31 Mayıs 2009 Pazar

HEP İYİ VE YÜREKLİ İNSANLAR ATLARINA ERKENCE BİNİP GİDİYORLAR FEVZİ KARACA’YI KAYBETTİK !

Uzun yıllar komünist harekete hizmet etmiş ve sıkıyonetim koşullarında Devrimci Halkın Birliği’nin yaızişleri müdürlüğünü yapmış olan Fevzi Karacayı kahrolası kanser hastalığında Hollandanın Rotterdam kentinde kaybettik. Uzun dönemdir kanser hastalığını yenmek için mücadele yürüten Fevzinin vucudu uzun sure hastalığa diremedi ve Mayıs ay’ının sonunda ölümsüzler ordusuna yürüdü.

Biliyoruz ki anılar tarihimizde bir izdüşümdür. Her anı bir tarih ve tarih de bizim aynamız olmaktadır. Fevzide öyledir. 53 yaşında kaybettiğimiz Fevzi dünden bugüne tarihleşen bir gerçekliğe sahiptir. Tarih üreten yaratanlarda dile gelmekte ve günümüz de sayenizde tarihselleşmektedir. Bazen kendimizi unutsak bile tarihleşen anılar bizi unutmaz ve peşimizde gelir. Bizi bizle tanıştırır. Dolayısıyla komünist hareket, mücadeleye bir çok katkısı olan yürekli insanların emeği ve çabası üzerinde yükselmiş, Onların katkılarıyla bugünlere taşınmıştır. Tarih sevinçleriyle, acılarıyla yasanan bir geçmiş. Okuyarak öğrendiğimiz, anlatılarak duyduğumuz, destanlarını dinlediğimiz tarih, her zaman yaşananların birer parçasini tanıkları için yaşatmaktadır.

Bu manada yasanan tarihsel gerçeklik hangi yöntem ile olursa olsun, insanların yüreğinde ilmik ilmik işlenerek nakşedilmektedir. Tarih yaşanan sevinç ve acılar ötesinde hayatta hiç kabuk bağlamayan yaralarin tazeleniş nedenlerini tekrarlamaz. Asıl o zaman hem tarih hem yaşanan hikayenin kareleri ve gerçek kahramanlari halkların dilinde destan, yüreklerinde volkan, gözlerinde ise efsaneleşerek sıfat kazanır. Yaşanmışlıkların kutsanması sonucu, çoktan insan yasantısında, duygu ve mantığında yaşamın temel değer yargısı....

Nitekim Fevzide tarihsel süreçte yol arkadaşımızdır. İnsanlığa daha çok hizmet edeceği ve daha fazla emek harcağı bir dönemde erkence kaybettik Fevziyi. Mutevazi, ağır başlı ve olgun, gösterişçilikten uzak yaklaşımlarıyla devrimin bir hamalı olarak çalışan ve aldığı işleri sonunan kadar taşımada kararlı olan Fevzi Karaca 1956 yılında Yozgatın-Gülpınar köyünde dünyaya geldi. Gençlik yıllarında devrimci düşüncelere sempati duyan Fevzi üniversite yıllarında Ankarada komünist hareketle tanıştı. Hem gençlik saflarında ve sonrasında profesyonel bir devrimci olarak devrim ve sosyalizm için canla başla çalıştı. 12 eylül faşist darbe öncesi faşist diktatörlüğün gemi azıya koşullarda adeta gizli basılan DHB’nin yazıişleri müdürlüğü görevini tereddütçe üstlendiği gibi, derginin hazırlanması ve basılmasında canla başla görevler üstlendi. DHB’ yi sıkıyönetim koşullarında basacak matba bulmada zorlanırken dergiyi değişik illerde bastırmak için yoğun bir çaba içinde oldu ve zorluklaır devrimci iradesiyle yenmesini bildi.

Yoldaşlaryla hep iyi geçinen ve onların eksiklik ve yetmeliklerini tamamlayan olgun yaklaşımlarıyla insanlar üzerinden olumlu etki bırakan Fevzi, 12 eylülün tasfiyecilik oratamında yalnız kaldı ve yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Yurtdışında da savrulup değerlerinden kopmadan demokrasi ve özgürlük mücadelesine destek olma tutumunu sürdürdü. Devrimci ve komünistlere destek oldu ve her daima yıllarca mücadele yürrüttüğü komünist harekete vefa dugusunu eksik etmedi.

Bir çok kişinin vurgun yeyip inaçlarından ve uğruna ölümü hiçe saydığı davasına sırt çevirip ihanet ederken, Fevzi Karaca bunlardan uzak durdu ve o hep insanlığın özgürlük yürüyüşünün ardından yürüdü. 53 yaşında kahrolası kanser hastlığında erkence kaybettiğimiz Fevzi Karacanın anısı önünde saygıyla eğiliyor , Onu devrim ve sosyalizm mücadelemizde hep iyi ve yürekli, insancıl, mütevazi ama inançlı özellikleriyle yaşatacağımıza söz veriyoruz..

30-Mayıs.2009

DEVRİMCİ HALKIN BİRLİĞİ

TÜRKİYE’DE ÇOCUK OLMAK ZOR

Yaklaşık 42 bin çocuğun sokaklarda yaşamak zorunda kaldığı Türkiye’de, mayınlı arazilerin oyun alanına dönüştüğü, 13 yaşında çocuğun iş cinayetine kurbat gittiği,
polisin okul basıp ilköğretim öğrencisinin kafasını pisuvarın içerisine soktuğu öğrenildi
Yurtta yaşanan son gelişmeler çocuk olmanın zorluğunu gözler önüne serdi. Doğu’da dün 13 yaşındaki bir çocuk iş cinayetine kurban giderken, sınır boylarındaki mayınlı arazilerin çocukların oyun bahçesi olduğu öğrenildi. Batıda 13 yaşındaki kız 7 bin TL karşılığı zorla annesi tarafından evlendirilirken Eskişehir'de okulu basan polis 14 yaşındaki çocuğun kafasını pisuvara soktu. Öte yandan İzmir'de ise oje süren arkadaşına gülen 10 yaşındaki E.Ç öğretmeni tarafından yüzü morluk içinde bırakılana kadar dövüldü.
Tüm bu yaşananlar Adalet Bakanlığı verilerine göre 42 bin çocuğun sokaklarda yaşadığı Türkiye'de çocuk olmanın zorluğunu birkez daha gözler önüne serdi.

13 YAŞINDA İŞ CİNAYETİ KURBANI OLDU
Mardin'in Nusaybin ilçesinde 13 yaşındaki çocuk, çalıştığı briket fabrikasındaki iş kazasında öldü. Edinilen bilgiye göre, Nusaybin Küçük Sanayi Sitesi'nde bulunan briket fabrikasında çalışan 13 yaşındaki Faruk Sönmez, pres makinesine ait bir cihazın başına çarpması sonucu ağır yaralandı.Fabrika çalışanlarınca Nusaybin Devlet Hastanesi'ne kaldırılan Sönmez, kurtarılamadı.
Polis, iş kazasıyla ilgili fabrikada çalışan bazı işçilerin ifadelerine başvurdu. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.

MAYINLI ARAZİLER OYUN ALANI
Mardin'in Nusaybin ilçesinde çocuklar tel örgüleri aşarak mayınlı sahaya girebiliyor. Kimi çocuk tarlaya giren hayvanını tarladan çıkarmaya çalışırken birçok çocuk ise tehlikenin farkında olmadan mayın tarlasında oyun oynuyor.
Bazı çocuklar ise harçlıklarını elde etmek için mayın tarlasına girip kember otu topluyor. Mayınlı sahanın içinde iyice açılan çocuklar devriye gezen ve nöbet tutan askerlerin ikazlarıyla hızla tarladan kaçmaya çalışıyor.
Tarladan topladıkları kember otunun kilosunu 1 liraya eczanelere sattıklarını söyleyen eden bir çocuk, bazı arkadaşlarının tarlada mayın patlaması sonucu yaralandığını belirtiyor. Tarlanın tehlikeli olduğunu bildiklerini, ancak harçlıklarını çıkarmak için bu işi yaptıklarını tehlikenin farkında olmadan anlatıyor.

KÜÇÜK KIZ 7 BİN TL’YE EVLENDİRİLDİ
Edirne’nin Meriç İlçesinde yaşı küçük kızlarını 7 bin TL karşılığında evlendiren aile ile evlenen kişi hakkında, çocuğun cinsel istismarı suçlaması ile soruşturma başlatıldı. Edirne’nin İpsala ilçesinde oturan H.Ç. İpsala Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak oğlu T.Ç.’nin 4 ay önce 13 yaşındaki R.A.’yı evlenmek amacıyla kaçırdığını ancak yaşı küçük olması nedeniyle ailesine teslim edildiğini yazdı. Savcılığa verdiği dilekçede H.Ç. küçük kızın daha sonra babası H.A. ve annesi N.A. tarafından 7 bin TL karşılığında 24 yaşındaki U.K. ile evlendirildiği yönünde şikayette bulundu.
Bunun üzerine İpsala Cumhuriyet Savcılığı kızın ailesi ve evlendirildiği iddia edilen U.K. hakkında küçük çocuğun istismarı suçlaması ile adli soruşturma başlatıldı.

POLİS ÇOCUĞUN KAFASINI PİSUVARA SOKTU
Eskişehir’in Beylikova İlçesi’nde görevli trafik polis memuru Y.Ö. oğlunu döven öğrencinin kafasını pisuvara soktu. Beylikova Mehmet Avdan İlköğretim Okulu 8’inci sınıf öğrencisi 14 yaşındaki E.O. ile aynı okulun 7’inci sınıf öğrencisi; 13 yaşındaki K.Ö. kavga etti. Kavga sırasında E.O., K.Ö.’nün başını okulun erkekler tuvaletinde bulunan pisuvarlardan birine soktu. Akşam eve dönen K.Ö., durumu polis memuru olarak görev yapan babası Y.Ö.’ye anlattı. Baba Y.Ö. ertesi gün yazdığı dilekçeyi okul müdürüne götürerek E.O. adlı öğrenciden şikayetçi olduklarını ve hakkında gerekli işlemin yapılmasını istedi. Y.Ö.’nün birkaç gün sonra sivil kıyafetle okula gidip müdürle görüşürken, verdiği şikayet dilekçesinin işleme konulmadığını öğrenince sinirlendi. Y.Ö.’nün okulda gördüğü E.O. adlı öğrenciyi tuvalete götürerek başını pisuvara soktuğu ileri sürüldü.

GÜLDÜ DİYE ÖĞRETMENDEN DAYAK YEDİ
İzmir Konak’taki Turgut Reis İlköğretim Okulu öğrencisi Eren Ç.’yi oje süren kız arkadaşına güldüğü gerekçesiyle dövdüğü öne sürülen öğretmen E.Ö. hakkında soruşturma açıldı. Olay, geçen çarşamba günü Turgut Reis İlköğretim Okulu’nda meydana geldi. 3/C sınıfında okuyan 10 yaşındaki E. Ç., aynı sınıftaki kız arkadaşının ayak tırnaklarına oje sürdüğünü görünce güldü. Sınıf öğretmeni 56 yaşındaki E.Ö., iddiaya göre önce kulaklarını çektiği öğrenci E.Ç.’yi tokatlayıp yumruk attı. Öğretmeninden dayak yediği için hıçkırıklara boğulan E.Ç., ders bitiminde soluğu evinde aldı. Oğlunun yüzüyle kulağının arkasında oluşan morlukları görünce şoke olan anne Dudu Ç., öğretmenin dövdüğünü öğrenince polise başvurdu ve şikayetçi oldu.

42 BİN ÇOCUK SOKAKTA YAŞIYOR
Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor, yılda 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor. Son 5 yılda, haklarında koruma kararı alınan ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nda barınan toplam 14.398 çocuğun 2.678’i, yani yüzde 18,6’sının anne-babası tarafından ihmal veya istismar edildiği görülüyor Sokakta yaşayan çocukların yüzde 37’si Doğu ve Güneydoğu’dan göç etti.
Çocukların yüzde 11’i hiç okula gitmedi, yüzde 52’si madde kullanıyor. Sokakta yaşamakta en büyük etken ise aile içi şiddet olarak belirlendi.

ROSA’NIN MEZARINDA KİM YATIYOR?

Berlin’de bir adli tıp kurumunun bodrumunda bulunan naaşın efsanevi devrimci Rosa Luxemburg’a ait olduğu iddia ediliyor.
Berlİn’deki adli tıp bodrumunda elleri, ayakları ve başı olmayan bir kadın naaşı bulundu. 1919’dan bu yana binada tutulan ceset Rosa Luxemburg’un anatomik özellilklerine sahip, mezardaki naaşa ilişkin verilerin ise Rosa’ya uyumsuz olduğu saptandı.
Berlin Charité hastanesi adli tıp bölümü başkanı Michael Tsokos, adli tıp bodrumunda varlığı yeni fark edilen bir kadın cesedinin 15 Ocak 1919’da katledilen devrimci Rosa Luxemburg’a ait olduğunu ileri sürdü.
Almanya’da yayımlanan Der Spiegel dergisinin haberine göre, Dr. Michael Tskos, başı, elleri ve ayakları olmayan kadın cesedi 1919’dan bu yana adli tıp bodrumunda bulunduğunu, bilgisayar tomografi incelemesi sonucuna göre, cesedin büyük bir olasılıkla Rosa Luxemburg’a ait olduğunu söylüyor. Tsokos’un hazırladığı rapora göre, ceset, öldürüldüğü sıra 40 ila 50 yaşları arasında olan, bir eklem hastalığı olan artrozdan rahatsız ve bacaklarının biri diğerinden kısa olan bir kadına aitti. Rosa da öldürüldüğü tarihte 47 yaşındaydı; doğuştan gelen bir omurga rahatsızlığı dolayısıyla bir bacağı diğerinden kısaydı.
Charité hastanesi adli tıp bölümü, Haziran 1919’da yapılan otopsinin ve ardından hazırlanan raporun çelişkili olduğunu açıkladı. Buna göre, 13 Haziran 1919’da Berlin-Friedrichsfelde mezarlığına gömülen naaş, Rosa Luxemburg’un anatomik verileriyle uyum içinde değildi. Rosa Luxemburg’un eserlerini yayımlayan Karl Dietz Verlag Berlin yöneticisi Jorn Schutrumpf, bulunan naaşın gerçekten de Rosa Luxemburg’a ait olabileceğini, ancak söz konusu çelişkilerin bugüne kadar hiç kimsenin dikkatini çekmemiş olmasının şaşırtıcı olduğunu söyledi.
Bu arada bir açıklama yapan Rosa Luxemburg Vakfı, bulunan naaşın Rosa Luxemburg’a ait olması ihtimalinin, dönemin Alman egemenlerinin katlettikleri devrimciyi, ölümünden sonra bile rahat bırakmak istemediklerinin bir kanıtı olduğunu vurguladı. Vakıftan yapılan açıklamada, Rosa Luxemburg devlet kararıyla öldürüldü ve devlet kararıyla da naaşı yok edilmek istendi deniyor. Vakıf yönetimi, Rosa Luxemburg’un naaşının bugüne kadar bir hastanenin bodrumunda bulunmadan kalabilmesini çok manidar gördüklerini belirterek, dönemin Alman Hükümeti’nin yasal mirasçısı olan Federal Hükümet’e çağrıda bulunarak, adli tıptaki naaşın gerçekten kime ait olduğunu ortaya çıkarması ve onurlu bir biçimde defninin sağlanması için gerekli adımların atılmasını istedi.
Rosa Luxemburg yoldaşı Karl Liebknecht gibi 15 Ocak 1919’da devlet kararıyla askerler tarafından işkenceyle sorgulanmış, ardından başına sıkılan bir kurşunla öldürüldükten sonra cesedi Landwehrkanal’a atılmıştı. Berlin-Friedrichsfelde Sosyalistler Mezarlığına defnedilen Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, her yıl Ocak ayının ikinci Pazar günü yapılan ve onbinlerin katıldığı yürüyüşle anılıyor.

NE FAŞİZAN BASKI NE DE FETİHÇİ RUH

KURTULUŞ DEĞİL “FETİH”

Fatih’in ruhu ‘göğe çıktı’
»Bu şov için toplam ölçüleri 135 metreye 20 metre olan 3 dev su perdesi, toplam 118 adet hareketli su pompası, 3 adet gayzer su pompası Haliç’in sularını hareketlendirdi. İstanbul’u fetheden Padişah II. Mehmet’in hayaleti Haliç üzerinde dolaştırıldı. Gösteride, su ve ışık sistemlerine ek olarak Balat’ta lazer şovu yapıldı. ‘İstanbul’un fethi’ için hazırlanan film ise 15 metreye 60 metre boyutlarındaki dev perde üzerinde gösterildi.

İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinin yıldönümlerinde İstanbul’da düzenlenen kutlamalarda akıl almaz görüntülere tanık oluyoruz. İstanbul bu görüntülerle mi Avrupa Kültür Başkenti olacak...
İstanbul’un fethinin 556’ncı yıldönümünü kutlandı. Şaşalı kutlamalar ve törenler 'gerek var mı' sorusunu akıllara getiriyor. Türkiye'de yaşayan azınlıkların önemli bir kısmının oturduğu İstanbul'da 21. yüzyılda neden hâlâ fetih kutlamalarının var olduğu tartışmaları öne çıkıyor.
İstanbul'un fethinin 556. yıl dönümü, önceki akşam Haliç Balat bölgesinde görsel bir şölen ile kutlandı. İstanbullular, fethi su, ışık, lazer ve ses gösterileriyle kutlarken, şov için toplam ölçüleri 135 metreye 20 metre olan 3 dev su perdesi, toplam 118 adet hareketli su pompası, 3 adet gayzer su pompası kullanıldı. Su gösterilerinde toplam 96 adet robot ışık ve 30 adet gökyüzü tarayıcısı da yer aldı. Balat'ta lazer şovu gerçekleştirilirken, konserlerde verildi. Mehter konseri ile birlikte toplam 10 bin 800 adet havai fişeğin kullanıldığı görkemli bir havai fişek gösterisi de Haliç semalarını aydınlattı.
Gösteriler için 92 Türk, 19 Alman, 5 Avusturyalı ve 3 Fransız'dan oluşan 119 kişilik bir teknik ekip ve 46 kişilik destek ekibi çalıştı. Toplam 14 TIR'la taşınan teknik malzeme kullanıldı. Ayrıca Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda “Fetih Resepsiyonu” verilecek.
İstanbul'un fethi için yıllardır devlet kasasından yüksek miktarda paralar harcanıyor ve vergilerini vererek ayrı bir pencereden değerlendirilen gayri müslimlerin yaşadığı İstanbul'da her yıl kutlanan fethin neden yapıldığı tartılışıyor. Eski devirlerde işgale verilen isim olan fetih, hala insanların akıllarına neyi 'alacaklarının' sorusunu getiriyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın "gayri müslimlerin kovulması faşistliktir" dediği, 27 asırlık tarihi boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olan İstanbul'un, insanlığın ortak medeniyet mirasında çok özel bir yere sahip olduğuna dikkati çektiği konuşmalarında kutlamaların kendini tekrarlanması tartışmalara neden oluyor.
***
‘Haçlı zihniyetinden farksız’
Araştırmacı- yazar Erdoğan Aydın: Türkiye'nin geçmişinde yaşanan olayları 'faşizan bir tutum- ki gerçekten faşizan' olarak niteleyen Başbakanın 556. yıldönümünde bu fethi hala kutluyor olması, içinde bulunduğu çifte standardın çok açık bir göstergesidir. AKP'nin de bu faşizan tutumdan farklı bir yaklaşımı olmadığını görmekteyiz. Eğer toplumu hala fetih ile motive ediyorsak,haçlı zihniyetinden bir farkımız yok demektir. Evrensel değerler açısından bakarsak, işgale kerşı direnişlerin kutlamasını yapmamız gerekir. Fetihler tarihe bırakılmalıdır. Azınlıkların fethedilmiş düşüncesi içerisinde baskı altında olmadığı, herkesin özgürce bir arada yaşayabildiği bir ülke kurmak için bu tarz faşizan düşüncelerden sıyrılmak lazımdır.

‘Azınlıklar üzerinde baskılar artırır’
Avukat Kezban Hatemi: Her ülkede bu tarz kutlamalar, bayramlar olabilir ancak bu kutlamaların ülkede yaşayan herkes tarafından kabul görülmesi gerekir. Abartılarak yapılan, bir takım sembolük düşmanlar üzerinden, çocukların eline süngü vererek yapılan kutlamalar toplumsal barış ve huzuru bozar. Bu abartılı kutlamalar, azınlıklar üzerindeki baskıları arttırır. Ancak Türkiye'de temel hak ve hürriyetlerin gaspı o kadar üst boyutlara ulaştı ki bu kutlamalar o ihlallerin yanında hafif kalır.

Milliyetçilik kendini tehdit altında hissediyor
Araştırmacı- Tarihçi Foti Benlisoy: Kutlamalar daha çok milliyetçiliğin, muhafazakarlığın yükseliş gösterdiği 1980 Askeri Darbesinden sonra yapılmaya başlandı. Türk milliyetçiliğinin kırılgan bir yapıda olduğunun göstergesi aslında. Milliyetçilik kendini tehdit altında hissediyor ve hâlâ bundan korkuluyor ki tanklar ve tüfeklerle kutlamalar gerçekleştiriliyor. ''Fethetmek'', '' ele geçirmek'', ''sahip olmak'' şiddetle elde etmeyi ifade ettiği için bir aidiyetlikten söz edilemez. 550 yıl önce ele geçirilen bu topraklarda yaşayanlar hala burada olduklarını unutmamak gerek.
***
Törenlere Yorgo’yu da çağırdınız mı?
Her yıl geleneksel olarak Türkiye'deki birçok ilin düşman işgalinden kurtuluş yıl dönemi etkinliklerine tanıklık ederiz. Bu "Kurtuluş" törenleri, bir dizi kahramanlık hikâyeleri ve kahramanlık göstermiş nice karakterleriyle doludur. Bütün halk, gururla, resmi kutlamalar şeklinde de olsa bu törenlere katılır ve gururla atalarının-dedelerinin yaşadıkları toprakları işgalcilere karşı savunmak ve işgalden kurtarmak için verilen mücadeleyi yürekten alkışlarlar.
İstanbul'un Fethi ise, işgalden kurtuluş törenlerinden öte bir işgali anlatır bizlere. İstanbul'un fethi, her emperyal devletin yaptığı gibi yağma ve talana dayanan, topraklarını genişletmeye dayanan, yayılmacı bir imparatorluk eylemidir.
Yaklaşık 600 yıl sonra, bu eylemi, özellikle AKP belediyelerince şaşalı kutlamalara dönüştürmek bir çifte standart özellik taşmaz mı?
Tehçir ve zorla göçertme politikalarımıza rağmen hala yıllardır birlikte yaşadığımız ve komşumuz olan Yorgo'nun ve Eleni'nin gözlerine bakarak bir işgal sevinci içinde olmak nasıl bir duygudur? Bunu yaparken barıştan, birlikte yaşamaktan bahsedebilmek, "faşizan uygulamalardan" yakınmak nasıl bir mantıktır. Hala yıkılmış bir imparatorluğun bir dönemine has olan yayılmacı mantığını bugüne mi taşımak istiyoruz?

BirGün

KPD Lideri Kafka hayatını kaybetti



Almanya Komünist Partisi (KPD) lideri Wolf-Jürgen Herzog (Kafka) geçirdiği ağır hastalık sonucu 23 Mayıs günü hayatını kaybetti.

Kafka, 70’li yıllardan bu yana KPD/ML ve KPD örgütlerinde görev almıştı. Uzun yıllardır KPD “Kızıl Şafak” grubunun Merkez Komite Sekreteri olarak görev başındaydı.

KPD MK'sı Herzog'un yaşamını yetirmesinin ardından yaptığı açıklamada, “10. ve 11. Parti Kongresi'nde oportünist ve tasfiyecilere karşı mücadele ettiğini belirtiyor. O zamanlar Parti’de ve MK’da bu akımlara karşı mücadele etmiştir ve 2008 yılında yapılan 12. Kongresi ile yeniden örgütü toparlamasında önemli rol oynamıştır. Hayatin son yıllarında Kafka, bütün gücüyle ve deneyimiyle Almanya’da Marksist-Leninistleri toparlamak için mücadele etmiştir” diye belirtti.

İşçiler pazara değil sokağa çıkıyor

250 bin kamu işçisini ilgilendiren 2009-2010 dönemi kamu toplu iş sözleşmesi görüşmelerine Ocak ayında başlanmasına rağmen bu zamana kadar bir sonuç alınamaması, Hükümetin kamu toplu iş sözleşmelerinde ciddi bir öneri getirmemesi kamu işçisinin sabrını taşırıyor. Petrol-İş Sendikasına üye 6 bin 400 işçi, dün sabah pek çok ilde oturma eylemleri yaptı.

Petrol-İş'in Adana, Adıyaman, Ankara, Bandırma, Batman, Bursa, İstanbul 1 ve 2 No'lu Şubeler, Kırıkkale ve Trakya şubelerinde örgütlü, kamu kuruluşlarında çalışan işçiler bu sabah işbaşı yapmayarak 1 saatlik oturma eylemi gerçekleştirdi.

Petrol-İş Sendikası üyeleri, 21 Mayıs'ta da TPAO, BOTAŞ, ETİBOR, MKEK ve TMO Afyon Alkoloid Fabrikası işyerlerinde ülke genelinde protesto eylemleri yapmıştı.

Pazara nasıl, hangi parayla çıkalım?

Konuya ilişkin yazılı bir açıklama yapan Petrol-İş Sendikası, patron örgütlerinin krize çare olarak “Evde oturma pazara çık” kampanyası başlattığını hatırlatarak, "Bu ağır ekonomik kriz koşullarında 250 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmesi imzalanmaz ve 5 aydır bekletilirken, ekonomik ve sosyal hakları verilmezken pazara nasıl, hangi parayla çıkalım? Binlerce işçi işini kaybederken, işçilere ücretsiz izin kullandırılırken, ücretler reel olarak gerilerken işçide, emekçide pazara çıkacak para mı kaldı?" diye sordu.

Talep artışının işten çıkarmaların durdurulması, kazanılmış hakların korunması, ücretlerin reel olarak artırılmasıyla sağlanabileceğini vurgulayan Petrol-İş, "Oysa bugün bunlar yerine işçilerle, emekçilerle alay edercesine “Evde oturma, pazara çık” kampanyaları düzenleniyor. Kamu işçisi bu tür kampanyaları değil, Hükümetin ve Kamu-İş'in kamu toplu iş sözleşmelerini bir an önce bitirmesini istiyor" vurgusunda bulundu.

İşçinin tahammülü kalmadı

5 aydır bitirilmeyen Toplu İş Sözleşmesi için işçilerin artık tahammülü kalmadığını kaydeden Petrol-İş, konfederasyonları Türk-İş'e de tepki gösterdi. Petrol-İş, "Konfederasyonumuz Türk-İş’in, bekleyerek veya sadece diplomasiyle çözüme ulaşılamayacağını, AKP iktidarının 7 yıldan bu yana emekçilere takındığı tavırdan anlaması gerekmektedir. Kamu sözleşmeleri için bu ilgisizlik, kayıtsızlık sürdüğü takdirde Petrol-İş üyesi kamu işçileri önümüzdeki günlerde de protesto eylemlerini daha kararlı bir şekilde sürdüreceklerdir" dedi.

Erdoğan'a çiftçilerden protesto



Bingöl'e gitmek üzere dün Elazığ'a gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, havaalanında çiftçilerin protestosuyla karşılandı.

Başbakan Erdoğan, özel uçakla geldiği Elazığ Havaalanı'nda çiftçilerin protestosuyla karşılandı. Çiftçileri gören Erdoğan'ın Kasımpaşalılığı yine kabardı.

Havaalanına Başbakan Erdoğan geldiği sırada, elektrik borcu nedeniyle suları kesilen Eyüp Birliği Sulama Kooperatifi Üyeleri, "Suyumuzu istiyoruz, suyumuzu kesmeyin" şeklinde slogan attı. IMF politikaları ve ekonomik krizin etkileri nedeniyle zor günler geçiren çiftçiler isyanlarını pankart ve sloganlarıyla dile getirdi. Bunun üzerine açıklama yapan Başbakan Erdoğan, "2002 yılında çiftçilerin borcunu sildik. Şimdi elektrik borcunuzu ödemediğiniz için elektriğiniz kesildi. Bunun yeri burası değil. Ben alıştığınız siyasetçilere benzemem”dedi. IMF karşısında kul köle olan Erdoğan, işçinin, emekçinin karşısında Kasımpaşalılaştı.

PKK kim mi? Kaç tane mi PKK var?

‘PKK kim, kaç tane PKK var?’

Mehmet Altan yazısının başlığını böyle atmış ve Çukurca’da yedi askerin daha canını alan mayınlı saldırıya öfkesini dile getirmiş. “Bir yandan ‘silahlar sussun’ deyip, öte yandan dağa bayıra mayın döşeyerek gencecik insanları katletmeye devam etmek ne anlama geliyor?” diye soruyor haklı olarak.

Çarpıcı gerçek şu ki, PKK’nın ‘tek taraflı ateşkes’ süresinin dolmasına yani 1 Haziran 2009’a bir gün kala, ‘PKK kim, kaç tane PKK var?’ sorusunun sorulabilmesi.

Türkiye buna -tabii ki Kürtler de dahil- bunca yıllık şiddet ortamına rağmen, hâlâ ‘PKK kim, kaç tane PKK var?’ sorusunun cevabını kesin bir netlikle bilmiyor, bilmediği için böyle bir soru sorulabiliyor.

Böyle bir soru sorulmaya devam ettiği için, bu işin nasıl çözüleceği de bilinemiyor. Kan dökülmesine artan ve maalesef arttığı ölçüde sıradanlaşan öfke devam ediyor ama yukarıdaki sorunun çözüm için anlam taşıyacak net cevabı ortada yok. Dolayısıyla, çözüme doğru kesin ve hızlı biçimde yol alınabilmesine imkan verecek sorununun ‘doğru teşhis’i de ortada yok.

Söz konusu sorunun cevapları hiç bilinmiyor, ortada bu sorulara verilecek cevaplar hiç yok da denilemez. Sorunlardan biri, belki de başta geleni, bu sorunun cevaplarının çok kişiye, bu arada devlete ‘rahatsızlık verici’ nitelikte olması ve cevaplar -ya da teşhis- üzerinde bir ‘konsansüs’ün sağlanamaması.

PKK, Cumhuriyet’in ilk döneminden beri kendini gösteren, çeşitli isyanlarla kendisini ilan eden ve bir türlü çözülemeyen Kürt sorununun 20. yüzyılın son çeyreğinin uluslararası ve yerel şartlarında ürettiği bir silahlı Kürt örgütlenmesi ve faaliyetinin adı.

Bundan kaç tane var?

Birkaç tane. Lideri bir tane. İmralı’da. Askeri lider kadrosunun en üst kademesi Kandil’de. Mali kaynakları ve sivil örgütlenmesinin önemli bölümü Avrupa’da. Hatırı sayılır ölçüde kitle ve psikolojik desteği Türkiye’de ve özellikle Güneydoğu’da.

Tam da bu nedenle birkaç tane var. Lideri hapiste. Askeri yönetimi Türkiye sınırları dışında bir dağ kütlesinde, kadroları çok geniş bir coğrafyada yayılmış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanmış bir etnisite zeminine oturan bir örgüt, şekil olarak bir tane, fiiliyatta birkaç tane olur. Öyle de oluyor zaten.

Bu bakımdan, PKK çevrelerinden gelen ‘barış arzuları’nın ifade edilmesi de, bazı PKK’lıların dağlara mayın döşeyerek can almaya devam etmeleri de gerçek.

Mesele, bu gerçekler arasından siyaset üreterek, ‘şiddet ortamı’nı marjinalize etmek ve çözüm yönünde ilerleyebilmek.

***

İşte bu noktada ortaya çıkan ‘olumlu ipuçları’nı gözardı edemeyiz. Etmemeliyiz. Bunların başında ‘PKK seçmen tabanı’na oturan DTP’den son Çukurca olayı üzerine Genel Başkan Ahmet Türk’ün açıklamalarında ifadesini bulan sağlıklı tepkiler geliyor. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın -hakkındaki haklı tüm rezervlere rağmen- kullanmaya başladığı yeni dili de kaydetmek gerekiyor.

Ahmet Türk’ün şahsında DTP’nin ‘PKK’dan özerkleşmeye başladığı’na ya da PKK içindeki çeşitli çizgilerden birinin, ‘barışa dönük’ olanının güç kazanma şansının ortaya çıktığına hükmedebilirsiniz.

Ahmet Türk’le Obama’dan Deniz Baykal’a uzanan geniş yelpazede herkes görüştü, Başbakan Tayyip Erdoğan hâlâ görüşmüş değil.

Bu eksikliğin önemi şurada: Türkiye’nin önündeki kavşak, daha önce defalarca vurguladığımız gibi ‘PKK’nın DTP’lileştirilmesi ya da DTP’nin PKK’lılaştırılması’ seçenekleriyle şekilleniyor. Çözüm için, ilkine güç verilmesinde yani DTP’nin Türkiye’nin siyasi hayatında ve Kürt sorununun çözümünde anlamlı bir rol sahibi olabilmesinin önünü açmakta yarar var.

Bu seçeneğin değerlendirilmesi ne kadar gecikirse, iki örgüt arasındaki ‘organik bağ’ DTP anlamsızlaştığı ve anlamsızlaştırıldığı ölçüde, PKK’nın ‘şahinleri’nin değirmenine su taşımaya başlar.

Başbakan’ın DTP’nin PKK’lılaştığı kanısında olması da bu noktada fark etmez. Zira, ‘siyaset’ dediğiniz özellikle böyle bir durumda gereklidir. DTP’yi ve özellikle Ahmet Türk’te simgeleşen çizgiyi meşrulaştırdığınız ve sorunun çözümü doğrultusunda aktif bir rol üstlenmeye yönlendirdiğiniz ölçüde, ‘şiddet ortamı’ kan kaybetmeye başlar ve böylece Kürt sorununun kan dökmesinin önüne geçer olursunuz.

***

Prof. Mustafa Erdoğan, Mehmet Altan ile aynı gün, aynı gazetede ‘Cumhurbaşkanı’nın son haftalarda verdiği mesajlar Kürt sorununun çözümü konusunda iyimser bir hava yaratmıştı. PKK çevrelerinden gelen sinyaller de aynı yöndeydi. Ama bu iyimserlik havası şimdilerde maalesef dağılmak üzere. CHP ve DTP’deki bariz tutum değişikliğine rağmen, hükümetin bu meselede inisyatif almak istemez gibi bir havası var’ diye yazıyor ve ‘yanılmayı çok istediğini’ belirtiyor.

Hükümetin görünen ‘tutukluğu’nun yanısıra Cumhurbaşkanı’nın ‘olumlu mesajları’ da problemli olmaya aday. Abdullah Gül, aylar önce bizim önümüzde Kürt sorununun çözümü için ‘yakında iyi şeyler olacak’ açıklamasıyla, ‘umut ateşi’ni yakmıştı. Bağdat ziyaretinde aynı doğrultuda mesaj verdi. Şam’da bu konuda ‘tarihi fırsat’tan söz etti. Ta Tacikistan’da söz konusu mesajını tekrar etti.

Gül’ün ‘iyimser mesajları’nın ardında, kendi ifadesiyle ‘konunun devlet kurumları içinde açıkça konuşulduğu ve tüm kurumlar arasında bir uyum bulunduğu’ yatıyor.

Hadi o zaman. Somut bir şeyler söyleyemeye başlayın. En önemlisi bunu davranışlarla ortaya koyun.

Sözlerin ötesine geçecek davranışlar çok önemli. Nitekim, Mustafa Erdoğan, ‘Barışı kurmak silahların susmasının ötesinde, Kürtlerin ‘hakkını teslim’ etmeyi gerektiriyor. Buna her şeyden önce ‘Kürtlerle helalleşmek’le; kendilerine bugüne kadar yaşatılan acıları anladığımızı, bunun faillerini onaylamak şöyle dursun, aksine onlardan utanç duyduğumuzu Kürtlere hiç değilse hissettirmekle başlamak gerekiyor. ‘Hakkı teslim’ etmenin pratik sonuçları ise, bir yandan kültürel kimliklere saygının anayasallaştırılması ve buna bağlı olarak kültürel hakların tanınması, diğer yandan da Kürtlerin siyasi temsilinin kolaylaştırılması ve idari adem-i merkeziyetçiliğin bütün Türkiye’de kurumsallaştırılmasıdır. Bunlar olmadan kalıcı barış mümkün değildir. Bunlar sağlanmadan diğer sosyo-ekonomik tedbirler de sonuç vermeyecektir’ diye yazıyor.

Bunca zamandır işin böyle olduğunu hala öğrenemedik mi?

Neyi bekliyoruz?

Bu doğrultuda somut adımlar atılmadan, harekete geçmeden varacağımız nokta düzenli aralıklarla ‘PKK kim, kaç tane PKK var?’ sorusunu sormak ve 1 Haziran’da PKK’nın ateşkesi uzatıp uzatmayacağına takılmak olacaktır.

Oysa asıl cevap, asıl gerçeklik şu saptamada ifade edildiği gibi geçerli kalmaya devam edecek: “Türkiye’nin genel iyiliği Kürtlerin iyiliğinden geçiyor. Kürtler huzur ve refaha kavuşmadan Türkiye huzura ve refaha kavuşamaz. Kürtler özgürleşmeden Türkiye özgürleşemez...”

Cengiz Çandar

Radikal / 31.05.09

Chavez'den Obama'ya Lenin'in kitabı: Ne yapmalı?

Chavez, Obama'ya Sovyetler Birliği'nin kurucusu Vladimir İliç Lenin'in ünlü "Ne Yapmalı" adlı kitabını hediye edecek.

Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, gelecek sefer karşılaştıklarında ABD Başkanı Barack Obama'ya, Sovyetler Birliği'nin kurucusu Vladimir İliç Lenin'in ünlü "Ne Yapmalı" adlı kitabını hediye edecek. 

Chavez "Merhaba Başkan" adlı televizyon programının yıl dönümü nedeniyle yaptığı konuşmada, Obama'ya Lenin'in kitabını "bundan sonraki görüşmelerinde vereceğini" söyledi.



Lenin, ilk kez 1903'de yayımlanan kitabında, proletarya devriminde komünist partinin rolünü tartışıyor. 

Chavez, Nisan ayında ilk kez görüştüklerinde, Obama'ya Eduardo Galeano'nun "Latin Amerika'nın Kesik Damarları: Bir Kıtanın 500 Yıllık Yağması" adlı kitabını hediye etmişti.

Dünya Bülteni / 30.05.09


Morales: Direnişten isyana, isyandan devrime!


Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, Latin Amerika yerlilerine ikinci bağımsızlık çağrısında bulundu.

Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, Amerikan yerlilerinden "ilkinden 200 sene sonra Amerika'nın ikinci ve nihai bağımsızlığını kendi elleriyle kazanmalarını" istedi.

Peru'daki Titicaca gölü kıyısında düzenlenen Amerikan Yerlileri Zirvesine mesaj yollayan sosyalist Morales, yerli halklarına "kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını ve arzu ettikleri dünyayı kendi elleriyle kurmaları" çağrısında bulundu.

Programı dolu olduğu için zirveye katılamayan Morales, zirvede okunan mesajında, "Şunu herkes bilsin ki, mücadelemiz bitmedi. Direnişten isyana, isyandan devrime gidiyoruz: İkinci ve nihai bağımsızlık vakti gelmiştir..." ifadesini kullandı.

Amerikan kıtasının hep sömürüldüğünü hatırlatan Bolivyalı yerli lider, resmi tarihin Amerika'nın istilasını "Amerika'nın keşfi", soykırımı ise "fetih" olarak takdim ettiğini belirtti ve "Bugün de zenginliklerimize serbest ticaret anlaşmalarıyla el atmanın adını entegrasyon koydular..." dedi.

Bolivya, 1825'te İspanyollardan kazanılan bağımsızlık yolundaki ilk isyan hareketinin 200. yıl dönümünü kutluyor. İsyan, seneye de birçok Latin Amerika ülkesinde büyük törenlerle kutlanacak.

Dünya Bülteni / 30.05.09

Batı Şeria'da Fetih-Hamas çatışması: 6 ölü


Batı Şeria'nın Kalkiliye kentinde, El-Fetih güçleriyle Hamas arasında meydana gelen çatışmada ölenlerin sayısı 6'ya çıktı

Filistinli kaynaklar, bu sabaha karşı Batı Şeria'daki El-Fetih üyeleri ile Hamas'ın El Aksa Tugayları arasında, üyelerin saklandığı bir evde çıkan çatışmada, 3 Filistin polisi, 2 Hamaslı ile sarılan evin sahibi olan bir sivilin öldüğünü bildirdi.

Hamas dün, Batı Şeria'da Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'a bağlı güvenlik güçlerinin en az 19 üyesini tutukladığını bildirmişti.

Tutuklamaların El Halil, Kalkileye Nablus ve Tulkarem'de yapıldığı, El-Fetih güçlerinin Tulkarem'de Hamas'ın yönetimindeki El Aksa televizyonunun müdürünü de bir süre alıkoyup sonra serbest bıraktıkları belirtilmişti.

Dünya Bülteni / 31.05.09


30 Mayıs 2009 Cumartesi

TAMİL KATLİAMİNDA BM SUÇ ORTAĞI

En az 20 bin sivilin yaşamını yitirdiği katliama ses çıkarmayan BM’nin, bölgedeki sivil katliamında kayıpların daha fazla olmasını beklediği açıklandı. Tamil ülkesinde yaşanan katliama bir tek cılız ses BM’den çıkmıştı. Yaşanan trajediyi ‘kan gölü’ne benzeten BM’nin aslında timsah göz yaşı döktüğü iddia edildi. ANF’den Delil Fırat’ın haberine göre, bu iddialar Fransız Le Monde ve İngiliz The Times gazeteleri tarafından ortaya atıldı. ANF’nin haberinde her iki gazete de iddialarını bölgedeki yetkililere dayandırıyor.
Tamil ülkesinde özellikle son dört ayda yaşanan katliamı araştıran Le Monde gazetesi, katliamın boyutlarını gösteren yüksek rakamlar, cevap verilmeyen raporlar ve gözardı edilen insani bilançolara ışık tuttu.

Final saldırısı öncesi rakamlar

Gazete, Tamil Eelam Özgürlük Kaplanları (LTTE) ile ordu arasındaki savaş boyunca bölgedeki BM çalışanları, sivil toplum örgütleri, doktorlar ve rahiplerden bilgi aldı. Bu bilgilere göre, 20 Ocak ve 13 Mayıs (final saldırısından bir hafta önce) arasında 678’i çocuk 7 bin 720 kişinin öldüğü, 2 bin 384’ü çocuk 18 bin 465 kişinin yaralandığını belirtildi.

Bir BM çalışanı, bu rakamların sistematik olarak silinme teşebbüsünde bulunulduğuna dikkat çekiyor.
Gazete, bu rakamların dolaylı yollardan basına verilmeye başlanması ardından, BM’nin yerel koordinatörü Neil Buhne’nin bilançoları veren tek kişi olarak kaldığını ve kamu önünde diğer BM yetkililerinin sayılardan uzak durduğunu belirtti. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay, bu “güvenilir” verileri sunmanın, BM’nin sorumluluğu olduğunu belirterek, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ve kabine şefi Vijay Nambiar’la ters düştü.

Katliamı izlemişler

Gazete, her ne kadar son günlerin ağır kayıplarını içermese de basında 7 bin 700 ölü rakamının referans alınmaya devam ettiğini ifade ediyor. Oysa Vijay Nambiar’a gönderilen son bilançoda ölü sayısının 20 bini aştığı belirtiliyor. Bu sayının metodolojik olarak 2008’de Darfur’da ölen 300 bin insanın altında olduğunu belirten gazete, başından beri BM’nin daha kötüsünü beklediğine işaret ediyor. Bölgedeki BM ve sivil toplum örgütü çalışanlarının umutsuz SMS’leri ile BM’yi haberdar ettiklerini belirten Le Monde, hastaneler bombalandığında SMS’lerin tek tek yüzlerce ölüyü saydığını anlatıyor. Gönderilen bazı SMS’lerden örnekler:
9 Mart’ta gönderilen bir mesaj: “Lütfen, Sri Lanka ordusundan durmasını isteyin.”
14 Mart: “Güvenlik alanı nerde?”
Kaosun ortasında 12 Mart: “Her iki taraf bize işkence yapıyor. “Biz öleceğiz! İki obüs 10 metre yakınımıza düştü.”
19 Mart: “Gençler savaşa getirildi, çok üzücü. Uluslararası toplumun reaksiyonu nedir?”
21 Mart: “Kurtulmaya çalışan yüzlerce insan yerel diktatörler tarafından durduruldu. Ne yaş ne de cins ayırt etmeden sopalarla dövüldüler. Ağlayışlarını duyuyorum.”
“Neden uluslararası toplum sessiz kalıyor?”

BM teşvik etti

Le Monde gazetesi, Birleşmiş Milletler’in elinde yaşanan katliama ilişkin belgeler olduğunu belirtti. BM, bölgedeki durumu uydudan izlediği ve ellerinde belge olduğu belirtildi. İsminin açıklanmasını istemeyen bir BM yetkilisi de Sri Lanka ordusunun BM’den güç aldığını söylüyor. Yetkili, “BM’nin en üst düzeyine verilen güvencelere rağmen, hükümet, bombardımanı hiçbir zaman durdurmadı, tek bir kez dahi” diyor. Le Monde, “BM, uluslar arası insan hakları ihlalleri kanıtlarını elinde bulunduruyor ama bunu büyük bir olay yapmıyor” diye kaydetti.

Le Monde, BM’nin baştan beri izlediği katliama ilişkin yalan bilgiler vermesine de dikkat çekti.
17 Mayıs günü El Cezire üzerinde Awad, hükümetin zafer açıklamaları doğrultusunda çatışma alanında neredeyse hiç kimsenin kalmadığını söylediğini hatırlatan Le Monde, “Ertesi gün 20 bin mülteci oradan çıktı” dedi. Bir BM sorumlusu, “Bölgeye bomba yağdırılması için hükümete verilen beyaz bir çekti” ifadelerini kullanıyor.

20 binden fazla sivil öldü!

BM’nin Tamil ülkesinde oynadığı rolü ‘büsbütün bir rezalet’ olarak niteleyen İngiliz Times gazetesi de ele geçirdikleri belgelere göre, katliamda en az 20 bin sivilin yaşamını yitirdiğini duyurdu. Gazetenin ele geçirdiği BM belgelerine göre yüz binlerce sivilin sığındığı çatışma olmayan bölgelerde, Nisan ayı sonuna kadar yaklaşık 7 bin sivilin öldürüldüğü belirtildi. Haberde, BM belgelerine göre daha sonra ölü sayısının çok arttığı ve 19 Mayıs’a kadar günde ortalama bin sivilin öldürüldüğü iddia edildi. Böylece ölü sayısının 20 bini geçtiği ileri sürülen habere göre, bir BM kaynağı, ölü sayısının daha fazla olduğunu söyledi.
The Times’ın haberinde, bu bilgilerin BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un Sri Lanka ziyaretinde havadan çekilen fotoğrafların analizi, görgü tanıklarının ifadeleri ve uzmanlarca da desteklendiği belirtildi.

HABER MERKEZİ



YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

KESK’e iş yerlerimizden sahip çıkacağız

Perşembe sabah İzmir’den gelen telefonla uyandım. Arayan şube yöneticimiz, SES İzmir Şube yöneticimiz Yüksel ÖZMEN’in sabah 05.30’dan itibaren evinin arandığını ve gözaltına alınmakta olduğunu bildiriyordu. Durumu Yönetim Kurulu üyelerimizle paylaşmaya henüz başlamıştım ki, KESK Genel Sekreteri’nin de gözaltına alındığı haberi, ardından da KESK binasının ablukada olduğu ve aranmak istendiği haberi geldi. KESK binasına gittiğimde arama başlamıştı ve biz öğlen yapılacak basın açıklaması için ayrılırken arama hâlâ devam ediyordu.
Arama ise ne aradığının değil ne bulabileceğinin üzerinden suç üretmeye yönelikti. Çünkü, KESK Kadın Sekreterliği odasında bulunan ve kendinden önceki dönemleri de kapsayan tüm dosyalar, geçen yıl vefat eden KESK Eski Genel Sekreteri Sevil Erol’un fotoğraf albümü, 6 yıl kadın sekreterliği görevinde bulunan Sevgi Göğçe döneminde yapılan kadın çalışmalarının dokümanları, kadınların toplu sözleşme taleplerinin yer aldığı dosyalar, yıllardır sürdürülen kadın çalışmalarının çeşitli dokümanları, Amargi kadın dergisi… Liste böyle uzayıp gidiyor, koca koca dosyaları koymak için büyük mavi çöp poşetleri de hazır. Yazıların burada incelenmesinin günleri alacağını ve bu nedenle götürmek zorunda olduklarını söylüyor bir jandarma görevlisi. Sokakta bekleyen canlı yayın araçları ve medya ordusunun objektifleri ile yukarıda saydığım ‘örgüt dokümanlarının’ içinde olduğu mavi çöp torbalarını birleştirdiğimizde ortaya çıkacak görüntü bizlere ve kamuoyuna hiç yabancı değil. Zaten bazı medya kuruluşları, emniyet güçleri ağzı ile üretilen “Terör örgütü ile bağlantılı operasyon” söylemlerini sabahtan başlatmışlar, sizin yaptığınız açıklamalara kulakları tıkalı.
KESK ve bağlı sendikalarımız kuruluşundan itibaren çok ağır süreçlerden geçti. Çeşitli baskılar gördü, üyeleri sürgünler, gözaltılar yaşadı, memuriyetine son verilip yargı yolu ile dönenler oldu ama hiçbir zaman KESK, merkezi düzeyde böylesine bir saldırıya maruz bırakılmamıştı. Bunun için bu saldırıyı farklı ele almamız, nedenlerini farklı değerlendirmememiz gerekir diye düşünüyorum.
Krizin tüm emekçileri derinden etkilediği, kamuda toplu sözleşmelerin sürdüğü, işçilerin toplu sözleşmelerden kazanımla çıkmak için kendi konfederasyonlarını uyarıp hükümete ihtar çektiği ve hareketlendiği, haziran ayı itibariyle KESK ve bağlı sendikaların talepleri için alanlara çıkmaya hazırlandığı bir sürece denk gelmesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu saldırıyı yapanlar kendi çıkmazları üzerinden bu tür saldırıları planlıyorlar. Çünkü örgütlü ve dinamik bir güç olan KESK’in işçilerin hareketi ile birleşecek yegane güç olduğunu biliyorlar. Çünkü önümüzdeki TİS döneminde diğer kamu sendikalarının görüşme ile sınırlı tarzlarına karşın KESK’in işyerlerini ve alanları temel alan mücadeleye yöneleceğini biliyorlar. Daha dün Bursa’da hastane yangınında 8 vatandaşımızın ölümü üzerine hükümetin içine düştüğü durum biliniyor, ölenlerin ardından Sağlık Bakanı’nın sarf ettiği sözler havada asılı duruyor. Hemen her gün yaşanan skandallar gizlenemez hale geldi. “İyi şeyler olacak” diyenlerin cilası her gün biraz daha dökülüyor.
Böyle bir dönemde, sendikalarımızın merkez yöneticilerinden işyeri temsilcilerine kadar her kademedeki yöneticimize, ileri kadrolara ve üyelere düşen görev örgütümüze sahip çıkmak ve her türlü saldırıya karşı örgütünü ve örgütlü gücünü korumaktır. Bunun yolu, bir yönü ile siyasi iktidarın ve onların borazanlığını yapanların kara propagandasına karşı gerçekleri güvenle ve cesaretle söylemek, diğer yanı taleplerimize her zamankinden daha fazla sahip çıkarak onları elde etme mücadelesini yükseltmektir.
TİS sürecine dair KESK tarafından hazırlanan programı işyerlerine taşımak, zenginleştirmek, kadro eylemi içine sıkıştırmadan tüm emekçilere yaymak, taleplerimizi ve yaşananları işyerlerinde tartışmak, eylem öneri ve kararlarını işyerlerinde konuşmak ve hayata geçirmek, örgütlerimizin güçlü olduğu işyerlerinde vakit geçirmeden planlamalar yaparak pratikleştirmek, sendikal örgütlülüğümüze yönelik saldırılara verilecek en iyi yanıt olacaktır.
Gözaltı, tutuklama ve baskılarla gerilemeyeceğiz, krizin yükünü bize yıkmak için deneyecekleri her türlü yönteme karşı duracağız, ülkemizde barış ve kardeşliği hakim kılma mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz. Bu böyle biline…
ŞÜKRAN DOĞAN - SES Merkez Yönetim Kurulu Üyesi

Borçları intihar ettirdi

Ekonomik kriz nedeniyle yoğunlaşan intiharlara bir yenisi daha eklendi.
Dün öğle saatlerinde Konak Belediyesi işçisi Hüseyin Karabacak, belediyenin 8. katından atlayarak intihar etti. Olay yerinde feci şekilde can veren Karabacak’ın henüz 7 aylık evli olduğu öğrenildi.
Öğle paydosu saatlerinde meydana gelen olay sonrası belediyenin önüne biriken işçiler, arkadaşlarının cansız bedenini yaşlı gözlerle izlediler.
FECİ BİR GÖRÜNTÜ
Görgü tanıklarından belediye meclis başkanının şoförü Mehmet Tozan, öğle yemeği sonrası binadan dışarı çıkarken Karabay’ın tam önüne düştüğünü belirterek, “Çok feci bir manzaraydı. Düştükten 5 dakika sonra hareketsiz kaldı” diye konuştu. 27 yaşında olan Karabacak’ın evleneli daha 6-7 ay olduğunu söyleyen işçi arkadaşlarından Murtaza Kaygusuz, şunları anlattı: “Sürekli birlikte çalıştığımız bir arkadaşımızdı. Çok neşeliydi. Böyle bir şey yapacağı hiç aklımdan geçmezdi. Daha dün Alsancak civarında birlikte çalışırken çimenlerin üzerinde neşe içinde güreş tutmuştuk. Ama borçları vardı. Kendi de söylerdi zaten, borcunun olduğunu. 7-8 bin lira kadar varmış borcu.”
BANKA MAAŞINA
EL KOYUYORDU
Başka bir işçi ise Karabacak’ın Fortis Bankası’na borçlu olduğunu, bankanın maaşına el koyduğunu belirterek, “Biz maaşımızı Vakıfbank’tan alıyoruz. Banka, Hüseyin’in maaşını otomatikman kesiyordu. Aylardır maaşını alamıyordu yani” diye konuştu.
Olay yerine gelen KOMBEL’de örgütlü Genel-İş 5 No’lu Şube Başkanı Mehmet Çınar, Konak Belediyesi’nin maaş ödemelerinde çok büyük bir sorun olmadığını dile getirerek, yine de işçilerin bir ikramiyesi ve geriye dönük alacakları olan toplam 1.300 liraya yakın bir alacakları olduğunu söyledi. Hükümet yetkililerinin sürekli belediyelerin borç batağında olduğunu söylediklerini, bunun işçileri olumsuz etkilediğini söyleyen Çınar, “İşçiler zaten bankalara kredi kartı vs. bir sürü borçlanıyorlar. İller Bankası belediyelerin ödemelerini yapmıyor. İşçiler sürekli borç içinde. Borçlanan işçinin de durumu bu işte! Bu intiharların herkese ders olması lazım” dedi.
4 YILLIK İŞÇİYDİ
11 yıllık KOMBEL işçisi Rahim Algül de belediyenin maaşlarını ödemelerinde bir sıkıntı olmadığını belirterek, ekonomik krizin ve bankalara olan borçların işçileri bunalıma soktuğunu ifade etti.
Seferihisar’ın Bademler köyünde oturan Karabacak, 11.05.2005 tarihinde KOMBEL’de çalışmaya başlamıştı. Olay yerine Genel-İş Genel Sekreteri Kani Beko ve Karşıyaka’da direnişte olan Kent AŞ işçilerinden de gelenler oldu. (İzmir/EVRENSEL)

AKP’den kafatasçı önerge

Bir haftadır dillerden düşmeyen ‘faşizan’ tartışmaları, bir sonuca bağlandı. Meclis’te Türk Vatandaşlığı Yasası görüşülürken, AKP’li milletvekilleri, Türk vatandaşı olduğunu iddia edip de kanıtlanamayan kişiler için biyometrik ölçüm istediler. CHP milletvekilleri tepki gösterince önerge geri çekildi.
AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, Veysi Kaynak, İsmail Göksel, Öznur Çalık ve Nurettin Akman’ın imzasını taşıyan önergeyle, yasanın “Türk Vatandaşlığının İspatı ve Vatandaşlık İhtilafları” başlıklı 36. maddeye 3’üncü fıkranın eklenmesi istendi.
KAFATASI ÖLÇÜLEBİLECEKTİ
Maddeye göre Türk vatandaşlığı, “nüfus kayıtları, nüfus cüzdanları, pasaport veya pasaport yerine geçen belgeler” ile kanıtlanabiliyor. Maddeye 3’üncü fıkra olarak ise şu bölümün eklenmesi istendi: “Vatandaşlık işlemlerinde gerekli görülen hallerde, kurumlardan alınmış bulunan biyometrik veri ile Bakanlıkça talep edilen diğer tıbbi raporlara göre de değerlendirme yapılabilir.”
Önergenin gerekçesinde de, “Bu yolla kişinin Türk vatandaşı olup olmadığı hususunda ortaya çıkabilecek ihtilafların giderilmesi sağlanacaktır. Ayrıca sahte belge ve bilgilerle usulsüz olarak vatandaşlık kazanılmasının önüne geçilecektir” denildi.
Önerge, CHP’li milletvekillerinin tepkisi üzerine işleme girmeden geri çekildi. Eğer kabul edilseydi, vatandaşlığı ‘ihtilaflı’ olan kişilerden “Biyometrik veri’’ olarak adlandırılan kafatası ölçümü ya da gen yapısı gibi ırksal özelliklerinin gösterileceği tıbbi rapor istenebilecekti.
‘IRKÇI BİR ANLAYIŞ’
Gazetemize konuşan CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, “Bu vatandaşlık ispatına ilişkin bir maddeydi, biz de bu önergeyi geri çekmelerini söyledik. ‘Yok bir de kafataslarını ölçün’ dedik. Çünkü tıbba raporlarla sağlık raporu farklıdır. Bunun ırkçı bir anlayış olduğunu düşündük ve geri çekmelerini istedik” dedi.
CHP’li Algan Hacaloğlu bu önergeye tepki göstererek Başbakan Erdoğan’ın bazı etnik kimliklerin ülkeden kovulduğu ve faşist uygulamaların yaşandığı yolundaki sözlerini hatırlattı ve “Asıl siz bu ülkede gerçek faşizmin temellerini, uygulamalarınızla, düşünce tarzınızla atıyorsunuz” dedi. Bu sırada AKP’liler, “Nereden çıkarıyorsunuz faşist uygulamayı?” diye CHP’lilere karşılık verdi. (Ankara/EVRENSEL)

ASKERLİK VATANDAŞLIK ŞARTI DEĞİL
TBMM’den geçen tasarıyla, Türkiye’nin yeni bir vatandaşlık yasası oldu. Askerlik yapmama ve izin almadan yabancı ülke vatandaşlığına geçme, Türk vatandaşlığını kaybetme nedenleri arasından çıkarıldı. Çıkma izni alarak TC vatandaşlığını kaybedenler, ikamet etme süresine bakılmaksızın yeniden TC vatandaşlığını elde edebilecek. “Türk Vatandaşlığı Kanunu” adını koruyan yasa, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayından sonra yürürlüğe girecek.

KESK’E YAYGIN DESTEK

KESK Genel Merkezi dün de ziyaretçi akınına uğradı. DİSK, Türk Tabipleri Birliği (TTB), TMMOB, Alevi Bektaşi Federasyonu, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Alevi Kültür Dernekleri, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Birleşik Metal-İş, Eğit-Der, Halkevleri, Türkiye Barış Meclisi, EMEP, ÖDP, TKP, SDP ve KESK’e bağlı sendikaların yöneticilerinin yanı sıra, aralarında DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Ahmet Abakay, Genel-İş Erol Ekici, Öğretim Elemanları Derneği Genel Başkanı Tahsin Yeşildere’nin de bulunduğu çok sayıda kişi saldırıyı kınamak üzere KESK Genel Merkezi önünde toplandılar.
‘CUNTA DÖNEMLERİNİ HATIRLATIYOR’
Kurum temsilcilerinin katılımıyla KESK Genel Merkezi önünde yapılan basın açıklamasında konuşan konfederasyon Genel Başkanı Sami Evren, sendikaların basılması, yazışmalarına el konulması ve yöneticilerinin baskınlarla gözaltına alınmasının cunta dönemlerini hatırlattığını kaydetti.
KESK’e yönelik tırmandırılan polis-Jandarma baskısının demokrasinin temel ölçütlerine ve anayasaya aykırı olduğuna dikkat çeken Evren, “250 bin üyesi olan bir demokratik kitle örgütü aranırken savcının hazır bulunmaması bir hukuksuzluk örneğidir. Aslında anlaşılmaktadır ki aranan bir şey yoktur. Amaç bizzat ‘arama’ yapmaktır” dedi.
‘BAŞBAKAN KENDİ DÖNEMİNE BAKSIN’
Evren, KESK’in ve sürdürdüğü emek ve demokrasi mücadelesinin sekteye uğratılmak istendiğini belirterek, “Başbakan geçmiş dönemde yapılan kimi uygulamalarda faşizan yaklaşımları eleştirmeden önce, bizzat kendi sorumluluğu dönemindeki bu uygulamanın faşizan karakteri üzerine düşünmelidir” dedi.
“KESK ücret sendikacılığı yapmaz. Ülkenin temel sorunlarına ilişkin sözünü hiç kimseden çekinmede doğrudan ifade eder, özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile üyelerinin çıkarlarını savunma görevlerini birbirinden ayırmaz” diyen Evren, KESK’e yönelik saldırının “terör operasyonu” diye yansıtılmasına şu sözlerle tepki gösterdi:
“KESK, tarihi içinde hiçbir zaman şiddete prim vermemiş, toplumsal-siyasal sorunların çözümünde barışı savunmuştur. KESK’in şiddetle tek ilişkisi mücadele tarihi boyunca defalarca şiddete maruz kalmak olmuştur. Arşivlerimiz bunun görüntüleriyle doludur.”
Evren, KESK’e yönelik rahatsızlığın, KESK’in mücadele ilkelerinden duyulan rahatsızlık olduğunu söyledi.
Evren’in ardından kurum temsilcileri de birer konuşma yaparak, KESK’e desteklerini ilettiler.
KESK basın sorumlusu Tamer Kozaklı'nın verdiği bilgiye göre, gözaltına alınan 35 kişiden altısı serbest bırakıldı. Serbest bırakılan altı KESK'linin isimleri şöyle: Nerciz Acar, Vahat Bingöl, Haciali Sipahi, Mehmet Emin Özcan, Faysal Ceylan ve Mehmet Güçlü. ANKARA

‘KESK’E SALDIRI, HEPİMİZE YAPILMIŞTIR’
TTB Başkanı Gençay Gürsoy: “KESK, demokrasi mücadelesi veren öncü örgütlerden biridir. KESK, TTB, TMMOB ve DİSK, toplumsal kutuplaşmalarda yer almayan, fay hatlarının dışında kalmaya dikkat eden, demokrasiyi savunan örgütlerdir. Bu nedenle KESK’e yapılan saldırı hepimize yapılan saldırıdır”
TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı: Üyelerimizin birçoğu KESK’in de üyesidir. O yüzden saldırıyı TMMOB’a yapılmış bir saldırı olarak görüyoruz. ”
DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün: Saldırı emek mücadelesine yöneliktir. Bunu iki yıl önce DİSK Genel Merkezi’ne gaz bomba atılmasıyla aynı yönde bir saldırı olarak görüyoruz.
ABF Başkanı Ali Balkız: Biz laiklik, demokrasi, eşitlik ve inanç özgürlüğü için mücadele eden Alevi örgütleri olarak, KESK’e yönelik saldırıyı kendimize yapılmış adlediyoruz. AKP’nin Alevi açılımı, Kürt açılımından bahsediliyor. Bu da ‘KESK açılımı’ olsa gerek.
DTP Milletvekili Akın Birdal: Bu KESK yöneticilerinin değil, emeğin ve barışın gözaltına alınmasıdır. Krizin faturasını yüklenmek istemeyen emekçilere gözdağı mı verilmek isteniyor?
Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü Metin Bakkalcı: Bu ülkede konfederasyonların genel merkezlerine en son 12 Eylül’de müdahale edilmişti. KESK, ‘Bu ülkede kardeşçe bir arada yaşayacağız’ dediği için saldırıların hedefidir.
Mazlumder Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu da, yaşananların darbe dönemini anımsattığını söyleyerek, hükümeti göreve çağırdı.

29 Mayıs 2009 Cuma

Vatandaş Kürtçe konuş!

Kürt Dili ve Eğitim Hareketi Batman Şubesi, Kürt diline sahip çıkılması için kentte bir dizi kampanya başlattı. İlk olarak reklam panolarına 1893- 1951 yılları arasında yaşayan Mir Celadet Bedirhan’ın, “Ey virane olmuş Kürtler, ya Kürt olduğunuzu söylemeyin ya da Kürt olduğunu iddia ediyorsanız o zaman Kürtçe okuyun, Kürtçe yazın ve Kürtçe konuşun” sözlerinin yazılı olduğu afişler asıldı.
DHA / 29.05.09

Medias / Mediorce

Türk egemen medyasından yola çıkarak, şu soruyu sorabiliriz: Bu kadar çapsızlığın nedeni yapısal mıdır? Yoksa medya iyidir de medyacılar mı kötü? Bir üçüncü ihtimal daha var...
Sözcükbilimci değilim ama sözcüklerin kökeni ve ses çağrışımı ile anlamları arasında ilinti kurmaya çalışırım. Mesela Che Guevara'nın tartışmalı arkadaşı, Fransız filozof Regis Debray, 90'lı yıllarda 'Médialogie' (Medya bilimi ya da medya mantığı) kavramını ortaya attığında, bu sözcüğün ' Médiologie' şeklinde yazıldığını sanıp, 'médiocre' (Orta çaplı, çapsız) kavramı ile ilgili olduğunu zannetmiştim. Çünkü nitelikle nicelik arasında ters bir orantı olduğu eskiden beri yaygın bir görüştür. Yani bir şey ne kadar çoksa, ne kadar yaygınsa, hatta ne kadar popüler ise, kalitesi de o kadar düşük olur. Nadir şeylerin kıymetli olması gibi. Bu saptama Tanrı kelamı değil tabi. Çok, yaygın ve popüler olup, kaliteli olabilen 'şeyler' de, nadir de olsa vardır tabi. Kuraldışı ama mevcut.
Fransızların 'Mauvaises Langues' dediği kötü niyetlilerin, bu satırların hemen ardından 'Şimdi bir seçkincilik (Elitizm) övgüsü başlıyor' dediklerini duyar gibiyim. Elit olan bir şeyin genelde kaliteli olduğu doğrudur da, kaliteli bir şeyin ille de elit olması şart değil. Tabi bu arada 'elit' ve 'kalite' sözcük ve kavramlarına ne tür anlamlar yüklediğimiz de önemli. Ayrıca elitizm, baştan mahkum edilecek bir tutum da değil...
Nispeten uzun bu felsefi ve terminolojik girizgahtan sonra, Türk egemen medyasının neden bu kadar yüzeysel, çapsız, uçucu, hafif olduğunu anlamaya/tartışmaya çalışacağım. Yanıt arayacağım bir kaç soru olacak:
- Medya, yapısal olarak mı çapsızdır? Öyle ise neden?
- Medya Alanı (Bourdieu) ya da mekanizması/sistemi mi çapsızdır yoksa bu alanın yönetimi/yöneticileri mi? Her iki durumda da neden ?
- Ve nihayet bu çapsızlığın panzehiri neler olabilir?
Teorik arayışların mümkün olduğunca somut örneklerle açıklanması hem daha kolay hem de daha inandırıcı olabilir. Bu nedenle Türk egemen medyasını ana örneklem olarak ele alıp, pek hoşlanmadığım bir tarz da olsa, bazı şahsiyetlere örtülü gönderme yapmak zorunda kalacağım.
İlk tohumlarını Sedat Simavi'nin attığı daha sonra Çetin Emeç'in popüler gazetecilik sıvası vurduğu, bugün de Genel Yayın Yönetmeninin kamusal olanı özelleştirme çabalarıyla biçimlenen Hürriyet gazetesi, Türk egemen medyasının hem rol modeli hem de en iyi alamet-i farikası olarak kabul edilir. Hürriyet'in yapısı mı çapsızdır? Neden?
Anglo-sakson popular/serious (Halk Gazetesi/Elit Gazetesi) ayrımına kasıtlı olarak karşı çıkan Hürriyet geleneği ve yapısı (Genel Yayın Politikaları, haber yaklaşımı, çalışma tarzı, mizanpajı...vs...), 'Apartmanın bodrum katında oturan kapıcıya da üst katta oturan profesöre de seslenmeyi' amaçlıyor. Popular/Serious ya da kapıcı/profesör ayrımına daha
doğru bir deyişle farklılığına kasıtlı olarak karşı çıkmanın altında yatan mantık/ideoloji, bizim, 1923'den bu yana 'Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış, tasada kaderde birleşmiş tek bir kitle' olduğumuz yanılsamasıdır. Çıplak gözle bile görülebilen sınıf ayrımının üstünü örtmeye yarar bu yaklaşım.
Kapıcı ile profesörü aynı siyasal/toplumsal/ekonomik/ideolojik/kültürel potada göstermeye hatta eritmeye yönelik bir tutumdur. Türklerin karışık salatayı çok sevmesinin altında yatan da, yıllardır solumak zorunda kaldığımız işte bu hayali kimlik atmosferi. Öne çıkarılan, en öne konan Türklük yani milliyetçiliktir. Sonuç olarak kapıcı da (Kürt olsa bile...)
profesör de (Çerkez de olsa) Türktür. Böyle bir okur kitlesine, hedef kitleye seslenmek zorunda iseniz -ki tiraj açısından da bakıldığında zorundasınız- en küçük ortak çarpanı kendinize standart olarak almak durumundasınız. Medya organının, gazete/radyo/televizyonun, tüm yapısı da bu anlayışa göre inşa edilir ve geliştirilir. Amaç kapıcıyla profesörü
buluşturmaktır. Böyle bir amaca sizi götüren yollar/konular ve yaklaşımlar kaçınılmaz olarak sınırlıdır. Kapıcı ve profesör erkek ise, gazetenizin birinci ve sonuncu sayfalarını 'Üçüncü Sayfa Güzelleriyle' doldurursunuz. Geri kalan haberlerde de kadınları, 'konu mankeni' olarak kullanıp, haberin özünü kadın cinselliği temelinde kaleme alırsınız. Böylece, sizi okuyan kapıcı ve profesör, bu mesleki/toplumsal kimliklerinden arınıp, gazetenizi salt erkek gözüyle okur. Yurttaşı/Okuru bu mesleki/toplumsal/ideolojik yani bir anlamda sınıfsal kimliğinden arındırmak/ıssızlaştırmak çok önemlidir. Bu nedenle de, bu sefer hem kadın hem de erkek ve üçüncü cinsiyetten insanların neredeyse tek ortak değeri olan milli kimliklerine yani Türklüklerine hitap eden haberler önplana çıkarılır ya da milli kimlikle hiç ilgisi olmayan haberlerde bile milli kimlik boyutu yapay olarak keşfedilir, kışkırtılır ve öne çıkarılır.
Aslında, Batı'da oldukça derin bir iş bölümü/uzmanlaşma var gazetecilikte. Bizim gazeteciliğimizin belki de en özgün yanlarından biri olan köşe yazarlığı ise bu uzmanlaşmaya açıkça ve kahramanca isyan eden önemli bir kurum. Bizdeki medya yapısı, bir kaç temel ortak değerin sömürüsüne dayalı olduğu için, yüzeysellik olmazsa olmaz bir kuraldır. Köşe yazarlarımız, bir gün Eurovision ertesi gün Nabuco üzerine fikir beyan ederler. Hepsi 'Pazar Siyasetçisi'dir ayrıca futbol uzmanı ve edebiyat eleştirmenidir. Bilmedikleri yazmadıkları hiç bir konu yoktur. Çünkü Türk egemen medyasında köşe yazarı olmak çok kolaydır. Siyasi ve askeri iktidara çok fazla karşı çıkmadan, genel geçer fikirleri kaleme almak, alışılmışı sınırları içinde bir-iki atraksiyonla, çeşitli şahsiyetler hakkında dedikodular yazmak, yukarıda sıraladığım ortak değerlerin yüceliğini övmek yeterlidir. Hele mensubu olduğunuz klik, gazete içinde güçlü ise, ya da tepelerde bir abiniz/ablanız varsa, iktidar içi dengeleri iyi ayarlayabiliyorsanız, 50-60 yıl boyunca köşe yazabilirsiniz.
Benim şöyle bir iddiam var: Bizde başyazar, *şeyhül muharririn, yılların köşe yazarı gibi sıfatları olan şahısların yazılarını İngilizceye ya da Fransızcaya tercüme edip Times, Guardian, Daily Telegraph ya da Le Monde, Le Figaro'ya gönderin, * okur mektubu olarak bile yayınlanamaz! İsteyen denesin.
Aslında Medya Alanı ile bu alanın aktörleri arasında sıkı bir karşılıklılık ilişkisi var. Betimlemeye çalıştığım medya alanı/sistemi/mekanizması, doğal olarak (Survival Reflex- Hayatta Kalma Refleksi) kendine uygun yönetici ve aktörler seçecek, onları barındıracak, bu tipolojiye uymayanları dışlayacaktır. Keza giderek yaygınlaşmaya ve meşrulaşmaya başlayan çapsız gazeteci tipi de bu alan içinde giderek güç kazanacaktır. Tüm haber ve yorumlarında, hatta fotograf ve karikatürlerinde sınıf kıstasını önplana koyan bir gazeteciye Hürriyet köşe açar mı? Hatta böyle bir gazeteciyi yazı işlerine alır mı? Sınıf kıstası dışlanmanın tek nedeni değil maalesef. Keza ciddi bir feminist, gerçek bir İnsan Hakları savunucusu, tutarlı bir Kürt hak arayıcısı da egemen medyanın dışladığı karakterler.
Popüler olma isteği aslında tek başına bir engel, bir olumsuzluk değil. Tabi, popüler derken elmalarla armutları ille de aynı sepete koyma israrından sözetmiyorum. Popülerlik ille de ideolojiler dışı bir yaklaşım değildir. Mesela popüler gazeteciliğin en çok geliştiği ülkelerden biri olan İngiltere'de, muhafazakar kitle Sun gazetesini tercih eder, İşçi Partisi yanlısı kitle ise popüler gazete olarak Daily Mirror'u benimsemiştir. Tıpkı 'Serious' gazete meraklısı olan sağcılar D.Telegraph'ı okurken, sol eğilimli elitler de 'Guardian' ı satın alır. Bizde ise popüler olma iddiasındaki gazeteleri birbirinden ayıran mizanpajı ve köşe yazarlarının adıdır sadece.
Panzehir önerilerine geçmeden önce, mecburen, bazı örnekler vereceğim.
Türkiye'de iki haber kanalında, biri vakti zamanında, haber bültenini garip yaratıklar programına dönüştürmüş bir kişi, diğeri de tiyatrocu-show man karışımı kifayetsiz muhteris bir zıpçıktı, çoğu zaman ciddi siyasi konularda 'Talk Show' programları yapıyor. Keza, yine ciddi siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal konular hakkında kadrolu televizyon simaları arasında eski
sinema artisti bir hanım, sarışın ve genç olmaktan başka bir meziyeti(?) olmayan bir başka hanım, Türkçesi ve telaffuzu pek kıt şairimsi bir üçüncü hanım... ve çok sayıda benzerleri ekranları meşgul ediyor. Oysa ki Türkiye'de bu beylerden hanımlardan çok daha ilginç, farklı, iyi eğitim almış, çok daha yetenekli, başarılı yüzlerce insan var.
Yanlış bulduğum bir başka uygulama da, yine kadrolu bir grup medya 'primatı'nın her konuda ahkam kesmeleri. Kendini halk filozofu sanan kahve muhabbetçisi, spordan edebiyata sinemadan siyasete kadar her konuda fikir beyan ediyor. İçi de dışı bomboş... Bu zat, bu kategorinin galiba piri sayılıyor. Yenilerden sakallı bir iktisat profesörü var, o da nispeten daha
siyasi ve liberal ama temcit pilavcısı. Ben bunlara zapping düşmanı diyorum. Toplamı 10-15 kişi, akşam kanallar arasında zapping yaparken kaçınılmaz olarak en az beşine mutlaka rastlıyorsunuz.
Gazetelere baktığımızda çok fazla isim saymak mümkün. Bunların gazetecilikle, köşe yazarlığı ile ne tür bir ilişkileri olabileceğini, gazetecilikten anlayan biri, doğru dürüst, mantıklı bir şekilde açıklayamaz. Şimdiye kadar üç kez emekli olması gereken Andıççı bir başyazar, penis mizahı yaptığını sanan tadsız bir karışık salata, kendini genç ve aykırı sanan iktidar sevdalısı bir çamur distribütörü... Bunların hiç biri ve diğerleri Batı'da, demokratik bir ülkede, medya okur-yazarlığının geliştiği bir memlekette gazetecilik yapamaz.
Sözkonusu şahsiyetlerin kimliği, kişiliği hakkında herhangi bir itirazım yok. Çoğunu da şahsen tanımam bile. Ama, iş bölümü/uzmanlaşma ilkesini çiğnemeleri bir yana, ehil olmadıkları halde kendilerini fasulye gibi nimetten saymaları tadsız bir ortam yaratıyor. İzleyici, 'Türkiye'de sanki bu konunun/alanın hiç mi doğru dürüst uzmanı yok da hep bu adamlar/kadınlar
ekranda?' sorusunu soruyor. Oysa ki üniversitelerde, yayın evlerinde, çeşitli kültür kurumlarında çok sayıda parlak akademisyen, araştırmacı, uzman var. Bu kişilerin bir kısmı, haklı olarak medya ile samimiyet kurmak istemiyor, bir kısmı görüş ve tutumları nedeniyle zaten ya hiç çağrılmıyor ya da çok az davet alıyor. Dolayısıyla bu kişileri programa çağıranda da, her çağrıya evet diyende de kabahat/kusur var.
Tüm bu örneklerden sonra baştaki sorulardan birine kesin bir yanıt verebileceğimi sanıyorum: Evet, medya, özellikle de televizyon, yapısal olarak orta çaplı bir mecradır. Düşünmeye, sorgulamaya değil benzerleştirmeye (Mimétisme), önyargıları meşrulaştırmaya, kalıp yerleştirmeye (Tekrara), bildik yargıları pekiştirmeye hizmet
ediyor. E böyle bir medya yapısında da, bizde maalesef pek karşılığı bulunmayan Edward Saidlere, Noam Chomskylere hatta S*eymour Hirschlere,* John Pilger ya da Serge Halimilere yer olmadığı gibi, bu medya da yeni şaklabanlar, yeni cahiller, yeni çokbilmişler, yeni hoş ama boş genç kızlar ve oğlanlar üretmekten başka bir işe yaramaz.
Panzehir dediğim kuşkusuz sihirli değnek değil. Çünkü medya dediğimiz olgu/süreç/alan, aralarında tarih/siyaset/ekonomi/toplum/ideoloji/kültür gibi binbir boyuttan oluşan/etkilenen canlı bir varlık. Bu nedenle çapsız
medyanın panzehiri esas olarak bu medyanın içinde değil. Türk egemen medyasının iflah olabilmesi oldukça uzun bir yüzleşme/özeleştiri sürecine bağlı. Üstelik bu süreç, medyanın tek başına gerçekleştirebileceği bir eylem değil.Çok köklü bir zihniyet değişimi hatta devrimi sadece medya alanına değil tüm toplum için bir zaruret. İç ve dış dinamikler, medya sözkonusu olduğunda akademiler, medya-okur yazarlık bilgi ve bilinci yüksek yurttaşlar, profesyoneller, meslek kuruluşları, tüm Sivil Toplum Kuruluşları kolektif bir inceleme-araştırma-tartışma sürecine girebilirse, sorunları saptayıp, çözümleri gündeme getirebilir. Tabi bunun için de iktidarıyla, muhalefetiyle en önemlisi devletiyle, tüm siyasi mekanizmanın uygun
koşulları yaratması gerekiyor. Teknik ve mesleki boyutta Barış Gazeteciliği, Yurttaş Gazeteciliği, Topluluk Yayıncılığı gibi alternatif yöntemleri güçlendirip yaygınlaştırmak da gerekli. Kadrolar konusunda kısa ve orta vadede çok ümitvar olamayız. Yine de ilkokullardan itibaren medya okur-yazarlığı dersleri iyi bir başlangıç olabilir. Gazetecilik eğitimini bir an önce lisans düzeyinden çıkarıp, meslek yüksek okullarına kaydırmak ve uzman gazetecilik için de master programları hazırlamak gerekir.
Medya ile memleket hemşehridirler. 'Her ülke layık olduğu medyaya sahiptir', demiş Le Monde'un kurucusu Hubert Beuve-Méry. Her medya da yayın yaptığı topluma müstehaktır, diyebiliriz.
Yapısal olarak medyanın doğal sığlığının, yapısal ve dönemsel olarak medyacıların kronik kalite eksikliğinin önemli neden ve sonuçlarından biri de kuşkusuz okur kitlesinin konumu ve durumu. Gazetelerin İnternet sayfalarında haberlere verilen tepki ve yorumları gözden geçirirseniz, okur cemaatinin de bu genel düzeysizlik kervanına hiç çekinmeden katıldığını
görebilirsiniz.
Sonuç olarak, etimolojik olarak rabıtasız da olsa, medya sözcüğü ile ' médiocre' sıfatı arasında yoğun/uzun bir irtibat mevcut. Öyle olmasaydı, bu kadar çapsız adam/kadın neden bu medyanın başına musallat olurdu?
RAGIP DURAN
apoletlimedya.blogspot.com / 23.05.09

KESK Gözaltı Terörüne Protesto Etti...

Sabah erken saatlerden itibaren gözaltı ve baskınlarla karşı karşıya kalan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Genel Merkezi ile bağlı sendikalar gün boyunca gerçekleştirdikleri eylemlerle gözaltına alınan sendika üye ve yöneticilerinin serbest bırakılmasını talep ettiler.
İstanbul, Ankara, Mersin, Hatay, İzmir ve Adana’da basın açıklamaları gerçekleştiren KESK’e bağlı sendikaların üyeleri 5 ilde eş zamanlı olarak gerçekleştirilen gözaltı ve baskınların KESK’in mücadelesini engelleyemeyeceğini haykırdılar.
Taksim’de kitlesel eylem...
İzmir, Adana, Hatay, Mersin ve Ankara’daki eylemler öğlen saatlerinde gerçekleştirilirken devlet terönüne en kitlesel yanıt İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda yapılan eylemle verildi.
Saat 18.00’de Taksim Gezi Parkı’nda yapılan yarım saatlik oturma eylemi ve basın açıklamasına 700'e yakın kişi katıldı. Aralarında bir çok kurmun katılarak destek verdiği aeylemde “Gözaltılar serbest bırakılsın” ve “KESK İstanbul Şubeler Platformu” pankartlarını açarak Taksim Gezi Parkı’nın merdivenlerinde toplanan KESK’liler, KESK flamaları ve dövizlerle gözaltı terörünü protesto ettiler.
Gözaltı terörüne öfke vardı...
“Devlet güdümlü sendikaya hayır!”, “Gözaltılar serbest bırakılsın!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Yılgınlık yok direniş var!”, “Biji bıratiya gelan!”, “Susma haykır halklar kardeştir!”, “Faşizme karşı omuz omuza!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!”, “Devlet elini sendikamdan çek!” sloganlarının haykırıldığı kitlesel eylemde gözaltı terörüne öfke vardı.
Bazı KESK’lilerin taşıdığı “Siz gözaltına aldıkça biz güçleneceğiz” dövizleri de baskı ve gözaltılara karşı verilmiş anlamlı bir yanıttı.
Yarım saat boyunca bekleyişini sürdüren ve sayısı gittikçe artan kitle basın açıklaması gerçekleştirdi.
KESK İstanbul Şubeler Platformu Dönem Yürütmesi adına yapılan basın açıklamasında ise KESK’in kamu emekçilerinin yasal ve meşru örgütü olduğu söylendi, baskı ve yıldırma operasyonlarının KESK’e geri adım attıramayacağının altı çizildi.
Eylem atılan sloganlarla potesto eylemlerinin devam edeceği açıklmasıyla son bulduı

ABD 10 YIL DAHA IRAKTA KALABALİR

WASHINGTON - ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral George Casey, merkezi ABD'nin başkenti Washington'da bulunan stratejik araştırma kuruluşlarının üyesi siyaset analizcilerinin ve gazetecilerin özel davetli olarak katıldığı bir brifingde yaptığı konuşmada, kendisi tarafından yapılan planlamalarda, ABD'nin, Orta Doğu'daki şiddet yanlısı aşırı gruplar ve terörizmle yürüttüğü mücadele çerçevesinde, Irak ve Afganistan'daki Amerikan muharip kuvvetlerinin bu ülkelerde 10 yıl daha kalmasının tasarlandığını belirtti.
Afganistan'da ve Irak'ta görev yapacak asker seviyesi konusunda yaptığı hesaplamaların, askerlerin konuşlandırılmasının bağlandığı katı takvimi yumuşatmak amacını taşıdığını anlatan Casey, bu katı takvimin yumuşatılmamasının ''ABD Kara Kuvvetlerine diz çöktüreceği'' uyarısında bulundu.
Muharip birimlerin Irak ve Afganistan arasında nasıl bölüştürüleceği konusuna kesin bir açıklama getirmeyen Casey, ABD Kara Birlikleri Komutanı Orgeneral Ray Odierno'nun Irak'taki asker sayısında yapılacak kesintinin boyutunu belirlemek amacıyla yürüttüğü çalışmanın halen geçerli olduğunu kaydetti.
Casey konuşmasında, Irak'taki uzun süreli savaş hakkındaki yorumlarının, Irak'taki ABD kuvvetlerinin tamamının 2010'dan başlayarak ülkelerine geri dönmelerinin planlandığını açıklayan ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin politikalarıyla çatışmayı amaçlamadığının altını çizdi.
'ABD ORDUSU YILLARCA SÜRECEK BİR SAVAŞA HAZIRLANIYOR'Konuşmasında, kendisinin siyaset yapan bir kişi olmadığını birkaç kez tekrarlayan Casey, ancak Amerikan ordusunun yıllarca sürecek bir savaş için Irak ve Afganistan'da muharip güçler konuşlandırmaya hazırlandığını vurguladı. Casey, kendi planlamalarında 10 muharip tugay, komuta ve destek güçlerinden oluşan ABD askerlerinin her iki ülkedeki savaşta hazır bulunmalarının öngörüldüğünü anlattı.
Kendisine yöneltilen, "Irak ve Afganistan'daki askerlerin sayısının ne olması gerektiği konusunda ABD Kara Kuvvetlerinin bir ölçüsü bulunup bulunmadığı" şeklindeki bir soruya, "Gerçekçi bir senaryoya ne dersiniz? diye karşılık veren Casey, söz konusu gerçekçi senaryoyu tanımlarken "Kara Kuvvetleri ve Deniz Piyadelerine bağlı 10 birimi, Irak ve Afganistan'da 10 yıl boyunca konuşlandıracağımızı göz önünde bulundurmalıyız" ifadesini kullandı. Casey, ABD'nin, diğer yükümlülüklerinin yanı sıra Orta Doğu'daki çatışmalarla mücadele etmeye hazır olmasının da zorunlu olduğunu hatırlattı.
Konuşmasında, sivil ve askeri liderlerin, "Afganistan'daki durumun ancak kötüleştikten sonra daha iyi hale gelebileceğine" ilişkin yaptıkları açıklamaları tekrarlayan Casey, "Güneyde büyük bir savaş olacak" diye konuştu.
Afganistan'daki yerel polis ve ordunun eğitiminin, Irak'taki polis ve ordunun eğitiminden en az birkaç yıl geride olduğuna işaret eden Casey, ABD'nin yeterli sayıda eğitmeni Afganistan'da konuşlandırmasının aylar alacağına dikkati çekti. Casey, verilen eğitimden ancak 3-5 yıl sonra Afganlıların istenilen noktaya ulaşabileceklerinin de hesap edilmesi gerektiğini kaydetti.
ABD Kara Kuvvetleri komutanı olarak, ABD Kara Kuvvetleri'ndeki insan gücünün bir araya getirilmesi ve görevlendirilmesinin baş sorumlusu konumundaki Casey, 1 milyon 100 bin kişiden oluşan ABD Kara Kuvvetleri'nin, uzayan Orta Doğu çatışmalarına müdahale için yeterli olduğu görüşünü savunarak, "1 milyon 100 bin kişiyle oldukça etkili bir ordu oluşturmalıyız" dedi.
ABD'nin halen Irak'ta 139 bin, Afganistan'da da 52 bin askeri bulunuyor. (AA)

YIL SONUNDA 50 MİLYON İŞŞİZ

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), güncellediği yıllık Küresel İstihdam Eğilimleri raporunda, dünyada işsiz sayısının bu yıl 50 milyon daha artabileceği belirtildi. ILO, Ocak ayında bu sayıyı 40 milyon olarak tahmin etmişti.
Yıl sonuna kadar dünyada işsiz sayısının 209,6 milyon ve 239 milyon arasında seyredebileceği belirtilen raporda, dünyada işsiz sayısının 2007 yıl sonunda 180,2 milyon ve geçen yıl sonunda 188,6 milyon olduğu kaydedildi.
Hükümetlere, en kötü durum senaryosundan kaçınmak için ekonomilerini teşvik planları kapsamında istihdam yaratmaları çağrısında bulunan ILO, şirketlerin, işçilerini ellerinde tutması için teşvik edilmesi halinde 29 milyon kişinin işini koruyabileceğini bildirdi.
Küresel işsizliğin artmasının, kısmen küresel nüfusun artması ve daha fazla kişinin çalışma gücüne katılmasından kaynakladığı da belirtildi.
ILO, tahminlerin, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve hükümetlerin ekonomik büyüme verilerine dayandığını kaydetti.

İşte kene riski taşıyan iller

-Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Ali Torunoğlu, Sağlık Bakanlığı’nın kene ile etkim bir şekilde mücadele ettiğini bildirdi. 2009 yılı Şubat ayından başlamak üzere hastalığın en çok görüldüğü 15 ilde yüksek bin 200 riskli yerleşim biriminde 150 bin haneye ulaşıldığını kaydeden Torunoğlu, “Yaklaşık 600 bin kişi yüz yüze eğitilmiş, el broşürleri bırakılmış ve her eve bir adet yüzde 05’lik permetrin içeren solüsyon ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Riskli bölgelerde dağıtılmak üzere yüzde 05’lik permetrin emdirilmiş giysi dağıtılmasına yönelik hazırlıklar devam etmektedir.
ŞEHİRLERDE RİSK YOKSaha ziyaretlerinde kullanılmak üzere 20 dakikalık eğitim filmi hazırlanmıştır” dedi. Riskin aralarında Tokat, Çorum, Yozgat, Sivas, Samsun, Kastamonu ve Karabük başta olmak üzere Orta Karadeniz ve Orta Anadolu’nun kuzeyinde yoğunlaştığını bildiren Torunoğlu, “Vakaların yüzde 95’i bu bin 200 köyde. Şehirlerde risk yok. Şehirlerdeki keneler KKKA hastalığına neden olmuyor. Şehir merkezlerindekiler rahat olsun” dedi.
GEÇEN YIL 283 BİN KİŞİ HASTANELERE KOŞTU Torunoğlu, KKKA’nın neden olduğu panik nedeniyle geçtiğimiz yıl 283 bin kişinin sağlık kurumlarına başvurduğunu belirterek, “283 bin kişiden bin 315’inde Kırım Kongo Kanamalı Ateşi’ne rastlandı. Bunlardan 63’ü hayatını kaybetti” dedi. Virüsü taşıyan kenelerin nemli iklimlerde de yerleşemediğinden denize yakın bölgelerde hastalığın görülmediğini belirten Torunoğlu, “Bodur orman ve tarlaların iç içe olduğu ve hayvanların orman içerisinde otlatıldığı kırsal bölgelerde bu keneler yoğun olarak bulunmaktadır. Vakaların tamamına yakını kırsal bölgede yaşayan veya geçici bir süre bu bölgede bulunanlardan oluşmaktadır. Kırsal alana gitmemiş ve sadece şehirde bulunmuş hiçbir vaka yoktur” dedi.
“ÇOĞU KENEYİ FARK ETMİYOR” Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Torunoğlu, şehirlerdeki panik havasının aksine köylerde ise keneye ilişkin daha fazla farkındalık oluşması gerektiğini belirterek, “KKKA vakalarının ve ölümlerin genelinde kenenin tutunmasının geç fark ediliyor. Kenenin kaldığı süre ne kadar artarsa o kadar kötü. Çoğu zaman sağlık kurumunda anlatılan hikayeden kene olabileceği düşünülüyor” dedi. Kırsal alanda kene öldürücü sprey dağıtıldığını kaydeden Torunoğlu, “Bu spreyi elbisenizin üzerine sıkıyor, 2 saat kurumasını bekliyorsunuz. Daha sonra 3-4 hafta boyunca bu elbisenin üzerine gelen kene size ulaşamadan ölüyor” dedi.
“GÜNLÜK KENE KONTROLÜNÜ İHMAL ETMEYİN” ‘İnsanların bir iş elbisesi olmalı’ mantığının yerleşmesi gerektiğini ifade eden Torunoğlu, “İlaçlanmış elbiseyi giyerek tarlanıza gidin ve günlük kene kontrolünü ihmal etmeyin” dedi.KKKA’dan korunma için henüz etkin bir aşı bulunmadığını ifade eden Torunoğlu, “Hastalığın tedavisinin esasını da destek tedavisi oluşturmaktadır. Ülkemizde öncelikle hiperimmün serum ve sonrasında da aşı üretilmesine yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu durumda kişisel korunma tedbirleri büyük önem taşımaktadır” dedi. Kene temasını önlemek üzere alınması gereken tedbirleri de sıralayan Torunoğlu şunları söyledi:-Kırsal alan ziyaretlerinde mümkün olduğunca kapalı ve açık renkli giysi giyinilmeli ve pantolon paçaları çorap içine alınmalı,-Vücudun açıkta kalan kısımlarına böcek kovucu (Dietiltoluamid etken maddeli repellent) ilaçlar sürülmeli,-Giysilere ise uzun süre keneleri öldürücü etkisi devam eden yüzde 0,5’lik permetrin içeren ilaçlar kullanılmalı,-Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar başta olmak üzere kırsal alan ziyareti yapan kişiler kendileri ve çocukları için günlük kene kontrolü yapmalı,-Vücuda yapışmış kene tespit edilmesi halinde en kısa sürede uygun yöntemle keneler çıkarılmalı, bu işlem yapılırken keneler ezilmemeli ve patlatılmamalı,-Çıplak elle kene toplama ve kırma işlemi yapılmamalı,-Kenelerin vücuttan uzaklaştırması amacıyla eter, kolonya, gaz yağı dökmek ve sigara basmak gibi yöntemlere başvurulmamalı,-Kene ile temastan sonra kişiler hastalık belirtileri açısından 10 gün süreyle takip edilmeli, belirtiler ortaya çıktığında en yakın sağlık kuruşuna başvurulmalı,-Çiftlik hayvanlarının kenelere karşı ilaçlanmalıdır.”Torunoğlu ayrıca, 2009’un ilk beş ayında görülen vaka ve ölüm sayısında da düşüş yaşandığını kaydederek, 2008 Ocak-Mayıs döneminde toplam bin 315 vaka ve 63 ölüm gerçekleşirken, 2009’un aynı döneminde 87 vaka ve 7 ölüm meydana geldi” dedi. (ANKA)