda tecavüzcü

Şemdinli olayında ve bölgede patlatılan kontrgerilla bombalamalarında bütün yollar Uğurlu'ya çıkıyor. Fakat Uğurlu'nun icraatları Yalnız bunlarla sınırlı değil. Mektupda, yer, kişi ve olay belirtilerek Uğurlu'nun kontrgerilla faaliyetleri tek tek anlatılıyor. Onun için ölen subay ve askerlerinde bir öneminin olmadığı, 'ne kadar ölü olursa o kadar güç anlamına geldiği' belirtiliyor. Askeri saldırılarda yapılan hataların, bu hataların üzerinin nasıl örtüldüğü anlatılıyor.

Mektbu yazan binbaşı 'bizzat şahit olduğu', Şırnak'ta bir astsubay ve 4 askerin ölümünün gazetelere yansımasından sonra Uğurlu'nun tepkisini şöyle anlatıyor: “Uğurlu aşırı sinirlendi ve koridordan dahi duyulacak şekilde, şunları söyledi: “Yok efendim Allahına gitti, peygamberine gitti, analarının örekesine siktir olup gitti şerefsizler. Şehitlerine de peygamberlerine de Allahlarına da...”

Bir başka olay anlatımında ise Uğurlu'nun tecavüzcü yüzü açığa çıkıyor. Bir grup PKK'linin sınırdan geçeceği bilgisi ulaştığında komutana şu emri veriyor: “Gidin ve önlerini kesin. Bunların çoğu kadındır. Emir veriyorum, hepsini dağa kaldırın ve bir güzel düzün. Bakalım bir daha dağa çıkabilirler mi?”

Hasan İş'i astsubay öldürdü

Mektupta ayrıca Hasan İş isimli bir yurtseverinde Uğurlu'nun emrindeki bir astsubay tarafından öldürüldüğü ve olayın polisin üzerine yıkıldığı anlatılıyor. “Polise yıkılan Hasan İş’in öldürülmesi görevini yerine getiren kişi bir astsubaydı. Gösteriden 6 saat kadar önce başka bir yerde öldürülen Hasan İş’in cesedi gri bir minibüs ile olay yerine getirip atıldı ve halka ulaşacak kaynaklara İşin polis tarafından öldürüldüğü haberi verildi. Zor durumda kalan emniyetçiler uzun süre sokağa çıkmadılar ve İş’in bir kan davasında öldürüldüğü açıklamasını yaptılar” deniliyor.

Provokasyon bildirileri de Uğurlu'dan

Şemdinli olayları öncesinde bölgede dağıtılan Kürt halkına karşı ağır hakaret ve ırkçı saldırganlık dolu bildirilerinde Uğurlu'nun işi olduğu belirtiliyor. O dönem basına da yansıyan bildirilerin altında TİT imzası kullanılmıştı. Mektupta, Yüksekova'da dağıtılan bildirinin Uğurlu'nun özel emriyle hazırlandığı belirtiliyor. “Paşa’nın Kürtler hakkında hergün kullandığı 'ibne' 'köpek sürüsü' ve 'cunüpler' gibi kelimelerini de içeren bildiri metninin bazı cümlelerini Uğurlu bizzat kendisi yazdırdı” bilgisi yer alıyor.

Yine Şemdinli'de dağıtılan 'Beş şehidin kanı yerde kalmayacak' başlıklı bildirinin de, Uğurlu ve Kubat organizasyonuyla hazırlandığı ve Umut Kitabevi'nin bombalanması öncesinde Şemdinli'de dağıtıldığı belirtiliyor. Uğurlu'nun bütün faaliyetlerinde bölge halkıyla devleti karşı karşıya getirmeye çalıştığı ifade ediliyor.

Kendisi 'vatansever' yakınları çürük!

Yüz misli daha fazla şiddet kullanılmalı diyen ve ölen asker ve subaylara bile saygısı olmayan, hesapsızca ölüme gönderen Uğurlu'nun kendi oğulları ve akrabalarını ise ya çürük raporuyla askerlikten muaf tuttuğu, ya da en risksiz yerlerde askerlik yaptırdığı görülüyor. Bu güne kadar general düzeyinde Hiçbir komutanın çocuğunun ve yakınlarının çatışma bölgelerinde askerlik yapmadığı görülmüştü. Korgeneral Uğurlu'da bu listede dört yakınıyla yer alıyor.

Uğurlu'nun oğlu Timuçin Uğurlu, Samsun Sıhhiye Okulu ve Ankara İlaç fabrikasında, diğer oğlu Burçin Uğurlu, İstanbul Piyade Okulu ve yine İstanbul Levazım Okulunda, yeğeni Haydar Okay Uğurlu, İzmir Ulaştırma okulu ve Maltepe Askeri Lisesi`nde, diğer yeğeni Saydam Caner ise İzmir İstihkâm Okulu ve İstanbul`da askerlik yapmışlar. Haydar Okay Uğurlu usta birliğinde sadece 20 gün askerlik görevini yaptıktan sonra teskere almış.

AP'de 'ROJ TV'ye dokunma' toplantısı yapıldı

BRÜKSEL - Türkiye’nin ROJ TV’yi kapatma baskılarını protesto etmek için Avrupa Parlamentosu’nda “Roj TV’ye dokunma” başlıklı bir basın toplantısı düzenlendi.Avrupa milletvekilleri Vittorio Agnoletto, Paulo Casaca, Søren Bo Sondergaard ve Luisa Morgantini tarafından, ROJ TV üzerindeki baskıları kınamak amacıyla, bugün saat 14.30’da Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu basın salonunda bir toplantı düzenlediler.“ROJ TV’ye dokunma!” başlıklı basın toplantısında, Türk devletinin Danimarka hükümeti üzerinde ROJ TV’nin lisansının iptali için yaptığı siyasi baskıların kabul edilemez olduğu vurgulandı.Toplantıya konuşmacı olarak Avrupa Parlamentosu Portekiz milletvekili Paulo Casaca, Avrupa Parlamentosu milletvekili Soren Bo Sondergaard, ROJ TV temsilci Amed Dicle ve Kürdistan Ulusal Kongresi adına Ahmet Gülabi Dere katıldılar ve birer konuşma yaptılar. Danimarkalı Bo Sondegard, Danimarka’nın Türk devletinin uygulamış olduğu baskılara boyun eğmeyeceğini belirterek bunu yaparken sadece ROJ TV ile ilgili değil, kendi demokratik kriterlerini korumak için yapacağını kaydetti.Paulo Casaca, her konuda Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yanında olacağını belirterek, ROJ TV’nin de bu noktada önemli bir yer teşkil ettiğine işaret etti. Amed Dicle ise ROJ TV’nin Kürtlerin tek özgür sesi olduğunu belirterek Türk devletinin bunu bastırmaya çalıştığını söyledi. Avrupa devletlerini Türklerin Kürtlere karşı işlediği suçlara alet olmamaya çağıran Dicle, “ROJ TV siyasi ve ekonomik çıkarlara kurban edilmemeli, hukukun işlemeli” dedi.Ahmet Dere ise, gerek KNK, gerekse de diğer tüm Kürt örgütlerinin ROJ TV’yi desteklediklerini ifade ederek, ROJ TV tüm Kürtlerin gözü, kulağı olduğunu, Danimarka’nın ise kendi demokratik kriterlerini çiğnetmeyeceğini söyledi.ANF NEWS AGENCY

HPG: Lice’deki eylem misilleme eylemidir

BEHDİNAN - HPG Anakarargah Komutanlığı, Lice-Bingöl kırsalında 9 askerin öldüğü eylemin misilleme olduğunu bildirdi.HPG Anakarargah Komutanlığı tarafından yapılan açıklamada, ‘’Lice kırsalında gerçekleşen misilleme eylemi yerel güçlerimizin inisiyatifi ile operasyon hazırlığındaki TC ordu güçlerine karşı savunma amaçlı yapılan bir misilleme eylemidir’’ denildi.Türk ordusunun operasyonlar yaptığı, Kürt siyasetçilerinin tutuklandığı, Halfeti ve Hakkari’de Kürt gençlerinin öldürüldüğünü kaydeden HPG, ‘’Buna rağmen biz HPG olarak KCK’nin ilan ettiği 1 Haziran’a kadarki eylemsizlik kararına olan bağlılığımız devam etmektedir’’ dedi.Açıklamada, Lice-Bingöl kırsalında gerçekleştirilen eylemle ilgili ayrıntılı açıklamanın daha sonra yapılacağını kaydetti.ANF NEWS AGENCY

29 Nisan 2009 Çarşamba

DHKC Basın Bürosu Açıklaması

Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi, yayınladığı yazılı açıklama ile 'Sami Türk'ün Ensesindeki Halkın Adaletininin Kılıcıdır' dedi.29 Nisan 2009 tarihli, 378 Nolu DHKC Basın Bürosu açıklaması:Sami Türk'ün EnsesindekiHalkın Adaletinin KılıcıdırBir suçlu, bugün, işlediği suçların hesabını vermekten son anda kurtuldu.Bir Cephe savaşçısının, 29 Nisan saat 10.45 sıralarında Ankara Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde gerçekleştirdiği feda eyleminin, henüz netleştiremediğimiz bir aksaklık sonucu yarım kalması nedeniyle, 19-22 Aralık Katliamı'nın birinci dereceden sorumlularından eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, halkın adaletine hesap vermekten kurtulmuş oldu.Ama şimdilik!Bugün Sami Türk'ün ensesinde hissettiği halkın adaletinin kılıcıydı. O kılıç er geç inecek. Türkiye tarihinin en büyük hapishaneler katliamını gerçekleştiren ve hala bu katliamı savunmaya devam eden o baş düşecek!Hiçbir güvenlik önlemi,halkın adalet özleminden güçlü değildir!Devletin en üst düzey koruma önlemleriyle koruduğu eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'ün burnunun dibine kadar yaklaştık. O bugün bir Cephe savaşçısının nefesini, mecazi olarak değil, fiziki olarak ensesinde hissetti.HER ŞEYE KADİR, HER ŞEYE MUKTEDİR OLİGARŞİK DEVLETİN VE ONUN POLİSİNİN RUHU DUYMADAN BOMBALARIMIZLA, SİLAHLARIMIZLA SAMİ TÜRK'ÜN YANINA KADAR GİTTİK.Ne adım başı her yere konulan "mobese" kameraları, ne "ortam dinlemeleri", ne de adeta örtülü bir sıkıyönetim düzenine dönüşen "güvenlik" önlemleri, hiçbir şey halkın yaratıcılığının, devrimci kararlılık ve iradenin üstünde olamaz. Eylemimiz, bunu bir kez daha herkese göstermiştir.Halk düşmanı katliamcılar, işkenceciler, infazcılar, sömürücü asalaklar, gökdelenlerin 25. katına da çıksalar, yerin yedi kat altına da saklansalar, koruma ordularının ortasında da dolaşsalar, halkın adaleti onları bulup cezalandıracak.Sabancılar'ın gökdelenlerine nasıl girdiysek, bugün Sami Türk'ün burnunun dibine kadar nasıl girdiysek, yine gireceğiz. Onlarca halk düşmanının karşısına nasıl çıktıysak, yine çıkacağız. Halkın adalet özlemi karşılıksız kalamaz; halk adaletsiz yaşayamaz. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi savaşçıları, onur namus adalet savaşçılarıdır aynı zamanda; bu söz onların sözüdür: ADALET YERİNİ BULACAK!Hikmet Sami Türk, bu cezayı çoktan haketmiştir!Hikmet Sami Türk'ün en büyük suçu, 19-22 Aralık Katliamı'dır. O gün sabah, ölüm mangaları, özel timler, işkenceciler, 20 hapishanede birden devrimci tutsaklara karşı saldırıya geçtiler.8 jandarma komando taburu, 37 bölük olmak üzere 8 bin 335 subay, astsubay ve asker, binlerce Çevik Kuvvet, binlerce gardiyandan oluşuyordu zulüm güçleri. Üç gün süren saldırıda 20 bini aşkın gaz bombası kullanıldı tutsaklara karşı. Tutsaklara sıkılan kurşunların sayısı bilinmiyor. Üzerinde "İnsan bulunan yere atılmaz" yazılı kimyasal bombalar, alev silahları kullanıldı. Bu vahşet sonucunda dört gün içinde 28 tutsak katledildi. Yüzlercesi yaralandı. İstisnasız tüm tutsaklar işkencelerden geçirildi.Halka hesap vermekten "şimdilik" kurtulan Hikmet Sami Türk, eylemimizin hemen ardından yaptığı basın toplantısında, "suçunu bilen" bir katil portresi çiziyordu."Beni neden öldürmek istediler?" diye sordu ve hemen ardından 19-22 Aralık 2000 katliamını, F Tipi Hapishanelerin açılmasını anlatmaya başladı. Suçunu bilen, kime niye hizmet ettiğini bilen bir burjuva politikacısı olarak, "Hayata Dönüş" adını verdiği ve hala aynı adı kullanmakta ısrar ettiği operasyonu savundu. Bu operasyonla hapishanelerde büyük bir "reform" yapıldığını savunuyordu hala. Bakın savunduğu neydi:"Yoğun gaz bombasının ardından yangın bombaları atarak, koğuşu bir anda yakmaya başladılar. Yangın aniden bütün koğuşa yayıldı. Ranzalar, bütün eşyalar birden yanmaya başladı. Ve insanlar gaz bombaları ve dumandan nefes alamaz hale geldiler. İçerisi fırın gibiydi. Saçlarımız tutuşmaya başlamıştı. Kapı zorlanarak açıldı. Ama alevler geçmemize izin vermiyordu."Geçemediler.6 Kadın, Bayrampaşa Hapishanesi'nde diri diri yakıldı.6 kadının kömüre dönüşen cesetleriydi Sami Türk'ün reformu.19-22 Aralık günlerinde hapishanelerden çıkarılan tam 28 tutsağın cesediydi reform.Reform, binlerce tutsağın işkencelerden geçirilmesiydi. Reform, F Tiplerinin işkencelerle, tecavüzlerle açılmasıyla ve tecritle devam ediyordu. Ve Sami Türk, 28 tutsağın katledilmesinin ardından çıktığı televizyon ekranlarında "Benim tahminlerimin altında bir zaiyattır. Çok daha fazla, bunun birkaç katı olabilir diye öngörüyorduk" diyendi.Bu bir savaş ve elbette zulüm cephesi de "zaiyat" verecek.Ve onların başında da yukarıdaki sözlerin sahibi olacak.İşte ensendeyiz Sami Türk!İşte gördün ki, F Tipi Hapishaneleriniz dedevrim mücadelesini durdurmaya yetmemiştir!19-22 Aralık katliamıyla bizi yıldırmak ve F Tipi Hapishanelerde tecrit zulmüyle teslim almak istediler. Sami Türk, bu emperyalist politikanın yürütücülerinden biriydi. 19 Aralık'ta teslim olmadık, feda savaşçılarımızla çıktık zulmün karşısına. F Tiplerinde teslim olmadık; 122 şehit vererek aşılmaz bir barikat ördük tecrit zulmünün karşısında.Bu eylemimiz, aynı zamanda 122 şehidimize karşı borcumuzdu.Borcumuzu tam ödemiş sayılmayız henüz; ödeyeceğiz.Hikmet Sami Türk, basın toplantısında 19-22 Aralık ertesinde oligarşinin çeşitli sözcüleri tarafından yapılan açıklamaları tekrarlıyordu adeta. Hayata Dönüş ve F Tipleriyle, "dışarıdaki terör"ün de engellendiğini söylüyordu. Hatırlanacağı gibi, 19-22 Aralık katliamının ardından İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Komutanlığı tarafından verilen brifingde de "F Tipi uygulamasıyla terör ülke gündeminden çıkarılacaktır." denilmekteydi. Ama işte yanıldılar.Yanıldıklarının en yakın ve en son kanıtı, Sami Türk'ün burnunun dibine kadar sokulan Cephe savaşçılarıdır. Sami Türk'ün ensesinde hissettiği o nefes, 19-22 Aralık katliamının da, F Tipi hapishanelerin de halkın devrimci mücadelesini durdurmaya, devrim mücadelesini "ülke gündeminden çıkarmaya" yetmediğini söylüyor.Sami Türkler ve tüm halk düşmanları bilsin ki, nefesimizi ensenizde daha fazla duyacaksınız!Ve o, duyduğunuz son nefes olacak.- HALK DÜŞMANLARININ KORKULU RÜYASI OLMAYA DEVAM EDECEĞİZ!- KATİLLERİ NEREYE KAÇARLARSA KAÇSINLAR,HANGİ ÖNLEMLERİ ALIRLARSA ALSINLAR, BULUP CEZALANDIRACAĞIZ!
DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ

TAKSİM’İ KAZANMAK[*]

“Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçemeyecek kadar,
ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.”[1]

Dilerseniz, işe ilkin “Neden 1 Mayıs?” sorusuyla başlayalım.
Biliyorum, sizlere bu soruyu sormak abes. Ama son 20 yılın entelektüel yaşamına damgasını vuran postmodern bozgun havası, ve ona eşlik eden tüm “Elveda” edebiyatı (“Elveda Proletarya”, “Elveda Başkaldırı”, “Tarihin Sonu” vb.) ortamı öylesine toz-dumana beledi ki, bildiklerimizi hergün yeniden ve yeniden tekrar etmek, neyi, neden bildiğimizi kendimize açıklamak durumundayız…
Alın, dilerseniz, ben tam bu satırları yazarken ekranıma düşen Ahmet Altan’ın 17 Nisan 2009 tarihli Taraf’taki “Yoksulluk ve Sol” başlıklı yazısı… Buyurun, buradan yakın:
“Dünya, insanlık tarihinin en büyük kırılma noktasından geçiyor.
Daha önce bir benzerinin hiç görülmediği bir değişim bu.
İnsanoğlunun “bedeniyle” çalışma dönemi bitiyor.
Beş bin yıllık insanlık tarihinde ilk kez oluyor bu.
Biz beş bin yıldır “hayatı”, bedenimizle çalışma esası üzerinden anlayıp yorumluyoruz.
Bütün toplumsal analizlerimiz de bunun üzerinedir.
Köleler vardır, efendiler vardır.
İşçiler vardır, patronlar vardır.
Kölelik bitti.
Şimdi de işçilik bitiyor.
Bu, insanoğlu için tarihinin en olumlu dönüşümü aslında.
Ama “dönüşüm”ün içinde olmak büyük bir çalkantının içinde olmak demektir. (…)
İşçilik bitiyor ama henüz yerine ne konulacağı bilinmiyor.
İşsizlik yeryüzünde artıyor.
“İşçilerin var olduğu” bir hayata göre eğitilmiş ve hazırlanmış insanlar, bu yeni dönemde ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Ne yapacağını bilmeyenler sadece işçiler değil.
Para sahipleri de ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Amerika’da patlayan, oradan da dünyaya yayılan kriz, “para sahiplerinin” paralarını bu yeni çağda kullanmayı becerememesinden kaynaklandı.
“Emek” sahibi için de,”para” sahibi için de büyük bir altüst oluş bu. (…)
Bunun üstesinden nasıl geleceğiz?
Bu, manasız siyasi polemiklerle, tuhaf atışmalarla hâlledilecek bir sorun değil.
Böyle bir soruna, en azından “teorik” düzeyde bir çare bulmak aslında “sol” kesimin işi.
Sol, bu “cehennem nehrinin” içinde parçalananlara, kayanlara, örselenenlere bir çare aramalı.
Solun tarihî görevi bu.
Ama bu, “işçi sınıfına” ağıt yakarak veya “işçi sınıfının” kaybolmasını “kötü” bir şey sanarak ya da “kapitalistlere” küfrederek çözülecek bir sorun değil.
Çok ciddi analizler gerekiyor.
Meseleyi, sadece “siyasi” boyutuyla değil “toplumsal” boyutuyla ele almak, bu büyük değişimin nedenlerini kavramak, bu nedenlerden kaynaklanan sonuçların nereye varacağını kestirmek ve insanları bu “dönemin” çilelerinden kurtaracak yöntemler bulmak lazım şimdi.
Bizde ne yazık ki bunu becerebilecek derinlikli sol kadrolar yok.
Marksist felsefeyi bilen, bu felsefeyi özümsemiş, Marksist bir bakış açısıyla “liberal” bir ekonomi anlayışını “biraraya” getirmeye çalışacak, ekonomiye “insani” boyutu katacak bir örgüt bile bulunmuyor burada.
Zaten bu eksikliğin siyasi tezahürünü, “çaresiz emekçilerin” AKP saflarına kaymasında görüyoruz.
Liberal ekonomi, yeni çağın, en azından şimdilik, egemen ekonomisi.
Bu ekonomik anlayışın “insani” yanı çok zayıf.
Ezilenlerle, sokakta dilenen sahipsiz çocuklarla, işsiz kalanlarla, yoksullarla çok fazla ilgilenmiyor.
Liberal ekonomiye sol, “insani” bir bakışı nasıl kazandıracak?
Liberalizmi lanetlemek, bir işe yaramaz.
Globalizme sövmek de bir işe yaramaz.
Gerçekleri görmeden, gerçekleri anlamadan, gerçekleri kabul etmeden çözüm bulmazsınız…”[2]
Liberal yazarların neden durmaksızın Marksistleri neo-liberalizme yedeklemeye çabaladıklarını anlayabilen geri gelsin. Ama Ahmet Altan ve şürekâsına ha bire “Sol”a, hele de Marksist Sol’a “liberal ekonomiye ‘insanî’ bakış açısı kazandırtmak gibi “görevler” yüklemekten vazgeçmeleri gerektiğini birileri hatırlatmalı. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez…
Her ne hâl ise… “Bildiklerimizi hergün yeniden ve yeniden tekrar etmek, neyi, neden bildiğimizi kendimize açıklamak” gerek, demiştik.
Üstelik bence bu temrinin bir faydası da var: “Eski(meyen) ile Yeni’nin neler olduğunu, nasıl birbirlerini biçimlendirdiklerini ve nasıl karıştıklarını anlama olanağı sağlıyor bizlere…
Gelin o zaman ilerleyelim.
İşte Ahmet Altan’ın ve şürekâsının “bitti” dediği proletaryaya değin son veriler:
Dünyada bugün 270 milyon sanayi işçisi var. Bunların yüzde 40’ı gelişmiş OECD ülkelerinde, yüzde 15’i Çin’de, yüzde 15’i Latin Amerika’da, yüzde 15’i eskiden SSCB’yi oluşturan ülkelerde, yüzde 10’u Asya’da ve yüzde 5’i Afrika’da.
ABD’de 1900’lü yıllarda 10.920.000 sanayi işçisi vardı. Bu sayı 1950’de 20.698.000’e, 1971’de 26.092.000’e, 1998’de ise 31.071.000’e çıktı. Görüldüğü gibi, dünyanın en büyük ekonomisinde sanayi işçilerinin sayısı azalmıyor, artıyor. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya’da ise 1950-1971 arasında sanayi işçilerinin sayısı iki katına çıktı, 1998’de ise yüzde 13 daha arttı.
Doğrudur, bazı gelişmiş sanayi ülkelerinde, örneğin İngiltere, Fransa ve Belçika’da sanayi işçisi sayısı azaldı. Ama sanayi işçileri azalırken, hizmet sektöründe çalışan emekçilerin sayısı katlanarak artmakta.
Örneğin, İngiltere’de 1978’de 6.9 milyon olan sanayi işçisi sayısı 2005’de 3.2 milyona gerilemiş. Ama aynı dönemde hizmet sektöründeki işçilerin sayısı 14.8 milyondan 21.5 milyona çıkmış. Bu ise, toplam işçi sayısının 21.7 milyondan 24.7 milyona çıkması anlamına gelmekte.
Deon Filmer’e göre 1990’ların ortasında dünyada 379 milyon insan sanayide, 800 milyon insan hizmet sektöründe, 1.074 milyar insan ise tarımda çalışıyordu. Bunların sanayide yüzde 58’i, hizmet sektöründe ise yüzde 65’i ücretli, yani gerisi kendi işinde çalışmaktaydı. Bu durumda dünyada üçte biri sanayi sektöründe çalışan 700 milyon ücretli işçi var. Aileleri ile birlikte 1.5-2 milyar insan demektir bu. Yani dünya nüfusunun üçte biri. Buna tarım işçilerini, topraksız köylüleri de eklersek, işçi sınıfının sayısı daha da artar ve dünya nüfusunun yarısı hâline gelir…
Bu, işin bir yönü… Gelelim diğer yönüne…
Neo-liberalizmin ağırlıklı bir yönünün, sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması olduğu biliniyor.
Bu, patronların, kendileri için giderek daha maliyetli hâle gelen sanayileşmiş ülke işçilerinden kaçarak -çünkü bu işçiler örgütlüydü, yüzyılı aşkın bir mücadele deneyimine sahiptiler ve hayat standartlarının düşmesine hiç de göz yumacağa benzemiyorlardı- yatırımlarını işgücünün bol, ucuz ve örgütsüz olduğu Güney ülkelerine yönelmesi anlamına geliyordu.
Bu yöneliş, küresel işçi sınıfının tabanını muazzam ölçüde genişletirken, sınıf bileşenlerini de büyük ölçüde çeşitlendirdi. Serbest bölgelerde, maquiladora’larda, ter atölyelerinde, kaçak işyerlerinde, sokaklarda, bürolarda, parça başı hesabı evlerde, tarlalarda, kırlarda, denizlerde çalışan ya da işsiz durumdaki milyarlarca kadın, erkek ve çocuk, bugün küresel kapitalizm tarafından devşirildikleri (ve de sömürüldükleri) ölçüde, küresel işçi sınıfının unsurları hâline gelmekteler.
Dolayısıyla bırakın “işçi sınıfının yok olup gitmesini”, proleterya dünya ölçeğinde yaygınlaşıyor, çoğalıyor…
Şu hâlde, “Neden 1 Mayıs?” sorusuna verilecek cevap, “bugün küresel boyutlara erişmiş, bütün çeşitliliği içerisindeki işçi sınıfının, dünya emekçilerinin birlik, dayanışma günü olduğu için”dir…
Şimdi gelelim sorulması muhtemel ikinci soruya: “Neden Taksim?”
Gerçekten de, kimilerinin açıkça söylediği, kimilerininse ima ettiği gibi, bir inatlaşma mıdır Taksim ısrarı?
Evet, bir “inat”tır, ama inatlaşma, asla!
“Neden Taksim?” mi dediniz?
Öncelikle 1977 1 Mayısında orada bıraktığımız 34 canımız için, Taksim…
34 yoldaşımızı katledenlerin hesabını hiçbir burjuva mahkemesinin sor(a)mayacağını, bizzat yaşayarak bildiğimizden.
O gün tepemizden üzerimize kurşunlar yağdıran devletin “yeraltı” güçleri karşısında, “Nerede kalmıştık?” diyebilmek için…
Yani yarım kalmış bir hesabı, yeniden açabilmek için…
Ama yalnızca bu değil.
Biliyorsunuz, İstanbul, Türkiye’nin en önemli işçi kenti… Kayıtlısıyla, kayıtdışısıyla, sanayi sektörüyle, hizmet sektörüyle.
Bu bakımdan nasıl ki Newroz’u Diyarbakır’da kutlamak önemliyse, 1 Mayıs’ı da İstanbul’da kutlanmak önemli… Bu, başka kentlerde kutlanamayacağı anlamına gelmez. Ama İstanbul’a yüklenmemiz, en azından bir eşik aşılana, az önce sözünü ettiğim hesap görülene dek bir de bu nedenle önem taşıyor.
Taksim ise, malûm, İstanbul’un yüreği…
O nedenledir ki, 12 Eylül sonrası Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde meydan olmaktan çıkartıldı, adeta bir otoyola dönüştürüldü Taksim.
Yoksa eski resimlerine bakın, kentin yüreğinde, yıldız biçimli bir meydandı.
Bilmem okudunuz mu, Friedrich Engels Konut Sorunu’nda, burjuvazinin meydanlardan, caddelerden korkusunu anlatır. İşçilerin barikat kurmasını engellemek için caddeleri geniş bulvarlara dönüştürdüğünden söz eder.
Gerçekten de, 19. yüzyıl boyunca Avrupa başkentlerindeki “kentsel dönüşüm”ün ilk icraatı, bulvarları genişletmek olmuştur.
O zamanki otomobil ya da diğer araçların sayısını düşünecek olursanız, bunun trafiği rahatlatacak bir tedbir olmadığını görmek zor değildir.
Dalan’ın “trafiği rahatlatmak” gerekçesiyle yaptığı, daha doğrusu Dalan’a yaptırılan tam da buydu; Taksim’i emekçilerden geri alıp, otomobil uygarlığına teslim etmek…
Tıpkı Melih Gökçek’in Kızılay’a yaptığı gibi…
Emekçilerin kentlerin merkezi meydanlarında gösteri düzenlemesinin simgesel bir anlamı da vardır. Bir bakıma “Bu kent bizim!” diye haykırmaktır.
Burjuvazi, “kentsel dönüşümlerle” merkezî meydanları emekçilerden, halktan geri alıyor… Belki sembolik bir edim, ama sembollerin toplumsal yaşamda büyük önem taşıdığını unutmamak gerek.
ODTÜ’de Deniz Gezmiş’lerin toplandığı bir kantin vardı. McDonalds tam da o kantinin yerinde açıldı.
Bu bir tesadüf mü?
Ya da, Paris’te adını komünistler öncülüğünde Nazilere karşı direnişten alan La Defense meydanına giderseniz, tam orta yerinde, dev gibi, anlamsız bir futbol ayakkabısı heykelinin dikili olduğunu görürsünüz…
Bu, bir simgeler savaşıdır.
Şu hâlde Taksim’in bir de simgesel önemi var, emekçiler için.
Ve nihayet, “Bu yıl 1 Mayıs’ta Taksim’e” diyoruz…
AKP iktidarına, onun polisine, valisine, dudaklarından çıkacak bir kelimeyle bizleri teslim alamayacaklarını, bize neyi nerede yapmamız, ya da yapmamamız gerektiğini tayin edemeyeceklerini göstermek için…
AKP, 1 Mayıs “bayram”ını iane gibi önümüze attı, bizlerin de “majestelerinin muhalefeti” pozisyonuna soyunup, uslu uslu mitingimizi başka yerde yapmamızı bekliyor. “Nankörlük etmeyin, işte bayram ilan ettik ya!” dercesine.
Bu ülkenin, kimsenin babasının çiftliği olmadığını göstermek için, tarikatçı ya da laik patronların finans oyunlarıyla içine sürüklendiğimiz kapitalizmin krizinden canı yanan herkesin, “Yeter Artık!” haykırışıyla Taksim’e çıkması gerekiyor…
AKP iktidarının otokratik uygulamaları, keyfî polis baskınları, gözaltılar, sokaklarda polis kurşununa kurban gitmek, taş atan bebelere 10-15 yıl cezalar kesilmesi, tacizcilerin kayırılması, yolsuzluklar, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bakanların 15-16 yaşında başımıza “iş adamı” kesiliveren oğulları, seçim rüşvetleri, yerel seçimlerin akabinde DTP üzerine düzenlenen rövanş operasyonu, cezaevlerindeki keyfî baskılar… kanına dokunan herkesin, avaz avaz Taksim’de olması gerek…
Bakın Türkan Saylan, “Sağlığım elverirse ben de Taksim’de olacağım, 1 Mayıs’ta” diyor.
Onu da bekliyoruz.
Çünkü herkes bilmeli ki, AKP iktidarını yerle bir edecek tek güç, işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesidir; Ergenekon filan değil…
SİBEL ÖZBUDUN
N O T L A R
[*] 19 Nisan 2009 tarihinde Ankara Başka Kültürevi’nde düzenlenen “1 Mayıs 2009 İçin” başlıklı toplantıda yapılan konuşma… Çoban Ateşi, Yıl:3, No:87, 23 Nisan 2009…
[1] Can Yücel.
[2] Ahmet Altan, “Yoksulluk ve Sol”, Taraf, 17 Nisan 2009.

Senin Beyrut’un

Hillary Clinton, Ortadoğu’da çat kapı önünde, çat kapı arkasında. Birkaç gün önce Beyrut’taydı. Dedi ki “Biz Lübnan’da demokrasinin, ılımlılığın kazanmasını istiyoruz.” Lübnan’ın suikast sonucu öldürülen lideri Refik Hariri’nin mezarını ziyaret edip ekledi:
“Bizim için önemli olan Lübnan’ın bağımsızlığıdır.”
“Ne var ki bu yuvarlak laflarda? Ayrıca bize ne bundan?” diyebilirsiniz. Demeyiniz. Zira bu sözler sizin, benim, hepimizin hayatı açısından son derece önemli.
Açıklayayım...
Ortadoğu şifreleri
Öncelikle açıklamanın alt metni şu:
“Aman haziranda yapılacak Lübnan seçimlerinde Hizbullah’ın kazanmasına izin vermeyin”.
Bu sır değil, ABD’nin Hizbullah’ın yaklaşan seçim başarısından ödü kopuyor. Eğer beklenen seçim başarısı gerçekleşirse bölgedeki siyasi maçta, hem de Obama’nın başkanlığa geldiği bu ‘yeni’ dönemde, İran net bir hâkimiyet sağlamış olacak. Üstelik kime karşı? Sadece ABD’ye karşı değil, aynı zamanda, bölgedeki diğer büyük oyuncu Mısır’a karşı. Zira Mısır makamları son iki haftadır Hizbullah’ın Mısır’daki rejimi değiştirmek için İran destekli çalışmalar yaptığını açıklayıp duruyor.
Mısır’da yakalanan Hizbullah milislerinin Hamas’a silah yardımı için Mısır üzerinden faaliyet gösterdiklerini iddia ediyor. Ortam gergin.
Diğer yandan, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, Birleşmiş Milletler’de İsrail’i ırkçı ilan ediyor, Filistin halkına yapılan her türlü yardımın meşru olduğunu söylüyor ve bölgedeki halkın kesin ve net saygısını kazanıyor. Tıpkı Tayyip Bey’in Davos’taki ‘one minute’i gibi bir durum. Üstelik nükleer çalışmalar konusunda ABD ile önkoşulsuz görüşmeyeceğini açıklayarak da “Obama Bubama, bunlar bizi çok alakadar etmez” de demiş oluyor. Diğer yandan, oyunun içinde elbette Suriye de var. Suriye de İsrail’e karşı Hizbullah’ı desteklediği için oyun biraz daha karışıyor. Hizbullah lideri Hasan Seyit Nasrallah ise Mısır’ın yaptığı hamleyi “Mısır, Gazze sırasındaki utancını unutturmaya çalışıyor” diye yorumluyor ki, bölgede coşkuyla karşılanan bir açıklama.

Yakışıklı manzara
İşte bu dengeler içinde Hillary Clinton Beyrut’a geliyor.
“Bağımsızlık” derken “Aman İran’dan, Suriye’den destek alan hareketlere kapılmayalım”, “Demokrasi” derken “Aman aşırı dincilere takılmayalım” demeye getiriyor.
Beyrut, bölgenin burnu, bütün sinir uçları burada toplanıyor.
İsrail ile Suriye, İran ile Mısır, Suudi Arabistan ile ABD arasında bütün hesaplaşmalar yakın siyasi tarih boyunca olduğu gibi yine bu kırılgan şehir üzerinde dönüyor. Yani burada kim kazanırsa bölgedeki hâkim o olacak ya da kazanana göre bölgenin hâkimini anlayacağız. ABD mi, ‘direniş’ mi? Direniş, demek İran, Hizbullah, kısmen Suriye, Hamas ve bu güçlerle koalisyona giren diğer siyasi hareketler demek. Clinton’ın Beyrut’ta yaptığı açıklama bu yüzden önemli. Ortadoğu’da dost canlısı görünmek isteyen Obama, savaşı Irak’tan Afganistan’a kaydırmaya çalışırken Ortadoğu’da ‘yakışıklı ve ılımlı’ bir manzara bırakmak istiyor ama o işler o kadar kolay olmuyor tabii.

Geçmiş olsun kardeş!
Gelelim sizin ve benim hayatımıza. Beyrut’taki bütün gazeteler Clinton’ın ‘ılımlılık’ sözünü tırnak içinde verdi. Ortadoğu’yu, hele de Beyrut’u bilenler için böyle ılık laflar komik oluyor tabii. Ne ılımlısı, Ortadoğu’da millet birbirini kesiyor, diyesiniz geliyor.
Filistin sorunu, Hizbullah’ın giderek yaygınlaşan meşruiyeti, İran’ın ABD karşısında, Suriye’nin İsrail karşısında geri adım atmamasıyla saflar keskinleşiyor. Ortada ‘ılımlı’ bir tek biz kalıyoruz yani.
Her ne kadar Obama’nın İstanbul seferi “Ilımlı İslam projesinden vazgeçildi” diye yorumlansa da bana öyle geliyor ki ‘ılımlılık projesi’ kapsamında bundan böyle ha babam de babam Türkiye üzerine yüklenilecek. Çünkü ABD’nin bölge fantezilerini gerçekleştirmek için elinde avucunda bir tek zavallı Türkiye kalıyor. Ya işte sevgili kardeşim, acayip karışık Lübnan politikası bu yüzden senin şahsi mevcudiyetini de ilgilendiriyor. Zira sen bizatihi bu ‘Ilımlı Ortadoğu’ projesinin afişindeki yüzlerden birisin. Tıpkı benim gibi.
Ece Temelkuran
Milliyet / 29.04.09

Diyarbakır'da 4 ayrı yerde kazı başlatıldı

Diyarbakır'da 90'lı yıllarda Jitem ve itirafçılar tarafından kaçırıldıktan sonra öldürülüp gömüldükleri ileri sürülen kişilerin cesetlerini arama çalışmaları bugün Mardin Kapı Mezarlığı'nda 4 ayrı mezarda kazı yeniden başladı.

Kazı çalışması nedeniyle iş makinaları Mardin Kapı Mezarlığı'na getirilirken, kazılara Cumhuriyet savcıları, İHD avukatları ve faili meçhul cinayete kurban giden Fethi Yıldırım ile Hakkı Kaya'nın yakınları da nezaret ediyor. Kazı öncesinde açıklamada bulunan İHD Şube Başkanı Av. Muharrem Erbey, kaybedilen Fethi Yıldırım ve Hakkı Kaya'nın yakınlarının başvurusu üzerine uzun süreden bu yana bir çalışma içerisinde olduklarını belirtilerek şöyle konuştu: "Bunun üzerine çeşitli yerlerde yapılan çalışmalarda bu kayıpların bulunması için çalışmalar yapıldı.

Edindiğimiz bilgiye göre 4 kişiden iki kişi boğularak öldürülmüş, diğer iki kişide Jitem elemanı Abdülkadir Aygan’ın söylediği gibi infaz edilmişler. Aygan’ın gösterdiği yerlerde daha önce kazılar yapıldı. İhbarlar gelmeye başladı. Yakınlarını kaybedenler bize başvursun. Bizde elde ettiğimiz bilgileri paylaşalım. Elimizdeki bilgi ve belgeleri Cumhuriyet başsavcılığı ile paylaşıyoruz. 90’lı yıllarda binlerce kişi kayboldu. O nedenle soruşturmanın daha da derinleştirilerek yapılıyor.

ANF/ 29.04.09

Hayata Dönüş' davası düştü

167 tutuklu ve hükümlü hakkında açılan dava düştü.

Geçen yıl kapatılan Bayrampaşa Cezaevi'nde 2000 yılında düzenlenen ''Hayata Dönüş Operasyonu''nun ardından 167 tutuklu ve hükümlü hakkında açılan dava, zaman aşımı nedeniyle düştü.

Eyüp 3. Asliye Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada kararını açıklayan Hakim Ali Belen, ''topluca silahlı isyan'' suçunu işledikleri iddia edilen sanıkların, yapılan yargılama sonucunda, emanete kayıtlı silahları kullanıp kullanmadıklarının açık bir şekilde anlaşılamaması nedeniyle suçun, eski TCK'nın 304/1-2. maddelerince düzenlenen ''cezaevi idaresine karşı toplu isyan'' olduğuna hükmetti.

Mahkeme, bu suç için öngörülen 7 yıl 6 aylık olağanüstü dava zaman aşımı süresinin 19 Haziran 2008'de dolduğuna işaret ederek, açılan kamu davasının tüm sanıklar yönünden ayrı ayrı düşürülmesini kararlaştırdı.

Gerçek gündem / 28.04.09

1 Mayıs 1977'nin yabancı tanıkları geliyor

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü kutlamaları, 1 Mayıs 1977'nin yabancı tanıklarını yeniden buluşturacak.

32 yıl önce Taksim Meydanı'ndaki 1 Mayıs kutlamalarına katılan Filistinli, Fransız ve Yunan 3 sendikacı, DİSK'in davetlisi olarak 1 Mayıs'ı ''Taksim'de kutlamak'' için İstanbul'a gelecek.

''Taksim'de yapılması planlanan'' 1 Mayıs kutlaması yabancı konukların katılımıyla uluslararası boyut kazanacak. DİSK'in Ocak ayından beri ''Taksim yasağının kaldırılması'', ''1 Mayıs'ın resmi tatil ilan edilmesi'', ''1 Mayıs 1977 katliamının faillerinin yargılanması'' ve ''sendika yasalarının değişmesi'' gibi taleplerle uluslararası alanda yürüttüğü kampanyaya destek veren çeşitli kesimlerin temsilcileri 1 Mayıs kutlamaları için İstanbul'da olacak.

1 Mayıs kutlamalarına yurt dışından sendika temsilcileri ve milletvekillerinin aralarında bulunduğu yaklaşık 100 kişilik bir heyetin katılması bekleniyor.

Heyette yer alan ve 1 Mayıs 1977'de 36 kişinin yaşamını yitirdiği Taksim Meydanı'ndaki kutlamalara da katılan bazı yabancı sendikacıların 32 yıl sonra tekrar 1 Mayıs'ta Taksim'de bir araya gelmesi planlanıyor.

1 Mayıs 1977'nin tanıklarından Uluslararası Arap Sendikaları Konfederasyonu (ICATU) Genel Sekreter Yardımcısı Filistinli sendikacı Muhammed Bardan, Fransa Genel İşçi Konfederasyonundan (CGT) François Lançon ve Yunanistan Diktatörlüğe Karşı Sendikal Hareketten (ESAK) Dimitris Sahiminis 32 yıl sonra 1 Mayıs kutlamaları için İstanbul'da buluşacak. DİSK arşivlerindeki bilgilere göre, 1 Mayıs 1977'deki kutlamalara DİSK'in misafiri olarak çeşitli ülkelerde yabancı sendikacılar katılmıştı.

Dünya Sendikalar Federasyonu ve Uluslararası Gıda İşçileri Federasyonu gibi uluslararası sendikal örgütlerin temsilcilerinin yanı sıra Fransa, Yunanistan, Romanya, Lübnan ve Mısır'dan sendikacıların de yer aldığı törenleri, yabancı basın mensupları da izlemişti.

Dönemin DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, kutlamalarda yaptığı konuşmada, uluslararası sendikal hareketin temsilcilerini selamlayarak, ''DİSK'i dünya sendikal hareketinden koparma hesapları yapanların başarısız olacağını'' ifade etmişti.

O KİŞİ BEN DE OLABİLİRDİM

Filistinli Muhammed Bardan, 1 Mayıs 1977 kutlamalarına ilişkin izlenimlerini dönemin DİSK yayınlarında şöyle anlatıyor: ''Öylesine coşkulu ve disiplinli geçen bir töreni az yerde gördüm. Ancak ne yazık ki o tür katliamlara çok yerde tanık oldum. Detaylar ve isimler farklı olabilir ama hepsinin arkasındaki eller aynıdır. Olaylar başladığında Kemal Türkler ile birlikte kürsüdeydik. Az ötemizde biri vurularak yere düştü. O kişi ben olabilirdim ya da Türkler olabilirdi. Türkiyeli emekçilerin Filistin davasına yakın ilgi duyduklarını gördük. Aramızdaki ilişkilerin gelişmesi yolunda önemli bir adım oldu. Türkiye işçi sınıfının mücadelesine yakından tanık olmak bizi heyecanlandırdı.''

Dönemin CGT Konfederal Sekreteri Andre Allamy ve François Lançon ise 1 Mayıs sonrasında bir hafta Türkiye'de kalarak çeşitli sendikal temaslarda bulunmuştu. Allamy, Kemal Türkler ile yaptığı görüşmelerde, DİSK'in uluslararası alanda daha aktif olması için her türlü desteği vereceklerini bildirmişti.

Ayrıca DİSK ve CGT ortak bir sendikal deklarasyon yayımlamıştı. CGT Konfederal Sekreteri Andre Allamy, 1 Mayıs 1977 kutlamalarıyla ilgili ''O günden sonra '1 Mayıs Alanı' olarak anılacak meydan da 100 binlerce işçi, gençlerin, öğretmenlerin ve aydınların da desteğiyle toplanmıştı. DİSK'in çağrısı ile 1 Mayıs'ı kutlayan halk gücüne alçakça bir saldırı düzenlendi'' ifadelerini kullanmıştı. Bu arada, 1 Mayıs'ın yabancı konuklar arasında bir de gazeteci olacak. Belçikalı gazeteci Eric Juzen, bu 3 sendikacının yıllar sonra İstanbul'da buluşması üzerinden Türkiye'deki 1 Mayıslarla ilgili bir belgesel hazırlayacak.

NTV-

İŞÇİNİN EN BÜYÜK KORKUSU İŞSİZLİK

İşsizliğin özellikle kriz döneminde en büyük korku olduğu Kanada’da bir kez daha ispatlandı. Crysler’in kriz nedeniyle kapattığı fabrika, işçilerin işsiz kalma korkusundan dolayı ücretlerinin düşürülmesine müsaade etmeleri üzerine yeniden faaliyet gösterecek.
Kanada Otomotiv İşçileri Sendikası (CAW) ile Chrysler arasında ücretlerin düşürülmesine ilişkin anlaşma sağlandı ve fabrikada üretime yeniden başlanacak. Chrysler’ın, ortalama 76 Kanada Doları (100 TL) olan saatlik işçi ücretlerinde 19 dolar indirime gidilmesine ilişkin teklifi, sendika tarafından pazar günü üye işçilerin oyuna sunuldu.
Oylama sonucu işçilerin yüzde 87’si, ücretlerindeki indirimi kabul ettiler. Saatlik ücretlerdeki 19 dolarlık indirim, Chrysler için yıllık 240 milyon Kanada Doları kazanım anlamına geliyor.

OYLAMA YAPILDI
Oylama sonrası kısa bir açıklama yapan Kanada Otomotiv İşçileri Sendikası (CAW) Genel Başkanı Ken Lewenza, “üyelerimiz, sektörde yaşanan kaosu, herkesten daha iyi biliyor. Teklifin bu kadar yüksek bir oranla kabul edilmesi, hem bu kritik ortamda işlerini korumaya hem de otomotiv sektörünün Kanada ekonomisinin candamarı olarak kalmasını sağlamıştır” dedi. Tesislerde üretimin başlayacağı tarihe ilişkin sendika ve Chrysler tarafından bir açıklama yapılmadı.

Adana'da 22 çocuğa daha hapis

Adana’da 21 Mart 2008 tarihinde 50 ve 100’er kişilik gruplar korsan gösteri yaptı. Öcalan lehine sloganlar atan çocuklar, polis memurlarına taş ve sapanla cam misket attı. Bir polisin yaralandığı gösterilerde yaşları 12 ile 17 arasında değişen 11 çocuk gözaltına alındı. Dördü bir süre tutuklu kalan çocuklar hakkında, Özel Yetkili Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ‘PKK adına suç işlemek, örgütün propagandasını yapmak, yaralama’ suçlarından açılan dava dün karara bağlandı.
Mahkeme 16-17 yaşlarındaki S.B., İ.Y., A.E., G.G., A.E., C.A. ve U.C.’ye dörder yıl sekizer ay 20’şer gün hapise cezası verdi. 12- 15 yaşlarındaki M.C., K.A., M.E.O. ve Ö.O. ise, aynı suçlardan üçer yıl altışar ay 15’er gün hapis cezasına çarptırıldı.
Yine Adana’da 22 Mart 2008’de yola barikat kurup, lastik yaktıkları, PKK lehine slogan attıkları öne sürülen 11 çocuk için de Özel Yetkili Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde karar çıktı. 17 yaşındaki K.T. , H.T., B.E. ve S.K. ve 15 yaşındaki Ö.S. ‘PKK örgütü adına suç işlemek, örgütün propagandasını yapmak’ suçlarından beşer yıl sekizer ay, 16 yaşındaki M.T. ve 15 yaşındaki Ö.K. altışar yıl dörder ay, 16 yaşındaki H.I. dört yıl beş ay, 14 yaşındaki A.Ö. ile 15 yaşındaki Z.U. ve F.Ö. de dörder yıl üçer ay ceza aldı.
İHD: Üç ayda 26 çocuk ceza almıştı
İHD Adana Şube Başkanı Ethem Açıkalın, Adana 6, 7 ve 8. Ağır Ceza Mahkemeleri’nde geçen yılın kasım, aralık ve 2009’un ocak ayı itibarıyla 26 çocuk için ‘örgüt adına eylem yapmak ve örgüt propagandası’ suçundan hapis verildiğini açıkladı. (dha)

28 Nisan 2009 Salı

Normalleşmeye direniş!

Türkiye ile Ermenistan arasında, ilişkilerin normalleşmesine yönelik ortak açıklamadan rahatsız olan Taşnak Partisi, Ermenistan’da hükümetten çekildi. Kararın gerekçesinde, Ankara’nın normalleşme sürecini Karabağ sorunu ile paralel görüşme önerisi gösterildi. Türkiye’de de MHP, Meclis’e sunduğu soru önergesinde, “Ermeniler Karabağ’dan çekilmeden sınırı açacak mısınız?” diye sordu. CHP ise, Erivan’da Türk bayrağı yakılması olayını Meclis’e taşıdı.
ERMENİSTAN’DA MİLLİYETÇİ DİRENÇ
Ankara ile Erivan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine dönük görüşmelere tepkili olan Taşnak Partisi liderleri, dün Erivan’da düzenledikleri kapalı toplantı sonucu, Ermenistan hükümetinden çekilme kararı aldı. 131 sandalyelik parlamentoda 16 koltuğa sahip olan Taşnak Partisi’nin bu kararı, hükümetinin parlamentodaki konumunu etkilemedi.
Karara ilişkin bir açıklama yapan Taşnak Partisi Siyasi Büro Şefi Kiro Manoyan, “Ankara’nın normalleşme sürecini Karabağ sorunu ile paralel görüşme önerisi ve Türkiye’ye yönelik toprak talebinden vazgeçme koşulu, Erivan’ı zor durumda bırakacak. Bu koşullar kapsamında imzalanacak anlaşma, Ermenistan’ın dış siyasetinde değişikliğe neden olur. Biz bu durumu kabullenemeyiz” şeklinde konuştu.
Manoyan Türkiye-Ermenistan ortak açıklamasından sonra yaptığı ilk değerlendirmede de, kendisini aldatılmış hissettiğini söylemişti.
Taşnak Partisi’nin, koalisyon hükümetinde toplam üç bakanı, yedi de bakan yardımcısı bulunuyor.
TÜRKİYE’DEKİ MİLLİYETÇİ DİRENÇ
MHP Grup Başkan Vekili ve Mersin Milletvekili Mehmet Şandır, Ermenistan ile yaşanan yakınlaşmayı ‘Karabağ’ sorunu ile birlikte Meclis gündemine taşıdı. Dışişleri Bakanı Ali Babacan’a yönelttiği soru önergesinde “Dağlık Karabağ’dan Ermeniler çekilmeden sınır kapısını açacak mısınız?” diye sordu. Şandır, Babacan’a şu soruları yöneltti: “Dağlık Karabağ meselesi belirlenen yol haritasının neresindedir? Azerbaycan halkı ve devleti varılan bu mutabakatın neresindedir? Dağlık Karabağ’dan Ermeniler çekilmeden sınır kapısını açmayı düşünüyor musunuz?”
CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman ise 24 Nisan’da Ermenistan’ın başkenti Erivan’da bir göstericinin Türk bayrağını yakmasını gündeme getirdiği soru önergesinde Başbakan Erdoğan’a, “Ermenistan’a bu olayla ilgili nota verilecek mi, Türkiye’den özür dilenmesi talep edildi mi?” sorusunu yöneltti.
ANKARA ADIM ATMIYOR
Dışişleri Bakanlığı da, ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan açıklamasına ilişkin Ankara’nın görüş ve tepkilerini iletmek üzere cumartesi günü ABD Büyükelçisi James Jeffrey’i çağırdığı bildirildi.
Bakanlığa çağrılan Jeffrey’e nota verilmediği ancak, Ankara’nın Obama’nın açıklamasında rahatsız olduğu noktaları ilettiği bildirildi.
Barack Obama’nın açıklamasının ardından Dışişleri’nden yapılan yazılı açıklamada Başkan’ın açıklamasında yer alan bazı ifadeleri ve 1915 olaylarıyla ilgili tarih yorumunun “kabul edilebilir” olmadığı vurgulanmıştı.
Önceki gün de, Başbakan Erdoğan, Obama’nın açıklamasına tepki gösteren bir açıklama yapmıştı.
Ankara bu tutumuyla, Ermenistan-Türkiye ilişkilerini, iki ülkenin doğrudan ilişkileri yerine, ABD yönetimi üzerinden bir ilişki olarak ele aldığı izlenimini verdi. Ayrıca, Obama’nın TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmasının ardından İsviçre’nin arabuluculuğunda yapılan ortak açıklamadan sonra, Azerbaycan’dan gelen tepkileri yatıştırmaya çalışan bir görüntü veren Ankara, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi açısından somut bir adım da atamadı. (HABER MERKEZİ)
FT: ‘OBAMA’NIN KONUŞMASI MAKUL BİR GERİ ADIM’

ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan’da yaptığı açıklamaya ilişkin tartışmalar sürerken, Financial Times, başyazısında Obama’nın “soykırım” sözcüğünü kullanmamasını “makul bir geri adım” olarak niteleyerek, “Türkiye ve Ermenistan’ın barışması buna değer” ifadesini kullandı.
Financial Times, “Ermenistan’ın Istırabı” başlığı ile yayımladığı başyazısında, Türkiye ile Ermenistan’ın vardığı mutabakatı “çok iyi haber” olarak nitelendirirken iki ülke arasındaki düşmanlığın bölgeyi istikrarsızlaştırdığını, iç politikalarını zehirlediğini, Ermenistan’ın izolasyonu ve yoksulluğuna yol açtığını ve Türkiye’nin Avrupa ve ABD ile ilişkilerine gölge düşürdüğünü belirterek, “Şimdi yaraları sarmaya başlamak için bir şans var” dedi.
Buna karşı ihtiyatlı olunması gerektiğini söyleyen gazete şöyle devam etti: “Geçen hafta açıklanan deklarasyon, anlaşmanın ayrıntılarına ilişkin bir bilgi veya bir takvim içermiyor. ABD Başkanı Barack Obama’ya, 1915 katliamlarını, ‘soykırım’ sözcüğünü kullanmadan anma olanağını sağlamak için alelacele yapıldığı gibi görünüyor. Bu da Türkiye’yi uzaklaştırmamak için seçim kampanyasında verilen sözden makul bir geri adımdır. Türkiye ile Ermenistan’ın barışması buna değer, ancak süreç hâlâ kırılgan ve güvensizlik nedeniyle zora sokulmuş durumda. Anlaşma, diplomatik tanıma ve etnik Ermeni kuvvetlerinin komşu Azerbaycan’daki Karabağ’ın kontrolünü ele geçirmesinden sonra 1993 yılında kapatılan sınırların yeniden açılmasını öngörür. Her iki girişim, güven tesis etmek amacıyla aşamalı olarak yapılacak.” Başyazıda, “tarihçiler komisyonu ve Karabağ sorunu”nu iki hayati konu olarak sıralandı. 1915 olaylarını araştırmak üzere kurulması öngörülen tarihçiler komisyonunun nasıl oluşturulacağını ve nasıl çalışacağını soran gazete, şöyle devam etti: “Eğer katliamları, soykırım olduğuna veya olmadığına karar verirse bu, taraflar arasında sonuçları kabul etme yönünde bir anlaşma olmazsa, hâlâ siyasi patlama yaratabilir. İkincisi, Türkiye’nin sınırını açması için Karabağ sorununda ne gibi bir ilerleme sağlanması lazım?”
Gazete, ABD ve Avrupa’daki güçlü diaspora başta olmak üzere muhalefete rağmen ilerleme yolunun bulunması için Ankara ve Erivan tarafından ciddi bir çaba sarf edildiğinin görüldüğünü de belirtirken “Ancak daha ilerleme sağlamak ve net bir takvim için ikisine Washington, Brüksel ve daha önemlisi Moskova’dan baskı yapılması esastır” yorumunu yaptı. (Londra/ANKA)
Sarkisyan’dan açıklama

ERMENİSTAN Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Türkiye- Ermenistan arasındaki görüşmelere ilişkin “Görünür bir gelecekte imzalanan belgeyi kamuoyuna açıklayacağız. Halkımız tarafından onaylanacağından eminim” dedi. Türkiye ile görüşmelerde Karabağ sorununun hiçbir zaman ele alınmadığını belirten Sarkisyan, “21. yüzyılda kapalı sınırlar olmamalıdır” dedi. Dışişleri Bakanı Edward Nalbandyan ise, iki ülke arasında ki mutabakatın, tarafların atacağı adımları belirleyen, hiçbir hüküm veya ilkeyi içermeyen bir yol haritası olduğunu söyledi. Nalbaldyan, hüküm ve ilkelerin imzalanacak anlaşmada yer alacağını belirtti. (ERİVAN)

Tamiller: Teslim olmayacağız

SRİ Lanka’da ordunun geniş çaplı operasyon düzenlediği Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları, asla teslim olmayacaklarını açıkladı. Tamiller önceki gün tek taraflı ateşkes ilan etmiş ancak hükümet buna “teslim olun” çağrısıyla yanıt vermişti. Tamillerin Sözcüsü S. Puleethevan, dün bir açıklama yaparak “Asla teslim olmayacağız ve meşru haklarımızı alana kadar savaşacağız” dedi.
Puleethevan, telefonla yaptığı açıklamada, “Uluslararası topluma tavrımızı açıkça belirttik. İsteklerimiz yerine getirilmeden asla teslim olmayacağız” ifadesini kullandı. Sözcü ayrıca, hükümet tarafından reddedilen ateşkes önerisinin ardından direnişçilerle Sri Lanka ordusu arasındaki çatışmaların sürdüğünü aktardı.
Sri Lanka ordusu önceki günkü açıklamasında, operasyonda artık ağır silah kullanılmayacağını açıklamıştı.
Hükümetin yaptığı açıklamada, “Tamil gerillaları sivilleri kendi güvenliği için rehin tutuyor. Sivillere zarar verdiği için Tamil gerillalarına karşı karadan ve havadan ağır silahlarla saldırıları durdurduk. Muharebe harekatımız sona ermiştir. Gerillalara son darbeyi vurmak için askeri manevralarımız devam edecektir” denilmişti.
BÖLGEDE 160 BİN SİVİL VAR
Tamil gerillalarına göre bölgede halen 160 bin sivil kendileri ile beraber. Birleşmiş Milletler rakamı 50 bin olarak açıklarken, hükümete göre en fazla 20 bin sivil gerillaların elinde rehin olarak tutuluyor. Sri Lanka ordusu pazar günü yaptığı açıklamada sivil rakamlarına değinmezken; 12 gerillanın öldürüldüğünü, 27’sinin de yaralandığını aktarmıştı.
Öte yandan, gerillalara bağlı TamilNet internet sitesine göre, ordu, ülkenin kuzeydoğusunda gerillaların elinde kalan son bölgeye yönelik ağır saldırı başlattı. TamilNet, bölgede yoğun olarak sivillerin yaşadığını belirtti.
Ordu ise henüz saldırıyla ilgili bir açıklama yapılmadı. (DIŞ HABERLER)
3 DIŞİŞLERİ BAKANI ADAYA GİDİYOR

Sri Lanka hükümetinin Tamil gerillalarının tek taraflı ateşkesini kabul etmemesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsveç Dışişleri Bakanları çarşamba günü Sri Lanka’ya gitme kararı aldı.
Hindistan Dışişleri Sekreteri Shiv Shankar Menon ile Güvenlik Danışmanı M.K. Narayanan da geçen hafta Sri Lanka’ya gitmişti.
İngiltere hükümetinden yapılan açıklamada, “Dışişleri Bakanı David Miliband, Fransız meslektaşı Bernard Kouchner ve İsveçli meslektaşı Carl Bildt ile beraber Çarşamba günü Sri Lanka’yı ziyaret edecekler” denildi.

Domuz gribi hızla yayılıyor

Kuzey Amerika’da ortaya çıkan ve hızla yayılan domuz gribi, ülkeleri ciddi önlemler almaya yöneltti. Meksika’da salgın nedeniyle ölenlerin sayısı 100’ü, hastalığa yakalananların sayısı ise 1600’ü geçti. Ülkede olağanüstü hal ilan edildi.
SARS salgınının çıktığı, kuş gribinin halen hüküm sürdüğü, yılda 97.9 milyon ton ile dünya genelinde domuz tüketiminin yüzde 50’sine sahip Çin’de gribe karşı özel önlemler alınıyor. Salgının ülkeye gelmemesi için özellikle havaalanlarında tedbirler üst düzeye çıkarıldı. Çin’deki domuz tüketimi her yıl yüzde 3 yani 1.2 milyon ton artmakta.
VİRÜS 4 ÜLKEDE DAHA GÖRÜLDÜ
İspanya’da 8, Avustralya’da 2, Kanada’da 4 ve Brezilya’da bir kişi, domuz gribi şüphesiyle hastaneye kaldırıldı. Brezilya’da Meksika’dan gelen 24 yaşındaki bir kişi, domuz gribi belirtileri görülmesinin ardından hastaneye kaldırıldı.
Sırbistan grip nedeniyle Amerika kıtası ülkelerinden canlı domuz ve domuz eti alımını durdurdu. Gribin ülkesinde de yayılmasından endişelenen Tayland, Amerika kıtasından gelen yolcuları kontrol edebilmek için havaalanlarına vücut sıcaklığı tarayıcıları kurdu.
Kıtadan gelen yolcular pasaport işlemleri sırasında bu tarayıcılardan geçerek ülkeye giriş yapabiliyor. Tayland bir başka tedbir olarak ABD ve Meksika menşeli domuz eti ve domuz ürünleri ithalatını geçici olarak durdurdu. Hong Kong yönetiminin aldığı tedbirler çerçevesinde domuz gribi virüsü kaptığından şüphelenilen kişiler gözaltına alınabilecek.
Önlemlerin başında havaalanları ve diğer şehre giriş yerlerine ateş ölçücü ekranların yerleştirilmesi geliyor. Yolcuların ateşinin saptanması halinde gözlem altına alınacağı ve gerekli işlemlerin uygulanacağı belirtildi. (DIŞ HABERLER)
MEKSİKA’NIN BAŞKENTİ TERK EDİLMİŞ ŞEHİR GİBİ

Meksika hükümeti, virüsün yol açtığı ölümlerin ardından başkent Mexico City ile ülkenin orta kesimlerindeki iki eyalette tüm okulları 6 Mayıs’a kadar kapattı. Başkentteki konserler iptal edildi, bar ve gece kulüplerinin yüzde 70’i, kiliseler, sinema salonları kapatıldı.
Hükümet, halka, kalabalık yerlere girmemeleri çağrısında bulundu, tokalaşmaktan, sarılmaktan ve öpüşmekten sakınılmasını, sık sık el yıkanmasını, yiyecek ve mutfak araç-gereçlerinin ortak kullanımından kaçınılmasını tavsiye etti.
Dünya Sağlık Örgütü, Meksika’ya gidecek turistlerin tatil planlarını askıya almalarına ve Meksika sınırlarının kapatılmasına gerek olmadığını duyurdu. Ancak Güney Kore ve Hong Kong, Mexico City ile bölgedeki 3 eyalete seyahat uyarısında bulundu.
Domuz gribi nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü'nün olağanüstü uzmanlar komitesi dün toplantıya çağrıldı. Toplantıda salgının uluslararası alanda hangi evrede bulunduğunun ele alındı.
İstanbul Atatürk Havaalanı’nda da domuz gribi alarımı verildi. Havayolu şirketleri, yurt dışı uçuşlarında hastalık şüphesi görülen yolcuları bildirmesi konusunda uyarıldı.
VİRÜS EVRİM GEÇİREBİLİR

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Batı Pasifik Bölgesi Birimi Sözcüsü Peter Cordingley yaptığı açıklamada, 2003’te Çin’de patlak veren ve 8 bin kişinin etkilendiği ağır akut solunum yolu yetersizliği sendromu (SARS) salgını döneminde ciddi önlemler alan Asya’nın, diğer ülkelere göre daha hazırlıklı ve daha iyi durumda bulunduğunu belirtti. Sözcü, 2003’teki bu krizin “Hastalığın kontrolü ve denetleme mekanizmaları açısından ders verdiğini” kaydetti.
Sözcü, virüsün evrim geçirebileceği ve “Ciddi bir soruna” yol açabileceği uyarısında bulundu. Virüse karşı geliştirilmiş bir aşı bulunmuyor. Sadece domuzlara karşı yapılan bir aşı mevcut. A/H1N1 olarak adlandırılan virüs, insan, domuz ve kuş gribi virüslerinin karışımından oluşuyor. Virüs, domuz etinin yenmesiyle değil, solunum yoluyla bulaşıyor.
MEKSİKA’YA GİTMEYİN
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun sağlıktan sorumlu komiseri Andorra Vassiliou, Avrupalıların gerekli olmadıkça Meksika ya da ABD’ye gitmemeleri tavsiyesinde bulundu. Komiser Vassiliou, AB üyesi ülkelerin dışişleri bakanlarına domuz gribi hakkında bilgi verdi. AB üyesi İspanya, ülkede domuz gribine rastlandığını açıklamıştı. Dışişleri bakanları toplantısı için Lüksemburg’a gelişinde konuşan Vassiliou, Avrupalıların seyahat planlarını tekrar gözden geçirmesini istedi. Vassiliou, “Acil olmadıkça Avrupalılar, Meksika ya da ABD’ye gitmesinler.” dedi.
Daha önce de İspanya Dışişleri Bakanlığı, domuz gribinden dolayı gerekli olmadıkça Meksika’ya gidilmemesi tavsiyesinde bulunmuştu. Portekiz de vatandaşlarını domuz gribinden korumak için önlemler alıyor. Meksika’da bulunan 200 kadar Portekizli turistin Lizbon’a getirileceği açıklanırken, olası bir domuz gribi vakasına karşı Lizbon’daki 4 hastanenin alarma geçirildiği belirtildi.

Emek ucuz, geçim pahalı

TÜRK-İŞ, açlık ve yoksulluk sınırını açıkladı. Buna göre, asgari ücretin 527 lira olduğu nisan ayında açlık sınırı 738 TL, yoksulluk sınırı ise 2 bin 405 TL olarak gerçekleşti.
Türk-İş, 22 yıldan beri her ay düzenli olarak hesapladığı açlık ve yoksulluk sınırı hesaplamasını nisan ayı için de açıkladı. Türk-İş’in hesaplaması, “emeğin ucuz, geçimin pahalı olduğunu” gösterdi.
Gelirin sabit kaldığı, açlık ve yoksulluk sınırının ise giderek yükseldiğine dikkat çekilen hesaplamaya göre, ekonomik kriz derinleşti. Emekçilerin satınalma gücündeki gerilemenin mutfak enflasyonuna da yansıdığının belirtildiği Türk-İş araştırmasında, mutfakta yıllık enflasyon artışının yüzde 9.51 olduğu ifade edildi.
AÇLIK SINIRI 738 TL, ASGARİ ÜCRET 527 TL
Dar ve sabit gelirli işçinin, memurun, emeklinin, esnafın, köylünün geçim şartlarının yaşanan ekonomik krizle birlikte daha da bozulduğu belirtilen araştırmaya göre, nisan ayında dört kişilik bir ailenin dengeli, sağlıklı ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması, yani açlık sınırı 738 TL oldu. Mutfak harcamasının yanı sıra yapılması zorunlu konut, ulaşım, giyim, eğitim, haberleşme harcamalar da dikkate alındığında harcanması gereken tutar yani, yoksulluk sınırı ise 2 bin 404 lira 97 kuruş olarak gerçekleşti. Asgari ücret ise halen 527 TL olarak uygulanıyor.
Geçtiğimiz yılın Nisan ayında açlık sınırı 717.07, yoksulluk sınırı ise 2 bin 335.73 TL olarak hesaplanmıştı. Mart 2009’da ise açlık sınırı 744.65, yoksulluk sınırı 2 bin 425.55 TL olmuştu.
GEÇİM SIKINTISININ BOYUTLARI
Süt, yoğurt, peynir grubunda; Peynir fiyatı yüzde 4.02 oranında arttı. Bu artış muftak harcamasına yaklaşık 1.35 TL tutarında yük getirdi.
Dar gelirli ailelerin elde ettiği gelirin yeterli ve dengeli beslenme için gerekli harcamaları bile karşılayabilecek düzeyde olmadığının belirtildiği araştırmada, “Aileler, düşük düzeydeki geliriyle beslenme ve beslenme dışı harcamaları karşılayabilmek için çeşitli malların fiyatlarını da dikkate alarak, tüketim malları arasında tercihte bulunmak zorunda kalmaktadır” denildi.
Gelir düzeyinin düşük ve yetersiz olmasının, dar gelirli kişi ve ailelerin sağlıksız ve dengesiz beslenmesini getirdiği vurgulanan araştırmada, hesaplanan açlık ve yoksulluk sınırı ile elde edilen gelir arasındaki farkın, çalışanların içinde bulunduğu geçim sıkıntısının boyutlarını gösterdiği kaydedildi. (ANKARA)

BABALAR iŞSiZ BEBEKLER SATILIK

ZONGULDAK’ın Gelik beldesinde yaşayan bir aile, maddi sıkıntılar yüzünden bebeklerini satılığa çıkarıyor.
Gelik’te kaçak bir ocakta çalışırken geçirdiği iş kazası sonucu yaralanan İsmail Eliusta, tedavi masraflarını karşılamak için son çare olarak bebeklerini, isteyen aileye verebileceklerini söyledi.
30 yaşındaki İsmail Eliusta, geçen yıl eylülde kaçak maden ocağında meydana gelen patlama sırasında yüzünden yaralandı. Aylardır tedavisi süren 4 çocuk babası Eliusta, tedavi masraflarını karşılayamadığı için eşiyle konuşarak 3.5 aylık kızları Yelda’yı satmaya karar verdi. Şeker hastası olması nedeniyle kimsenin kendisine iş vermediğini söyleyen Eliusta, “Eşimle düşündük. Son çare olarak tedavi masraflarını karşılayabilmek için kızımızı 20 bin TL veren aileye vereceğiz” dedi.
Sabah kalktıklarında diğer çocuklarının yiyecek bulamadığını ve ağladığını söyleyen anne 26 yaşındaki Zeliha Eliusta, “Parasızlık yüzünden diğer çocuklarımı okula gönderemiyorum. Hangi anne böyle bir şeye razı gelir. Bu güne kadar direndim. Şimdi çaresizim” diye konuştu. (ZONGULDAK)

BOSTANCIDA DİRENİŞ SESLERİ VE İNFAZ

1 Mayıs öngününde ortamı terörize etmek ve korkuyu büyütmek için operasyonlar yapan İstanbul polisi 27 Nisan 2009 günü aynı anda bir çok eve baskın düzenleyerek bir çok devrimci gözaltına alınmıştır. Bu operasyonun uzantısı olarak İstanbul Bostancı'da operasyona devrimciler çatışarak yanıt vermişlerdir Devrimciler, polise, “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi” diye seslendi. Çatışmada bir Devrimci Karargahın savaşçısı olduğunu söyleyen Orhan Yılmazkaya şehit oldu, yaralanan polislerden bir başkomiser hastanede öldü.
İstanbul'da bugün sabah saatlerinde birçok eve baskın yapıldı. Devrimci Karargah'a dönük yapılan operasyonda onlarca kişi gözaltına alındı. Bostancı'da ise polisin operasyonunu devrimciler direnişle yanıtladı. Bostancı Gösteri Merkezi'nin arkasında, Emanet Sokak'ta bulunan Pınar Apartmanı'nda devrimcilerle polis arasında çatışma çıktı. Polisin, kurşunlarla, gaz bombalarıyla, yangın bombalarıyla saldırısına devrimcilerin yanıtı direniş oldu. Sabah 05.30'da başlayan çatışma 6 saat sürdü. Polisin saldırılarını karşı ateşle yanıtlayan devrimcilerden birisi şehit oldu. Diğer devrimcilerin yaşayıp yaşamadığı öğrenilemedi.
Çatışmanın bittiği haberinin gelmesinden ve devrimcilerden birinin ölmüş bedeninin çıkarılmasının ardından 50 dakika sonra binada büyük bir patlama oldu. Patlamanın bubi tuzağı veya daha önceden ayarlanmış bir bomba olabileceği tahmin ediliyor.
Çatışmalarda bir başkomiser de öldü. Çatışmada yaralanan başkomiser, kaldırıldığı hastanede öldü. Ayrıca çok sayıda polis de yaralandı. Çatışma bölgesinde yaralanan bir gazeteci ise İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ı sorumlu tuttu ve suç duyurusunda bulunacağını söyledi.
Direnişin cevabı: Biz düşeceğiz, fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek
Operasyona direnişle yanıt veren, teslim olmayan devrimciler, polisin telsiz frekansına girerek, polislere seslendi: “Biz düşeceğiz, fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek.
TMŞ polislerinin kullandığı frekansa giren devrimciler, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve basın mensuplarına seslendi. İsminin Orhan Yılmazkaya olduğunu söyleyen devrimci, telsizden “Bu kavga bitmeyecek” dedi.
Orhan Yılmazkaya'nın sözleri şöyle: “Müdür duyuyor musun sesimi? Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci Karargah savaşçısıyım. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın hakların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmiş'lerden beri sürdüğü gibi.”
Devrimciler Ölür Devrim Davası sürer.

27 Nisan 2009 Pazartesi

1 Mayıs’a meşaleli çağrı

1 Mayıs’ı Sıhhiye Meydanı’nda mitingle kutlamaya hazırlanan Ankara’daki emek ve demokrasi güçleri, önceki gün düzenledikleri meşaleli yürüyüşle “işsizliğe, yoksulluğa ve krize karşı, eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik için” tüm emekçileri alanlara çağırdılar.
1 Mayıs Tertip Komitesi’nin çağrısıyla Yüksel Caddesi’nde buluşan emek ve demokrasi güçleri, Sakarya Caddesi’ne kadar meşaleli yürüyüş gerçekleştirdiler. “İşsizliğe, yoksulluğa ve krize karşı, eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik için 1 Mayıs’ta Sıhhiye’deyiz” pankartıyla yapılan yürüyüşte “Krizin yükünü patronlar ödesin”, “İşten atmalar yasaklansın”, sloganları atıldı.
Yürüyüşte katılan KESK Ankara Şubeler Platformu üyeleri, tutuklanan SES Ankara Şube Yöneticisi Seher Tümer’in serbest bırakılması talepli pankartı açtı.
Ortak açıklamayı yapan Petrol-İş Ankara Şube Başkanı Mustafa Özgen, 1 Mayıs’ın 29 yıl aradan sonra tatil ilan edilmesinin emekçilerin kazanımı olduğunu söyledi. Özgen, “Kapitalist kriz ve onun yol açtığı sonuçların faturasını ödememek için birleşmeli ve ortak bir mücadele zemini oluşturmalıyız. Bu nedenle de bu 1 Mayıs’ta eşlerimiz ve çocuklarımızla kutlamalara katılmak durumundayız” dedi.
TAKSİM YASAĞINA İLLERDE TEPKİ
Bu arada dün bir çok yerde yapılan eylemlerde Taksim’de yapılmak istenen kutlamanın yasaklanmasına tepki gösterildi.
Adana’da emek örgütleri Taksim’in emekçilere açılmasını istediler. 5 Ocak meydanında bir araya gelen emek örgütleri, İnönü parkına yürüdü. Burada konuşan Tertip Komitesi Başkanı Güven Boğa, herkese açılan Taksim’in emekçilere de açılması gerektiğini söyledi. Boğa, Adana’da bütün işçi ve emekçileri 1 Mayıs’ta Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosunda olmaya çağırdı. Açıklamanın ardından AKP önüne siyah çelenk bırakıldı.
KESK Ankara Şubeler Platformu üyeleri, Taksim’in İstanbul’da yapılacak 1 Mayıs kutlamalarına açılması ve tutuklanan üyelerinin serbest bırakılması için İçişleri Bakanlığı’na, İstanbul Valiliği’ne ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne faks çektiler.
Eğitim Sen Ankara 1 Nolu Şube önünde buluşan KESK üyesi emekçiler, sloganlarla Kızılay Postanesi’ne yürüdüler. Postane önünde açıklama yapan KESK Ankara Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Satı Burunucu Çali, egemenlerin halk güçlerinin emek cephesinde bütünleşmesinden korktuğunu belirterek, 1 Mayıs 1977 katliamını yaptıran ve 1 Mayıs’ı, Taksim’i yasaklatan anlayışın bu korkudan beslendiğini söyledi. 1 Mayıs 1977 katliamı ve başta Kemal Türkler olmak üzere sendikacı katliamlarının sorumluları ortaya çıkarılıp yargılanmadıkça Türkiye’den demokrasiden söz edilemeyeceğini kaydeden Çali, “1 Mayıs’ı tüm ülkede halklarımızın ve işçilerin insanca yaşam, demokrasi ve barış taleplerini dillendirdiği bir gün olacaktır” dedi. Çali, Ankaralı emekçileri 1 Mayıs günü Sıhhıye Meydanı’nda yapılacak mitinge çağırdı. Açıklamasının ardından İstanbul Valilik ve İl Emniyet Müdürlüğü ile İçişleri Bakanlığı’na Taksim’in İstanbul’da yapılacak kutlamalara açılması talebiyle faks çekildi.
(İŞÇİ SENDİKA SERVİSİ)

26 Nisan 2009 Pazar

Şirin Cemgil'i yüzlerce yoldaşı uğurladı

68'in devrimci militanlarından Şirin Yazıcıoğlu [Cemgil] bine yakın insanın katıldığı bir törenle Karacaahmet mezarlığında toprağa verildi. Uras, Kürkçü, Belli, Çalışlar, Kozanoğlu, Aras katılanlar arasındaydı.

1968'in devrimci militanlarından Şirin Yazıcıoğlu [Cemgil] bugün bine yakın yoldaşının katıldığı bir törenle Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi.

Öğlen Karacaahmet Sultan Dergahı'nda düzenlenen törende, yol arkadaşları onunla ilgili anılarını paylaştı; Cemgil'i hasretle hatırlayacaklarını söylediler.

Şirin Cemgil, 17 Nisan'da, 12 Eylül darbesinin ardından sürgüne gittiği Almanya, Duisburg'da yaşamını yitirmişti.

Kararlı ve mücadeleci

Törende ilk olarak, 1971'de Nurhak'ta öldürülen Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kurucularından Sinan Cemgil'le birlikteliğinden doğan oğlu Taylan konuştu.

Annesinin ömrü boyunca fikirlerine sadık yaşadığını belirten Taylan Cemgil, tamamlamaya vakit bulamadığı anı kitabını hazırlayıp yayınlayacaklarını belirtti.

"1965'te, kendi deyimiyle, profesyonel devrimci olmaya karar verdikten sonra, politik hareketlerin içinde olsa da bağımsız tavrını hep korudu." Taylan Cemgil "Kendini barış çocuğu olarak tanımlarda. Hayatta ne yaptıysam ona borçluyum" dedi.

Hem 1960'larda politik mücadeleye katıldığı sırada hem de Almanya'daki sürgün yıllarında birlikte olduğu yoldaşları, Şirin Cemgil'in kararlı, fikirlerinden taviz vermeyen ve nasıl düşünüyorsa öyle yaşamaya çalışan bir kadın olduğunu anlattı.

Sinan Cemgil'den bağımsız olarak anılması gerektiğini tüm konuşmacılar hatırlattı. O dönem sosyalist hareketin içinde kadın bir militan olarak öne çıkmanın zorluğu vurgulandı. Törene katılan kadınlar da bu vurgunun yapılmasında ısrarcı oldu. Şirin Cemgil'in mücadeleciliğinin yanı sıra, sesi, söylediği türküler ve Ruhi Su Dostlar Korosu'nda çalışmaları da hatırlandı. Son yıllarındaysa özellikle devrim fikrinden vazgeçenlere tepki duyarak kendini yalnızlaştırdığı söylendi.

Devrimci, kadın ve anne

Tuncer Sümer, 1964'ten itibaren Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) içinde yer alan Şirin Cemgil'in "hep dik duran, kararlı, inançlı" biri olarak her zaman tartışmaların önünde yer aldığını; herkese örnek olduğunu anlattı.

ÖDP milletvekili Ufuk Uras, cenazede biraraya gelen farklı sosyalist kesimlerden insanların gerçek hayatta da yan yana çalışmasının Şirin Cemgil'in anısına en önemli saygı gösterisi olacağını söyledi. Mustafa Yalçıner'se, 40 yılda yaşananların yok sayılamayacağını, küçük birlikteliklerle başlamak gerektiğini belirtti.

Ertuğrul Kürkçü, "60'ların ikinci yarısında ODTÜ Mimarlık Fakültesinde okuyanlar için Şirin çok önemliydi, yoldaşımız, sosyalist gençlerin öncüsü Sinan'ın karısıydı" dedi. "Ama yakından bakınca Sinan mı Şirin'in kocası, Şirin mi Sinan'ın karısıydı; hangisini diğerine atfen anacağınızı söylemek o kadar kolay olmazdı.

"Biz 68'liler kendimizle öğünmeyi severiz. Ama bu öğünmelerin bir bölümü boşunadır. Kadınlara özgürlüklerini yaşama hakkı tanıdığımız da bu boş öğünmelerden birdir. Çok az kadın arkadaşımız bu hareket içinde kendine yol açabildi. Şirin, bunlardan biriydi. Bağımsız bir kadındı. O devrimin bir ihtimal olarak varlığını kanıtlayan bir hayat sürdü. O öldü diye bu ihtimal de ölmeyecek elbette; bu yolu tutacak gençlerin varlığı acımızı hafifletebilir."

Sevim Belli, "Bir yiğit kadınımızı daha yitirdik" diye söze başladı. Özellikle yurtdışında sürgündeyken yakınlaştıklarını anlatan Belli, birlikte Avrupa'da kadınların devrim mücadelesine katılması için çalıştıklarını anlattı. Su Apaydın da "Şirin proleterya aydını bir kadın, bir anneydi" dedi.

Rakel Dink'e mektup

Törenin sonunda Şirin Cemgil'in, Hrant Dink'in eşi Rakel Dink'e yazdığı mektup okundu. "Benim sevgilimi Nurhak dağlarında kurşunlayan ellerle senin, sizin sevgilinizi kurşunlayan elleri çok iyi tanıyorum. Ama bu ülkede sevgiyi ve kardeşliği de çok iyi biliyorum"

Törende konuşanlar arasında Haşmet Atahan, Atilla Sarp, Hülya Sancak, Oğuzhan Kayserilioğlu ve Bora Gezmiş de vardı. Cenazeye katılanlar arasında da Eşber Yağmurdereli, ÖDP'den Hayri Kozanoğlu ve Alper Taş, Nuran Ağırnaslı, Tayfun Mater, Nadire Mater, Mustafa Atalay, Oral ve İpek Çalışlar, İlhami Aras, Masis Kürkçügil, Atilla Aytemur, DTP'den Ömer Ağın, Işıl Özgentürk de vardı.

Daha sonra grup "Devrim şehitleri ölümsüzdür", "Yaşasın devrim ve sosyalizm" sloganları, Nurhak türküsü eşliğinde mezarlığa yürüdü.

Kimdir?

11 Mayıs 1945'te Buldan, Denizli'de doğan Şirin Yazıcıoğlu [Cemgil], Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra kısa bir dönem avukatlık yaptı ve siyasi suçlamalarla yargılanan ilerici–demokratların davalarına girdi. Türkiye İşçi Partisi Çankaya şubesi üyesi ve F.K.F kurucusu'ydu. 1968 öğrenci hareketi içinde aktif roller üstlendi. Hareketin öncülerinden Sinan Cemgil ile öğrenciyken evlendi. 12 Mart darbesinden sonra cezaevine girdi.

Serbest bırakıldıktan sonra Hikmet Kıvılcımlı geleneğinin içinde yer aldı. 12 Eylül askeri darbesini izleyen günlerde de tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra 1982'de politik sürgün olarak ülkesini terk etti. Şirin Cemgil, Sinan Cemgil'in yanında toprağa verildi.

Bianet / 25.04.09

Taksim 'bilimsel' olarak da 1 Mayıs en uygun yer

Yaşar Kemal, Müjde Ar, Tarık Akan, Reis Çelik, Ülkü Azrak, Ercan Karakaş’ın da aralarında olduğu 114 akademisyen, avukat, gazeteci, yazar ve sanatçı ortak bir bildiriye imza attı ve Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda emekçilere açılmasını istedi.

114 kişinin imzaladığı bildiride şu ifadeler yer aldı: “12 Eylül darbe rejimince gasp edilmiş bir hak, 30 yıl sonra iade ediliyor. 1976 yılından bu yana 1 Mayıs’la özdeşleşmiş olan Taksim Meydanı’nın emekçilerin dayanışma günlerine açılmasını istemek bir ‘inatlaşma’ değil, bir hak talebidir.”

TAKSİM MAZERETİNE BİLİMSEL ÇÜRÜTME

1 Mayıs İşçi Bayramı’na bir hafta kala Taksim Meydanı gerginliği artıyor. DİSK başta olmak üzere sendikalar ve sivil toplum örgütleri ısrarla Taksim’i isterken, İstanbul Valiliği de ısrarla ‘Hayır’ diyor. ‘Toplumsal Şehircilik Hareketi İMECE’ isimli sivil toplum örgütü, Taksim’le Kadıköy ve Çağlayan meydanlarını bilimsel olarak kararlaştırdı ve bir rapor hazırladı: Taksim diğer meydanlardan daha büyük ve güvenli. Bu nedenle ‘Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesi tamamen ‘ideolojik’.
Yaklaşık iki yıldır ‘Toplumsal Şehircilik Hareketi İMECE, kent kültürü ve planlamasıyla ilgili atölye çalışması yapıyor, raporlar hazırlıyor. Çalışmalarını bilimsel ilkelerle yürüten topluluk, toplumsal özellikleri de gözetiyor. Ekibin içinde şehir plancıları, sosyologlar, siyaset bilimcileri bulunuyor.
Kamuoyunda sıklıkla tartışılan Taksim Meydanı ve 1 Mayıs konusuna da bu gözlerle bakan İMECE, ‘Taksim Meydanı 1 Mayıs Mitingi için yetersiz mi?’ başlıklı bir rapor hazırladı ve Taksim Meydanı ile İşçilere önerilen Çağlayan ve Kadıköy meydanlarını karşılaştırdı.
Raporda şu maddeler yer alıyor:

* Taksim Meydanı Çağlayan ve Kadıköy meydanlarının neredeyse dört katı büyüklüktedir. Taksim Meydanı gezi parkı değerlendirmeye katılmasa dahi 35 bin 949 metrekare alana sahiptir. Bu büyüklük Kadıköy ve Çağlayan meydanlarını ikiye katlamaktadır

* Çağlayan Meydanı’nın büyüklüğü 15 bin 410 metrekaredir ve Taksim Meydanı’nın yüzde 27’sine tekabül etmektedir.

* Kadıköy Meydanı 14 bin 290 metrekaredir ve Taksim Meydanı’nın yüzde 25’ine tekabül eder.

Meydanlara açılan yollar
* Çağlayan Meydanı üç ana yola bağlanmaktadır, giriş-çıkışın güvenli bir biçimde yapılması ve alana ulaşım Taksim Meydanı’ndan daha zordur. Eğer İstanbul Valisi’nin söz ettiği gibi 300 bin yurttaş bir araya gelirse E-5 karayolu kapanacak ve buradan başlayarak Anadolu yakası dahil tüm İstanbul’un ulaşımı içinden çıkılamaz bir noktaya ulaşacaktır, Mecidiyeköy ve Şişli trafiği saatlerce kilitlenecektir.

* Kadıköy Meydanı üç yola bağlanmaktadır, güvenli giriş ve dağılmayı engelleyen iki adet şantiye bulunmaktadır. Bunlar park alanının tamamında ve Eminönü iskelesinin önünde bulunmaktadırlar Meydana giriş ve çıkışı kısıtlamaktadır.

* Kadıköy Meydanı diğer birçok mitinginde yapıldığı alanda İETT ana garajı, iki adet vapur iskelesi, iki adet motor iskelesi, bir adet deniz otobüsü iskelesi bulunmaktadır. 1 Mayıs kutlamaları için önerilmiş olan bu alanda miting zamanlarında İETT tamamen iskeleler ise kısmen kapatılmaktadır.

* Taksim’in iki güçlü ulaşım alternatifi varken Anadolu yakasını Avrupa’ya bağlayan Kadıköy’ün alternatifi Üsküdar olmaktadır. Üsküdar tek başına bu yükü taşıyacak kapasitede değildir. Taksim’in kullanılmasından daha büyük sorunlar ortaya çıkması muhtemeldir.

* Büyüklük, ulaşım ve güvenlik açısından Taksim Meydanı Emek bayramı için en uygun alan olan yerdir. Sözü edilen sebepler bilimsel verilere dayanmamaktadır ve Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesi tamamen ‘ideolojik’tir. Rapor pazartesi günü kamuoyuna açıklanacak.
***
Taksim Meydanı 58 bin 443 metrekarelik alana sahip ve meydana beş yol açılıyor. Gezi Parkı değerlendirilmese bile Çağlayan ve Kadıköy’den iki kat büyük.

Kadıköy Meydanı 14 bin 290 metrekare. Taksim Meydanı’nın yüzde 25’i kadar alana sahip. Üç yolun açıldığı meydanın çevresinde iki şantiye ulaşıma engel.

Çağlayan Meydanı Taksim Meydanı’nın yüzde 27’si kadar alanı kapsıyor: 15 bin 410 metrekare. Çağlayan Meydanı’na açılan sadece üç yol bulunuyor.
'Ergenekoncu' sözü iftira sayılıp dava açıldı

25 Nisan 2009 Cumartesi

KİŞİ BAŞINA DÜŞEN GELİR 5 YILDA TOPARLANAMAYACAK

MF verilerinden yapılan hesaplamalara göre kriz nedeniyle Türkiye’deki kişi başına düşen ulusal gelirdeki gerileme 5 yılda toparlayamayacak
Küresel kriz tüm dünya ülkelerinin ekonomik göstergelerini olumsuz etkilerken, Türkiye kişi başına düşen ulusal gelirindeki gerilemeyi 5 yılda toparlayamayacak.
Küresel krizin etkisiyle Türkiye’nin kişi başına düşen geliri, 2009’da 2 bin 632 dolar azalarak, 7 bin 840 dolara gerileyecek.
Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerinden yapılan hesaplamalara göre, Türkiye, 2014 yılında bile kriz öncesi 10 bin 472 dolarlık kişi başına gelir düzeyi yakalayamayacak. Buna göre, Türkiye’nin 2014’de kişi başına düşen geliri 8 bin 664 dolar seviyesinde gerçekleşecek.
Bu yıl sıralamada 56’dan, 60. sıraya gerileyen Türkiye’yi kişi başına gelirde Uruguay 9 bin 112 dolar, Lübnan 8 bin 132 dolar, Şili 7 bin 994 dolar ve Seyşel Adaları 7 bin 987 dolarla geçecek.

ZENGİN ÜLKELER KOLAY TOPARLANACAK
Küresel krizle kişi başına düşen gelirdeki gerilemelere yenik düşen ülkelerin aksine, Japonya’nın kişi başına düşen geliri bu yıl artacak ve 38 bin 559 dolardan, 39 bin 116 dolara yükselecek.
Kriz sonrası kişi başına geliri en fazla düşen ülke ise 24 bin 418 dolarlık gerilemeyle Norveç olurken, bunu 18 bin 626 dolar ile Lüksemburg ve 18 bin 584 dolarlık düşüşle İzlanda izleyecek.
ABD’de ise kişi başına gelir, 2011 yılından itibaren hızlı bir şekilde toparlanarak, 2014 yılında 52 bin 393 dolara ulaşacak. Geçen yıl, 46 bin 859 dolarlık kişi başına düşen gelirle sıralamada 7. sırada bulunan ABD’nin söz konusu geliri bu yıl 45 bin 550 dolara gerileyecek. Bu yıl kişi başına gelir sıralamasında 55. sırada yer alan Rusya’da geçen yıl 11 bin 807 dolar olarak gerçekleşen bu rakam, 2009 sonunda 8 bin 230 dolar olacak.
Türkiye’nin Satın Alma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre kişi başına geliri bu yıl, 692 dolar düşerek, 12 bin 446 dolara gerileyecek. 2014’de ise bu rakam, 14 bin 690 dolara yükselecek. SGP’ne göre kişi başına düşen gelir sıralamasında ilk sırada yer alan Katar’da geçen yıl bu rakam 85 bin 868 dolar iken, yıl sonunda 92 bin 121 dolar olacak. 2014’de ise Katar’ın SGP’ne göre kişi başına düşen geliri azalacak ve 80 bin 82 dolar olarak gerçekleşecek

‘LTTE-SONRASI DİYE BİR SENARYO YOK’

Sri Lanka ordusu, Özgürlük Kaplanları’nı ortadan kaldırmaya yakın olduklarını iddia etse de isyancı grubun siyasi önderi B. Nadesan, Kaplanların yok edilmek üzere olduğu değerlendirmesini kesin olarak reddediyor. LTTE (Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları) siyasi önderi B. Nadesan’la konuştuk.
VİNOJ KUMAR

»Pek çok gözlemci şimdiden Sri Lanka’da LTTE-sonrası ya da Prabakaran-sonrası senaryolardan söz ediyor.
Bir şeyi açıkça belirtmek istiyorum; LTTE-sonrası bir senaryo sözkonusu olmayacaktır. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Tamillere bakın, hepsinin yüreğinde ve zihninde özgürlük ve onur için güçlü bir arzu göreceksiniz. LTTE, Tamil halkının politik özlemlerine yanıt verebilecek tek yok olarak görülüyor. Geçtiğimiz 35 yıl boyunca Tamil halkının kendi kaderini tayin hakkına kavuşmak için verdiği mücadeleye, onların özgürlük savaşçıları olarak sorumluluğumuzdan bir an için bile ödün vermeden önderlik ederek kazandık bu statüyü. Askeri anlamda, bir savaş içinde, yenilgiler ve ilerlemeler kaçınılmazdır. Önemli olan sonunda ne başardığımızdır. Uluslararası topluma ve Hindistan’a buradan seslenmek istiyorum ki, asla sözkonusu olmayacak bir LTTE-sonrası senaryonun gerçekleşmesini bekleyerek boşa harcanan zaman, enerji ve yaşamların yerine Tamil halkının siyasi istemlerini yerine getirmek üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyor.

»Prabakaran* nerede? Savaş bölgesinde mi yoksa güvenli bir yerde mi?
Prabakaran, burada halkımızla birlikte; ulusal önderimiz olarak özgürlük mücadelemize önderlik ediyor ve başkomutan olarak savaşımızı yönetiyor.

»Veyipillai Prabakaran’ın ülkeden ayrılma olasılığı nedir?
Yüzde sıfır.

»Hindistanlı askerler, savaş bölgelerinde Sri Lanka ordusuyla birlikte LTTE’ye karşı savaşıyor mu?
Şunu söyleyebilirim ki, Sri Lanka ve Hindistan hükümetleri arasında çok üst düzeyde bir askeri işbirliği sözkonusu.

»LTTE’nin sivil halkı canlı kalkan olarak kullandığı yönündeki iddialara yanıtınız nedir?
Tamil halkı, Sri Lanka devleti tarafından çeşitli biçimler altında kendilerine yönelik gerçekleştirilen sürekli saldırganlığın farkında. Saldırgan Sri Lanka devletinin eline düşmek istemeyen bu insanları “tuzağa düşürülmüş” ya da “canlı kalkan” olarak nitelemek kesinlikle yanlış. Sri Lanka, bağımsız insani yardım görevlilerine, halkın isteğinin ne olduğunu görmeleri için bölgeye gelebilmelerini sağlamak için güvenli bir geçiş olanağı sunmalıdır.

»Ateşkese hazır olduğunuzu defalarca ilan ettiniz. Bu, bir zayıflık göstergesi mi?
Ateşkeste ısrar ediyoruz çünkü Sri Lanka [Tamillere karşı] yürüttüğü soykırımsal savaşı büyütmeye devam ediyor. Bölgede yaşanan insani krizi çözmeye başlamak ve halkın temel yardım mallarına yaşadıkları yerde ulaşmalarını sağlamak için bir ateşkese ihtiyaç var.

»Uluslararası toplumdan talebiniz nedir?
Masum çocuklar, anneler ve yaşlılar, Sri Lanka silahlı güçleri tarafından her gün katlediliyor. Bu yüzden acil bir ihtiyaç olarak Sri Lanka hükümeti ateşkese zorlanmalıdır. Uluslararası topluma, “terörizmle mücadele” yalanı çerçevesinde Tamilleri ortadan kaldırmaya yönelen Sri Lanka’nın yanında yer almamaları çağrısında bulunuyoruz. Uluslararası toplumdan bu savaşı bir an önce durdurmalarını ve Tamillerin kendi kaderini tayin hakkı temelinde kalıcı bir politik çözüm için görüşme zemini hazırlamalarını istiyoruz.
*Tamil Kaplanları’nın en üst düzey lideri
Tehelka Magazine, 18 Nisan, Türkçesi: Solun Doğusu

SINIFI VE DİRENİŞİ ANLATMAK

İşçi edebiyatı, işçi yazarların ve sınıf duruşuna sahip işçi sınıfından yana olan yazarların ürettiği eserler olarak tanımlanmaktadır. İşçi edebiyatının tarihini, işçi sınıfının doğuşu ile başlatmak gerekir. İşçi sınıfını doğuşu ise, sanayi devrimiyle başlamıştır. Avrupa’da kapitalizm, 18. yüzyılın sonunda İngiltere’de yaşanan sanayi devriminden, Fransa’da ise 1789 burjuva devriminden sonra doğmuştur. İşçi sınıfının doğuşu, kadın ve çocuk iş gücünün üretime sokulması, bu işçilerin çalışma ve yaşam koşulları Zola ve Dickens gibi yazarlar tarafından işlenmiştir. İşçi sınıfının doğuşu ile birlikte sınıf bilincine sahip olan yazar ve şairler bu sınıfın sesi, gözü ve kulağı olup, işçilerin mücadelelerini, yaşam koşullarını, bilinçlenmelerini, örgütlenmelerini anlatmıştır. Dünya edebiyatında kendine yer edinmiş olan bu yazarlar arasında az önce geçen isimlerin dışında Gorki, Steinbeck, Willi Bredel, Gladkov gibi adlar vardır.
‘Komünist Manifesto’nun (1848) edebi anlamda da işçi sınıfının çıkardığı ilk eser olduğu yadsınamaz:
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – komünizm hayaleti. [...] Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmez. Hedeflerine ancak şimdiye kadar ki tüm toplum düzeninin zorla yıkılması yoluyla ulaşabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir kömünist devrim karşısında titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
İşçi sınıfının kazanacağı bir dünya, sınıfsız, sömürüsüz, bir dünya demektir ve bu topluma gidecek yolun ancak zincirleri kırmaktan ve bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinden geçtiğini belirten bazı cümleler neredeyse bir özdeyiş haline gelmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’da ilk başta insani hedefler için mücadele veren işçi hareketleri ortaya çıkmıştır. Talepleri arasında ilk başta iş koşullarının düzeltilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması ve ücretlerin arttırılması vardır. 1848’e gelene kadar Avrupa’nın birçok kentinde işçi ayaklanmaları gerçekleşmiştir. Nihayet 1871’de Paris Komünü ayaklanmasıyla dünyada ilk kez bir işçi sınıfı hükümetinin kurulması tarihe geçmiştir. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, işçiler dünyanın birçok ülkesinde hem sendikal hem de siyasal örgütlenmelerini geliştirmiştir. 1905’te Rusya’daki ayaklanmayı kendisi de bir işçi olan Gorki, ‘Ana’ romanında ele almıştır.
Sınıf savaşlarının canlandığı dönemlerde yazar ve şairler genelde hep ezilen sınıfın yanında olup bu süreci eserlerinde yansıtmıştırlar. 1960-1980 dönemi arasında işçiler kendi örgütlenmeleriyle beraber kendi aydınlarını da yetiştirmiştir. İşçi sınıfının gücüne inanç en başta Nâzım Hikmet, Enver Gökçe, Arif Damar, Hasan Hüseyin gibi şairler, Orhan Kemal, Bekir Yıldız, Erol Toy, Mehmet Başaran, Nejat Elibol, Hasan Kıyafet gibi yazarlar tarafından dile getirilmiştir. Türk edebiyatının Gorki’si olarak da adlandırılan ve Adana’da pamuk fabrikalarında işçilik, dokumacılık ve sekreterlik yapmış olan Orhan Kemal’in ‘Cemile’ (1952) romanı Türk edebiyatına ilk defa bir işçi kadını sokmakla kalmaz, Türk edebiyatında Cemile işçilerin yaşamlarını anlatan ilk eser olarak da tanımlanır. (Svetlana Uturgauri, ‘Türk Edebiyatı Üzerine’, Cem Yay. 1989, s. 81)
Avrupa’da 19. yüzyılda başlayan işçi edebiyatı Türkiye’de sanayileşmenin geç başlaması ve burjuva demokrasinin olmayışı nedeniyle ancak 1938-1940 yıllarında başlayabilmiştir. Fakat işçi sınıfının yanında yer alan yazarlar sayıca az da olsa –örneğin, Suat Derviş ve Sabahattin Ali– olmuştur.
İlk işçi öykücüsü Ahmet Naim Çıladır (d. İstanbul 1902, ö. Zonguldak 1967), öncelikle öykülerinde Zonguldak kömür havzası işçilerinin hayatlarını anlatmıştır. Reşat Enis (1909-1984), 1960’ları, işçi sendikalaşmalarını, grevleri, işçi-sendika ilişkisini anlattığı, sendika ağalarını ve sarı sendikaları eleştirdiği ‘Sarı İt’ (1968) romanıyla tanınır. Reşat Enis ayrıca ilk romanları arasında yer alan ‘Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’ (1937) adlı eserinde işçilerin yaşamlarını, patronla ilişkilerini, kadın işçinin çifte sömürüye maruz kalışını, Zonguldak maden işçilerini anlattığı romanıyla da bilinir. Nâzım Hikmet, bu romanı “Türk edebiyatının temel taşı”, Suat Derviş ise “Türk dilinde yazılmış olan romanların en güzellerinden biri” olarak nitelemiştir.
Ancak sanat ve edebiyat daima burjuvazinin/egemen sınıfın tekelinde olduğu için bu araçları ele geçirmek hiç de kolay olmamıştır. Çünkü, yazarlık uğraşısı emek isteyen, en aşta da zaman ve fedakârlık gerektiren bir uğraştır. İşçilerin ise çalışma ve hayat koşulları nedeniyle bu koşulu yerine getirebilmeleri çok daha zordur. Ancak, her şeyden önemlisi ve altını çizmemiz gereken nokta, işçi mücadelesinin olmadığı yerde, edebiyatı da gelişememiştir. İşçi edebiyatının gelişkinliği kuşkusuz işçi sınıfının gelişkinliği ve hareketliliği ile yakından ilişkilidir. Batı Avrupa ülkelerinde işçiler 20. yüzyılın başında kendi kütüphanelerini, eğitim ve edebiyatçılar derneklerini kurarken Türkiye’de bu ancak 1960’larda yaşanmıştır. Daha sonra ise on sene aralıklarla gerçekleşen darbelerle önü kesilip engellenmiştir.
Son olarak, Edebiyatçılar Derneği ve Genel-İş’in, işçi edebiyatını ve işçileri anlatan yazını teşvik edip desteklemek üzere 2003’ten beri yaptığı ‘Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması’ bu gelişimin ve geleneğin bir devamı olarak görülüp işçi edebiyatının geleceği konusunda bir umut vaat eder.
Mediha Göbenli
Birgün

1 MAYIS TATİL OLMUŞKEN

1 Mayıs’ın tatil olması Türkiye’deki ana siyasi çizgi için “başkalarında var, bizde de olsun” mantığından öte değildir. Yoksa ciddi bir şekilde emeğe saygı, işçi sınıfının haklarının korunması ve gelişmesi ile ilgisi yoktur. Çünkü onlar en basit anlamda işçi sınıfı denildiğinde polemik ve kafa karışıklığı yaratmak için “Sadece işçi yok, memur, emekli, köylü ve beyaz yakalı da var, neden işçi diyorsunuz?” sorusunu bile sorabilecek kadar olaya ciddiyetsiz yaklaşırlar. “Ne sınıfı kardeşim, Türkiye zümre ve sınıflardan oluşmayan yekpare bir millettir,” derler.
Aslında kendi ekonomik ve siyasi çıkarmalarını savunmayan bir gruba ne kadar sınıf denirse, Türkiye’de işçi sınıfına da o kadar sınıf olarak yaklaşmak gerekir. Herhangi bir mobilitesi olmayan, başka gruplarca kendi çıkarları savunulan sınıfa ne ad verilir, tartışma konusu olmalıdır. Bayramını kutlamak için kendi tarihsel meydanına bile sahip çıkamayan, gücünün farkına varmayan, belirli bir entelektüel ve küçük burjuvalarca hak mücadelesi verilen insanlara ne ad vermek gerekir bilinmiyor.
Yukarıda yazılan iki paragraf Türkiye’de yapılan 1 Mayıs tartışmaları ve işçi sınıfının durumu hakkında gerçekçi saptamalardan öte değildir. Ancak kuramda bilinen tanımlamalar ve siyasi yorumlar dışında yeni bir adlandırma ile gerçekliğin daha anlaşılır kılınması gerektiği olmazsa olmaz bilimsel bir uğraş olmalıdır.

İŞÇİ SINIFININ UZAK DURUŞU
İşçi sınıfı için gerçekte kendi haklarını en yoğun şekilde savunan kendi ideolojisine bu kadar uzak durmanın gerçekçi bir nedeni olmalıdır. En azından “emek, hak ve hukuk” gibi kelimelerle kendi çıkarlarını gündemde tutan bir ideolojiye sırt çevirmenin çok açık nedenleri olmalı. Bu nedenlerin para kazanmak için icra ettiğim danışmanlık uğraşı pratiğimdeki deneyimlerimde saklı olduğunu düşünüyorum. Danışmanlık için görüştüğüm siyasi bir ileri gelenin tepkisi ile “Ya bizi kandırırsan?” sorusunda gizlidir bu nedenler. Duyduğu sözlerle kandırılacak kişilerin şimdiye kadar duyduğu ve öğrendiği fikirlerce kandırılmadığının garantisi olamaz. Aslında böyle kişilerin bütün inanç ve değerlerinden kuşku duyması gerekir, çünkü öğrendiği bütün düşüncelerce kandırılmış olması ve bunların yanlış olma olasılığı çok yüksektir. Ancak bu kadar hata yapmaktan korkan bir grubun tarihsel nedenleri de olmalıdır. Elbette bu tarihsel nedenler Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesine gönül verenlerce ödenen diyette ve bu diyetin hacminin yarattığı bıkkınlıkta saklıdır.
Bu topraklarda hak ve hukuk mücadelesi verenlere çok acılar çektirilmiş ve çektirilmeye devam edilmektedir. ODTÜ’lülerin AKP’ye karşı açtığı bir pankartta dile getirdiği gibi: “Demokratız ama enayi de değiliz” gibisinden, “Kahramanız ama enayi de değiliz” mantığında gizlidir artık günümüzde Türkiye’deki hak ve hukuk arayışı. Sabah akşam diyet ödeyerek, acılar çekerek tarihte bir iz bırakılmadığının, kurumsal bir mücadele hattı oluşturulmadığının farkına varılmıştır artık. Yoksa kimse korkak değil, mücadeleden de kaçmamaktadır. Diğer türlü söylem ve polemikler ancak başka türlü bir yeteneği olmayan siyasi mücadele gruplarınca dile getirilen ve korkaklık-cesaret ikilemine sıkıştırılmış bir mücadele şeklinden öte bir yaşam bilmeyenlerce söylenen ajitasyon ve propaganda aracından öte bir anlam ifade etmemektedir. Böyle bir siyasi mücadele şekli ise ancak genç denilen insanların kahramanlık duygularını etkilemeye çalışmaktan öte bir işe yaramaz. Yoksa işçi sınıfının siyasi mücadelesi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Daha da öte, böyle bir yol Rusya işçi sınıfı mücadelesi deneyimlerinden kuramlaştırılan işçi sınıfı mücadelesi bilgisi olarak aslında gerçek mücadeleye zarar verdiği de bilinmelidir. En fazla diyet ödeyenlerle en fazla acı çekenlerin gerçek devrimci oldukları anlayışı bir çocukluk hastalığından öte bir anlam ifade etmemektedir. Herkes bir gün ölecektir; trafik kazasından veya kalp krizinde ölmektense, doğrulara olan inançlar için mücadele ederken ölmek en ideali olsa gerek. Çok saygı duyduğumuz Che Guevera da böyle ölmedi mi?

DIŞ MİHRAKLARIN BİR OYUNU MU?
Elbette işçi sınıfı ideolojisi dış mihraklı, ithal bir ideolojidir. Bu topraklarda üretilen, Türklere ait olan hangi fikir ve ideoloji vardır ki dış mihraklı değildir? En basit anlamda Alparslan Türkeş’in yazdığı ‘Dokuz Işık’ kitabındaki veya Ziya Gökalp’in düşüncelerinden hangisi öz ve öz Türk patentlidir? Milliyetçilik ve millet kavramları hangi dönemin ürünüdür ve ne zaman ortaya çıkmıştır? Savaşmaktan başka bir becerisi olmayan bir milletin düşünsel geleneği olup orijinal bir fikir üretebilmesi beklenebilir mi, mümkün mü?
Cumhuriyet ve demokrasi bile bize ait değil. Bize ait olan tek orijinal bayram 23 Nisan’dır. Niçin 1 Mayıs bize ait olsun ki? Başta da söylediğim gibi “başkalarında var, bizde de olsun” mantığının inanç ve saygıyla hiçbir alakası yok. Öyle ya da böyle, sınıflar arasındaki siyasi mücadele güç gösterisinden, kale zapt edilmesinden öte bir şey değil. 1 Mayıs 2009 günü veya daha sonraki yıllarda efendi efendi, tıpış tıpış, emeğin dışında her şeyin temsilcisi olan Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’a en basit yaklaşımla oy kaygısından dolayı sıkılma belası Taksim’de çelenk koydurabiliyor musunuz, ona bakmak lazım.
1 Mayısların kana bulanması ve yasaklanması Türkiye sermaye sahiplerinin işçi sınıfının gücünden korkularının eseridir. Kana bulatanlar da, yasaklayanlar da kendileridir. Asıl korkanlar onlardır. ‘Uzay Yolu’ televizyon dizilerinde yansıtılan yaşam şekli toplumsalcılık (sosyalizm) bir gün bütün dünyada egemen olacaktır ve bu her yıl her ülkede 1 Mayısların kutlanması ile gerçekleşecektir. Bu kaçınılmaz bir tarihsel yönelimdir ve insanın doğasına en uygun sistem budur.
AHMET FARUK KEÇELİ * Ekonomist, Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi, keceli@bilkent.edu.tr
Birgün