31 Mart 2009 Salı

DTP: AKP politikası iflas etti

YEREL seçim sonuçlarını değerlendiren Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eş Başkanı Ahmet Türk, sonuçların Kürt sorununun demokratik barışçıl bir temelde çözülmesi için fırsat sunduğunu belirtti.
DTP Eş Başkanı Ahmet Türk Diyarbakır il binasında yerel seçim sonuçlarını değerlendirdi. Basının ilgi gösterdiği açıklamada konuşan DTP Eş Başkanı Ahmet Türk, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde AKP’ye verilen emanet oyların geri alındığını söyledi. 2007 seçimlerinden sonra başbakan Erdoğan’ın çıkışıyla Türkiye’nin yeni bir süreç yaşadığını belirten Türk, “Kendisinden olmayan herkesi ötekileştiren bir politikayı yaşama geçiren AKP hükümetine halkımız gereken dersi vermiştir. 2007’de Bölge halkı DTP ile birlikte AKP’ye yeşil ışık yakmıştır. Seçimlerden sonra yapılan açıklamalarda bu oyların emanet oylar olduğunu ifade etmiştik. Bugünkü tabloya baktığımızda Kürt sorunu çözümü konusunda umut içinde olan halkımızı bir hayal kırıklığı yaşamış ve o emanet oyları geri almıştır”dedi. AKP’nin halkı yoksullaştırarak sadaka politikasıyla ekonomik olarak halkı teslim almaya çalıştığını ifade eden Türk, “Bu politikaların iflas ettiği de görülmektedir. Bölge illerin tamamında valilik eksenli yardımlar dağıtılarak AKP’ye seçim kazandırma hesapları yapılmıştır. Yoksulluk halkımızın kaderi değildir. AKP istihdam yaratacak çözümler bulmalıdır. Kamu yöneticileri AKP hükümetinin değil halkın valileri olmalıdır ”diye kaydetti.
BÖLGEDE HALKIN İRADESİ DTP
Seçimler sırasında Muş, Mardin, Ağrı il merkezlerinde yoğun baskılarla karşılaştıklarını söyleyen Türk, Şırnak’ta 25 sandığın bulunduğu okula gaz bombası atıldığını, Mardin’de sandıkların kaçırıldığını söyledi. Ağrı’nın sonuçlarının şaibeli olduğunu vurgulayan Türk, AKP yandaşların Muş Varto’da BDP Genel başkanı Demir Çelik’e bıçakla saldırdığını kaydetti. Türk, “Bölgede halkın iradesi bizden yana olmuştur. Seçimin galibi biziz”dedi. Türk’ten sonra konuşan Osman Baydemir Diyarbakırlılara teşekkür etti. (Diyarbakır/EVRENSEL)

Bölgede birinci parti DTP

Yerel seçimlerde AKP, bölge illerinde düşüş yaşadı. DTP, yapılan seçimden birinci parti olarak çıktı.
Yerel seçimlerde AKP, bölge illerinde düşüş yaşadı. DTP, yapılan seçimden birinci parti olarak çıktı. Seçimin nasıl sonuçlanacağı merak edilen bölgede seçmen, tercihini iktidar partisinden yana kullanmadı. DTP 8 il, 51 ilçe ve 39 beldeyi kazandı. Bölge genelinde de AKP’ye büyük fark atan DTP, il genel meclisi üyesi seçimlerinde Diyarbakır, Hakkari, Van, Mardin, Muş, Şırnak, Batman, Ağrı ve Iğdır’dan birinci parti olarak çıktı.
AKP Hükümeti ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yerel seçim takvimi belirlenmeden önce yapılan açıklamalarla dikkat çekmişti. Tunceli ve Diyarbakır için Erdoğan ‘istiyorum’ dedi. Seçime yönelik olarak daha sonra açılması gündemde olan TRT Şeş hemen yayın hayatına başladı. Bunun yanı sıra seçmenin oyunu almaya yönelik birtakım girişimlerde bulunuldu. AKP, iktidar partisi olmanın avantajı ile hareket etti. Bu olanakların başında valilikleri seçim çalışmasında kullandı.
Başbakan’ın yüklendiği kentlerin başında Diyarbakır yer alıyordu. Diyarbakır’ı almak isteyen AKP, yine hüsrana uğradı. DTP seçimi farkla kazandı. DTP, oylarını yüzde 7 oranında artırdı. DTP’nin adayı Osman Baydemir, yüzde 65 gibi bir oran yakalayarak yeniden belediye başkanı seçildi. Baydemir, AKP adayının yaklaşık iki katı kadar oy aldı. AKP’nin yaptığı bütün çabalar nafile kaldı. DTP oyların 65.43’ünü alırken, AKP ise 31.57’sini aldı. Diyarbakır ilçe belediyelerinin çoğunu DTP aldı. Elinde bulundurduğu ilçeleri koruyan DTP, yeni ilçe ve belde başkanlıkları kazandı. 17 ilçenin 14’ünü DTP büyük farkla aldı. AKP, DSP ve CHP de birer ilçe belediyesi kazandılar.
TUNCELİ’DE BEYAZ EŞYA TERS TEPTİ
Beyaz eşya dağıtımıyla gündeme gelen Tunceli’de, DTP yine belediye başkanlığını kazandı.
Seçim sonuçlarının merakla beklendiği Tunceli’de, DTP seçimleri yeniden kazandı. Geçen dönem EMEP’le birlikte yönetilen belediye için yapılan ittifak görüşmelerinden bir sonuç alınmamıştı. Buna karşın EMEP, sermaye partilerine karşı halk mevzisinin kaybedilmemesi için Tunceli merkezde DTP adayı lehine seçimlere girmedi. DTP adayını destekledi. Devrimci Demokratik Güçbirliği Adayı olarak seçime giren Edibe Şahin, seçimi kazandı.
Ayrıca daha önce AKP’nin elinde bulunan Mazgirt Belediyesi’ni ve Darıkent beldesini EMEP aldı. Pertek ve Hozat’ta emek ve demokrasi güçlerinin desteklediği bağımsız adaylar Kenan Çetin ve Cevdet Konak, belediye başkanlığını tekrar kazandılar. Nazimiye’de ise bağımsız aday kazandı. Daha önce AKP’nin elinde olan Ovacık Belediyesi’ni CHP aldı. Pülümür’ü CHP alırken, Çemişgezek’i de AKP aldı.
DTP, elinde bulundurduğu Batman ve Şırnak’ı korudu. Elinde bulundurduğu Hakkari’de ise oy oranını yükseltti. MHP’nin elinde olan Iğdır’ı da DTP aldı.
Batman’da Belediye Başkanı Necdet Atalay oldu. Atalay, oyların yüzde 59’unu aldı. AKP ise yüzde 36 oranında oy aldı. Şırnak’ta DTP’den Belediye Başkanı Adayı olan Ramazan Uysal, oyların yüzde 53’ünü aldı. AKP ise yüzde 42’de kaldı. Iğdır’da DTP’nin adayı Mehmet Nuri Güneş, oyların yüzde 39’unu alarak belediye başkanı oldu. Başbakan Erdoğan’ın “Ya sev ya terk” konuşmasını yaptığı Hakkari’de ise AKP büyük bir hüsrana uğradı. DTP’li Fadıl Bedirhanoğlu, oyların yüzde 79’una yakın oy alırken, AKP ise oyların yüzde 16’ya yakınını alabildi.
DTP adayları, Batman, Hakkari ve Şırnak’ta koltuklarını korudular; Iğdır’ı MHP’den, Siirt ve Van’ı da AK Parti’den aldılar.
HAKKARİ BÜYÜK FARKLA
Batman’da on binlerce kişi, DTP seçim bürosu önünde bir araya gelerek kutlamalara başladı.
380 sandıkta DTP 56 bin 663 oy alırken, AKP 34 bin 325 oy aldı. DTP’nin merkezi seçim bürosu önüne on binlerce kişi akın etti. Seçim merkezi önünde açılan dev ekranda, Batman ve bölgenin seçim sonuçları canlı olarak verildi. Trafiğe kapanan Diyarbakır Caddesi’nde insan seli oluştu. Büyük bir coşkunun yaşandığı Batman’da, havai fişekler patlatıldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ya sev ya terk et” açıklamasını yaptığı Hakkari’de, DTP seçimi büyük bir farkla kazandı. DTP’nin adayı Fadıl Bedirhanoğlu, yüzde 78.97 oranında oy aldı. AKP’nin adayı da oyların yüzde 15.93’ünü alabildi. Şanlıurfa’da “Ceketimi assam seçtiririm” diyen AKP’lilere bayrak açan Bağımsız Aday Eşref Fakıbaba, seçimi açık ara farkla kazandı. Fakıbaba’yı Saadet Partisi destekliyordu. Oyların yüzde 44’ünü Fakıbaba alırken, AKP ise yüzde 39 oranında oy aldı.
AKP’DEN SİİRT VE VAN’I ALDI

Erdoğan’a başbakanlık yolunu açan Siirt Belediyesi AKP’den DTP’ye geçti. Siirt, eniştesini üzdü. DTP’li Selim Sadak, oyların yüzde 49’unu alarak başkan oldu. AKP ise oy oranını düşürdü. Yüzde 45 oranında oy aldı. Van’ın AKP tarafından alınması bekleniyordu. Özellikle son dönemlerde tarikat örgütlenmelerinin hedefinde olan Van, tercihini DTP’den yana kullandı. Siirt’te olduğu gibi AKP üzerinden yapılan siyasete tepkisini sandıkta gösterdi. DTP’nin Van Adayı Bekir Kaya seçimleri kazandı. Kaya, oyların yüzde 52’sini aldı. DTP burada da oy oranını artırdı. AKP ise düşüş yaşadı. Oyların yüzde 40’ını alabildi.

SEÇİMİN SONUÇLARI AKP’Yİ SIKACAK

29 MART’TA DÜŞÜŞ YAŞAYAN ERDOĞAN, KABİNEYİ BİLE SORGULAMAYA BAŞLADI. AKP VE ERDOĞAN, PARTİ İÇİ VE DIŞINDAN BASKILARLA SIKIŞACAK
Devasa seçim harcaması ve büyük bir seçim kampanyasına rağmen, 29 Mart yerel seçimlerinde beklediği sonuçların gerisine düşen AKP, sancılı bir döneme girdi. Aldığı sonuçlar bir dönemin ANAP’ının düşüş eğrisini akıllara getiren AKP’de kabine değişikliğinden başlayarak pek çok değişikliği beklemek mümkün görünüyor.
ERDOĞAN SARSILDI
Seçim sonuçlarının belli olmaya başlamasının ardından AKP Genel Merkezi’nde bir açıklama yapan Başbakan Erdoğan, aldıkları sonuçtan tatmin olmadığını söyledi. Kabinede değişiklik olabileceğini de belirten Erdoğan, ancak bunun mutlaka seçim sonuçlarına bağlanmasının doğru olmayacağını öne sürdü.
Başbakan Erdoğan açıklamasında doğuda alınan sonuçların, yöreye yönelik politikalarının söylem dahil masaya yatırılacağını belirtirken, kimlik değil, eser ve hizmet siyaseti yaptıklarını savundu. Başbakan Erdoğan, “Tabii ki biz buradaki eksiğimizi nasıl gidereceğiz, bunun gayreti içinde olacağız, bunu çözeceğimize de inanıyorum” dedi. Kabinede değişikliğin seçimle bağlantılı olarak da bağlantısı olmadan da yapılabileceğini belirten Erdoğan, “Kabinede böyle bir değişiklikle seçim sonrasında bu adımı atarak yola devam etmek. Bunun içinde de anormal bir şey olmayacağı gibi, kabinemin içindeki arkadaşlarım tarafından da anormal bir şekilde karşılanmayacaktır, karşılanmamalıdır. Çünkü eninde sonunda burada yaklaşık altı buçuk yıl iktidarda olan bir partiyiz Zaman zaman bu değişiklikleri yaptık, bundan sonra da yapacağız, yapmaya devam edeceğiz. Kimse ilanihaye orada oturacak değil, biz de oralarda oturacak değiliz” dedi.
Erdoğan, 28 Mart yerel seçimlerinde aldıkları il genel meclisi oyuyla 2007 milletvekili seçimlerinde aldıkları oyu çıta olarak gördüklerini belirterek şöyle dedi:
“28 Mart yerel seçimleridir. 42 puandı biliyorsunuz bizim aldığımız oy, bir puan mı düşmüş iki puan mı düşmüş gereken değerlendirmeyi yapacağız. İkincisi de milletvekili seçimiydi. İl genel meclisi oylamalarında da orayı yakalamayı hedefleriz. Bunu söylemiştik. Şu anda tabi görünen o ki, bizim 22 Temmuz’a göre il genel meclisinde aldığımız oyu alamayacağımız, alamadığımız görülüyor, ama 42 puanla ilgili olarak yani yerel seçime göre şöyle bir iki puan belki aşağısında bir netice ortaya çıkacak ki ben bunu da özellikle şu süreç içinde arkadaşlarımızla değerlendirmelerini enine boyuna yapacağız, nerede bir eksiğimiz yanlışımız var, nerede biz bu noktaya düştük, eksiklerimizi gidererek bundan sonraki sürece girecek, yolumuza devam edeceğiz.”
ERDOĞAN’I ÜZEN İLLER!
Van, Siirt, Manisa, Balıkesir illerinin kaybedilmesine üzüldüğünü kaydeden Erdoğan, “Oralarda verilen hizmetler anlatılır gibi değil. Ama bunlar üzerinde de çalışacağız, sebepleri nedir, ona göre de adımlarımızı atacağız” dedi. Antalya’da CHP adayının kazanmasını nasıl bulduğuna ilişkin soruyu ise Erdoğan, “Antalya’yla ilgili sonucu çok ama çok anormal buluyorum, neticeye saygım var o ayrı mesele, ama Antalya’ya şahsım olarak 28 kere gidişim hepsi hizmetlerin açılışı içindir. Tarihinde görmediği hizmeti şu son altı buçuk yıl bizim dönemimizde görmüştür. Bütün bunlar bu dönemde bitmiştir. Yani demek ki bu kadar hizmet karşılık bulmuyor, bunu gördüm, bundan dolayı üzüntülüyüm” dedi.
GERGİN BAKANLAR KURULU TOPLANTISI
Dün toplanan Bakanlar Kurulu, 7 yıllık AKP iktidarının en sıkıntılı toplantılarından biri oldu. AKP’nin seçimlerden beklemediği bir sonuç almasının ardından toplanan Bakanlar Kurulu’na gelen üyelerin bir çoğunun sıkıntılı olduğu gözlerden kaçmadı. Gazetemizin baskıya girdiği saatlerde hâlâ devam eden Bakanlar Kurulu toplantısında, Erdoğan’ın başarısız olunan illerden sorumlu bakanlardan açıklama isteyeceği düşünülüyor.
SONUÇLAR AKSU’DA HAZIMSIZLIK YARATTI
Hürriyet Yazarı Fatih Çekirge'ye seçim sonuçlarına dair görüşlerini aktaran AKP’li Abdulkadir Aksu Antalya'da seçimin kaybedilmesine ilişkin "Aklım almıyor. Ben böyle bir sonucu hazmedemiyorum" dedi. Aksu, 6.5 yıldır iktidardayız. Her iktidarın bir yıpranma sorunu vardır. Buna bir de küresel krizin etkilerini eklerseniz manzara daha da netleşir" dedi. Millet bize bir mesaj verdi, biz de bu mesajı aldık” dedi. (Ankara/EVRENSEL)
AB diplomatları: AKP yıprandı

Türkiye’de heyecan yaratan yerel seçimler, Ankara’daki AB çevrelerince çok yakından izlendi. ANKA’ya seçim sonuçlarını yorumlayan üst düzey bir AB diplomatı, “Bunlar çok iyi sonuçlar. Türkiye çoğulcu bir toplum, tek parti rejimi değil” dedi. Diplomat şunları söyledi: “Güneydoğu’daki sonucu da iyidir. Toplumun çeşitli kesimleri, kendi çıkarlarını temsil ettiklerini düşündükleri adaylar için oy kullandı. Türkiye, tek düşünce toplumu değil. Türkiye sağlam bir toplum.” Seçime ilişkin değerlendirmelerinde AB diplomatlarının üzerinde durduğu bir noktayı da, AKP’nin, iktidarda 7 yıl kalmasına rağmen elde ettiği yüksek oy oranı oluşturuyor. Diplomatlar, “Hangi ülkede o kadar uzun bir süre iktidarda olan bir parti, o kadar güçlü kalabildi? Yıprandı biraz ama 7 yıldan sonra seçmenler hâlâ büyük destek veriyor” dediler. AB çevrelerinde de yerel seçimlerin sonuçlarının, iktidardaki AKP ile muhalefet partileri ve toplumun diğer temsilcileri arasında diyalog ve iş birliği olması gereğine işaret ettiği yorumları da yapılıyor. Bu bağlamda AKP’nin, seçim sonrası muhalefet ile yoğun bir diyalog ve iş birliğine girerek, uzun bir süreden beri gündemde olan reformları gerçekleştirmek için çaba göstermesi gerektiği düşünülüyor. (Ankara/ANKA)

Varoş AKP’nin tekelinde değilmiş

CHP Seçim Koordinasyon Merkezi önünde curcuna var. İl Başkanı Gürsel Tekin, açılan sandıklardan ilk sonuçları öğreniyor. Cep telefonuyla Tekin’i arayan müşahitler, AKP’nin önceki seçimde tulum çıkardığı Karagümrük, Bağcılar ve Ümraniye gibi muhafazakâr mahallelerde CHP’nin açık ara önde olduğunu haber veriyor. Bu habere Tekin bile şaşırıyor. Biraz duralayıp “Şaka mı bu” diyor.
Aynı soruyu, AKP’lilerin de birbirlerine yöneltmiş olma ihtimali yüksek. Neden mi?AKP ve İslam eğilimli partilerin İstanbul’u ‘fethi’ yaklaşık üç dönem önce Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) elindeki varoşları bir bir koparıp almalarıyla başlamıştı.
İstanbul, önceki gün seçim sandığına giderken, akıllarda 2004 yılındaki genel seçim sonuçları vardı. Ama tablo 2009 seçimlerinde değişti. CHP belediye başkanlığında 2004 yılında yüzde 28.92 olan oy oranını yüzde 36.90’a yükseltti. AKP’nin ise 2004’te yüzde 45.32 olan oy oranı yüzde 44.2 de kaldı.

Mahallenin solcu abisi
İl Genel Meclisi oranlarında ise CHP’nin 2004’teki oy oranı 26.99’du. 2009 yerel seçimlerinde CHP’nin İl Genel Meclisi oy oranı yüzde 33.75’e yükseldi. AKP’nin 2004’te yüzde 45.16’lık oyu yüzde 40.19’a geriledi.
CHP için değişim yolunda ilk adım, iki yıl önce Gürsel Tekin’in il başkanı olmasıyla atıldı. Tekin, Karslı Kürt bir ailenin çocuğu. Ailesiyle Kürtçe konuşuyor. Mahallesinin ‘solcu ağabeylerini’ andırıyor. Mahalleleri tanıyor.
Girişken ve iddialı...
Kemal Kılıçdaroğlu, varoşların tamamına yakını AKP’ye oy veren; partisinin yalnızca Kadıköy, Beşiktaş, Avcılar ve Bakırköy’le yetindiği İstanbul’da başkanlığa aday oldu.

CHP’lilerin dönüşü
Yola çıkarken hedefini “En az yüzde 40” diye açıkladı. CHP’nin pek uğramadığı semtlerde ve varoşlarda halkın karşısına çıktı. Küçükçekmece’de, Bayrampaşa’da, Bağcılar’da, Ümraniye’de ve Sultanbeyli’de konuşması mitinge dönüştü. Kasımpaşa da bile konvoyla tur attı.Bildik bir CHP’li değildi. ‘Cumhuriyetin kazanımlarından’ çok yolsuzluklardan, ‘laik devletten’ çok değil ‘sosyal devletten’ bahsediyordu. ‘İkinci Ecevit’ diye anılıyordu.
Kılıçdaroğlu rüzgârı ilçelere de taşındı. Adalar’da eski kaymakam Mustafa Farsakoğlu, CHP’li İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın Ermeniliğe hakaret ettiği günlerde, Ermeni kökenli meclis üyesi Raffi A. Hermonn’la karşısına çıktığı seçmenden onay aldı. Maltepe çok kritikti.
MHP’nin başvuruyu zamanında yapamayarak Maltepe’de seçime girememesi CHP’li Doktor Mustafa Zengin’in oylarını artırmasını sağladı.

Sarıyer’de sürpriz
Sarıyer’de AKP’li Başkan Yusuf Tülün’ün karşısına da CHP güçlü bir aday olan Şükrü Genç ile çıktı. Yıllardır sağ partilerin yönettiği Sarıyer’de ipi CHP’nin göğüslemesi sürpriz oldu.
Ataşehir, bir başka ilginç örnek... Kadıköy’den ayrılarak kurulan bu yeni ilçe, AKP’nin muhalif beldeleri bölüp kazanmasına örnek gösteriliyordu. Eğer öyleyse, CHP’nin Battal İlgezdi ile kazandığı Ataşehir, AKP’yi çok yanılttı.
Bir de kentin öte yakası vardı: CHP’nin kalesi sayılan Trakya’nın hinterlandındaki ilçeler Çatalca, Silivri ve Büyükçekmece’de de CHP kazandı. Bu üç ilçeden Silivri, ANAP’lı; Çatalca, AKP’liydi. ANAP’tan transfer edilen Büyükçekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün yeniden kazandı.

Dört ilçe son anda kaçtı
Bir de baş başa gidilip son anda kaçırılan ilçeler vardı. Örneğin Beyoğlu’nda, Karadenizli seçmenin taşıdığı AKP’nin karşısına Giresunlu gazeteci Mustafa Dolu, küçük farkla kaybetti. Cemil Ekşi, Tuzla’da; Vecdet Öz, Beylikdüzü’nde; Mevlüt Kaban, Başakşehir’de; Hüseyin Avni Sipahi aynı akıbeti yaşadı.

Bayrampaşa’da CHP?farkı
CHP kazanma başarısı gösteremediği varoşlardaysa büyük bir oy artışı gösterdi. AKP’nin 2004 yılında yüzde 50’nin üzerinde oy aldığı Bayrampaşa’da oyunu yüzde 23, Zeytinburnu ve Kâğıthane’de yüzde 13’er, Küçükçekmece’de yüzde 9, Güngören’de yüzde 10 ve Eyüp’te yüzde 7 artırdı.
Kemal Kılıçdaroğlu, yola çıkarken açıkladığı ‘En az yüzde 4’ düzeyini küçük bir sapmayla yakalamış oldu. Ve 2004 ile 2007 yıllarına oranla CHP oyunu en az yüzde 13 artırdı, Kılıçdaroğlu AKP’li Kadir Topbaş’a yüzde 7 farkla kaybetti.
CHP, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim akşamı belirttiği gibi, varoşları AKP’den geri alma yeteneğini ve niyetini ortaya koydu.

30 Mart 2009 Pazartesi

Bush yönetimine işkenceden dava açılıyor

Şili diktatörü Augusto Pinochet’nin tutuklanmasında da rol oynayan İspanya Yüksek Mahkeme Yargıcı Baltasar Garzon’un, ABD’nin eski başkanı George W. Bush döneminde yönetimde bulunan bazı isimler hakkında, Guantanamo Üssü’ndeki esir kampında işkenceye izin verdikleri suçlamasıyla soruşturma açmaya hazırlanıyor.

Bir grup İspanyol avukatın ABD’li ve Avrupalı uzmanların yardımıyla hazırladığı şikayet dosyası, İspanya merkezli insan hakları örgütü “Mahkûmların Onuru Birliği” tarafından mahkemeye sunuldu. İnsan hakları ihlallerine yönelik davalardaki başarısıyla ve Guantanamo’daki işkencelere yönelik açıklamalarıyla tanınan Garzon’un dosyayı kabul etmesinin, dava açılması ihtimalini arttırdığı belirtiliyor.

98 sayfalık şikâyet dosyasında, Bush yönetiminin Cenevre Anlaşması’nı ve 1984 tarihli İşkence Karşıtı Sözleşme’yi ihlal ettiği belirtiliyor. ABD ve İspanya’nın da imzaladığı anlaşmalar, taraf ülkelerin diğer taraf ülkelerdeki işkence iddialarını soruşturmasına olanak sağlıyor.

Dava açılması halinde Bush yönetimi yetkililerinin ABD’nin Küba’daki Guantanamo Üssü’nde 11 Eylül saldırıları sonrasında açılan esir kampında, “işkencelere yasal çerçeve hazırlamaktan ve savaş suçundan” yargılanacağı belirtiliyor. Yetkililer arasında Gonzales’in yanı sıra eski Adalet Bakanlığı avukatı John C. Yoo ile Savunma Bakanlığı yardımcılarından Douglas J. Feith de bulunuyor.

Çeşitli insan hakları örgütleri, Bush’un görevi devretmesine az bir süre kala yargılanması yönünde taleplerde bulunmuştu, ancak bu taleplerin hiçbiri dava açılması için yeterli olmamıştı. Diktatör Pinochet hakkında 1998 yılında aldığı tutuklama kararıyla uluslararası alanda adını duyuran İspanyol yargıç Garzon, Arjantin’de iç savaş döneminde kaybolan İspanyollarla ilgili olarak da bazı Arjantinli askeri yetkililer hakkında soruşturma kararı almıştı.



ANF / 30.03.09

Seçime kan bulaştı: 5 ölü

Şanlıurfa, Diyarbakır, Van, Batman, Kayseri, Kars ve Afyonkarahisar'da seçim nedeniyle çıkan kavgalarda 5 kişi öldü, onlarca kişi yaralandı.

Şanlıurfa'nın Bezirci köyünde akraba olan iki muhtar adayının yakınları arasında sabah saatlerinde oy verme işlemi sırasında tartışma çıktı.

Tartışmanın silah, taş ve sopaların kullanıldığı kavgaya dönüşmesi sonucu Müslüm Babacan hayatını kaybetti. Kavgada 27 kişi de yaralandı.

Suruç ve Akçakale ilçelerinde çıkan kavgalarda da 20 kişi yaralandı.

LİCE'DE İKİ AYRI KAVGA

Diyarbakır'ın Lice ilçesinde muhtar adayları ve yakınları arasında çıkan kavgalarda 1 kişi hayatı kaybetti, 10 kişi yaralandı.

İki grup arasındaki silahlı kavgada Rabia Aslan, Musa Aslan, Turan Yalçın, Figen Yalçın, Hasan Yalçın, Halil Yalçın, Abdullah Yakın, Filit Yalçın, Ramazan Yalçın ve Mehmet Şirin yaralandı. Lice Devlet Hastanesinde tedavi altına alınan yaralılardan durumu ağır olan Rabia Aslan, Musa Aslan ve Figen Yalçın, Diyarbakır Devlet hastanesine sevk edildi. Silahlı kavgada Adnan Yalçın ölmüştü.

KAĞIZMAN'DA 1 ÖLÜ

Kars'ın Kağızman ilçesine bağlı Karabağ köyünde muhtar adayı Zeki Demir ile bir grup arasında seçimden dolayı tartışma çıktı.

Tartışmanın büyümesi üzerine çıkan silahlı kavgada, muhtar adayı Zeki Demir, Ferzende Karabulut ve Mehmet Aras yaralandı. Hastaneye kaldırılan yaralılardan Zeki Demir yaşamını yitirdi.

VAN ERÇEK'TE DE KAN DÖKÜLDÜ

Van merkeze bağlı Erçek beldesindeki kavgada ilk belirlemelere göre 1 kişi öldü, 5 kişi yaralandı.

KAYSERİ'DE İKİ GRUP KAVGA ETTİ: 1 ÖLÜ

Kayseri'nin İncesu ilçesinde oy kullanmaya giden iki grup arasında çıkan kavgada 1 kişi öldü, 1 kişi yaralandı.

İlçeye bağlı Örenşehir mahallesinde oy kullanmak için Örenşehir İlköğretim Okulu'na giden iki grup arasında tartışma çıktı. Daha önceden aralarında husumet bulunduğu öğrenilen iki grubun okul bahçesinde başlayan tartışması, kavgaya dönüşerek okul dışına taştı.

Kavgada, Ferit Ö. yanında bulunan tabanca ile Saim Taşdemir'i vurdu. İncesu Devlet Hastanesine kaldırılmak istenen Taşdemir, yolda hayatını kaybetti.

Arbede sırasında bıçakla yaralanan Ferit Ö.'nün kardeşi Mehmet Ö. de Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesinde tedavi altına alındı. Jandarma ekiplerinin cinayet zanlısı Ferit Ö. ile ismi henüz belirlenemeyen bir kişiyi daha gözaltına aldığı, olayla ilgili soruşturma başlatıldığı bildirildi.

KÖY MEYDANINDA DÜELLO

Iğdır'da merkeze bağlı Yüzbaşılar köyünde muhtar adayı Mahmut Uçrak'ı destekleyen Uçrak ailesinden bir grup ile diğer muhtar adayı İsa Aktaş'ı destekleyen Aktaş ailesinden bir grup köy meydanında karşılaştı.

Bu sırada başlayan sözlü tartışma kısa sürede kavgaya dönüştü. Taşlı, sopalı kavgada aynı Uçrak ailesinden 3 kişi yaralandı.

ÖZALP'TE ÜÇ KİŞİ YARALANDI

Van'ın Özalp ilçesine bağlı Dibekli köyünde muhtarlık seçimi nedeniyle, İnan ve Erdemli aileleri arasında başlayan tartışma, taşlı sopalı kavgaya dönüştü.

Kavgada, Cumali Erdemli, Feyyat Erdemli ve Şefik İnan, taş ve sopayla yaralandı.

KAVGAYI AYIRAN ASKER KOLUNDAN VURULDU

Afyonkarahisar'ın Çobanlar ilçesine bağlı Göynük köyünde muhtar adayları Ali Şenol ve Bayram Çivril ile kardeşleri arasında oy verme yüzünden çıkan tartışma silahlı kavgaya dönüştü.

Yaralanan 6 kişi Afyonkarahisar'ın değişik hastanelerinde tedavi altına alındı.

Bu arada, kavgayı ayırmaya çalışan bir Jandarma Uzman Çavuş da sol kolundan silahla yaralandı.

Kavga nedeniyle oy verme işlemine bir süre ara verildi.

AĞRI PATNOS'TA 1 YARALI

Ağrı'nın Patnos ilçesi Dedeli beldesinde Ak Parti ile Demokrat Parti (DP) üyeleri arasında çıkan kavgada 1 kişi yaralandı.

Dedeli Beldesi Ak Parti Belde Belediye Başkan Adayı Naim Durak ile DP Belde Belediye Başkan Adayı Ekrem Geçer'in taraftarları arasında tartışma çıktı.

Tartışmanın kavgaya dönüşmesi üzerine Naim Durak'ın yeğeni olduğu öğrenilen Adem Durak (16), sırtından bıçakla yaralandı. Yaralının, Patnos Devlet Hastanesi'ndeki ilk müdahalesinin ardından Ağrı Devlet Hastanesi'ne sevk edildiği belirtildi.

Jandarma tarafından takviye ekip gönderilen beldede geniş güvenlik önlemi alındığı bildirildi.

OY PUSULASININ FOTOĞRAFINI ÇEKİYORDU

Aydın'ın Nazilli ilçesinde, kendi kullandığı oy pusulasının fotoğrafını cep telefonu ile çeken kişi, polis tarafından gözaltına alındı.

Nazilli Fatih İlköğretim Okulunda oy kullanan bir kişinin, oy pusulasının fotoğrafını, cep telefonuyla çektiği tespit edildi. Olay yerine gelen polis tarafından gözaltına alınan kişi hakkında işlem yapılacağı bildirildi.

Nazilli ilçe Emniyet Müdürlüğüne bağlı ekiplerin, ilçenin değişik bölgelerinde bulunan okullarda oy kullanmaya gelen ve haklarında adli makamlarca yakalama emri bulunan toplam 14 kişiyi sandık başında oylarını kullandıktan sonra yakaladıkları bildirildi.

NTV-MSNBC / 29.03.09

Yılmaz Güney ve Apo’lu cep mesajına 25 gün hapis

Ağrı’nın Doğubayazıt İlçesi'nde bir arkadaşına cep telefonundan ‘Kavgayı Yılmaz Güney’den, başkaldırmayı Abdullah Öcalan’dan öğrendim’ diye mesaj atan 31 yaşındaki Alattin K. 25 gün hapis cezasına çarptırıldı

Doğubayazıt Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri bir ihbar üzerine 16 Şubat 2008 günü ilçede esnaflık yapan 3 çocuk babası Alaattin K’nin ev ve iş yerinde arama yaptı. Yapılan aramaların ardından Alattin K.’nin kendisine ait cep telefonundan arkadaşı A.B.’nin telefonuna, ‘Kavgayı Yılmaz Güney’den, başkaldırmayı Abdullah Öcalan’dan öğrendim, dostluğu ise senden gördüm’ diye mesaj gönderdiği belirlendi. Hakkında TCK’nın 215’inci maddesi uyarınca 2 yıl hapis istemiyle dava açılan ve Erzurum İkinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde tutuksuz yargılanan Alattin K., suçlamayı kabul etmedi.

Mahkeme heyeti, ‘suçu ve suçluyu övmek’ suçundan bir ay hapisle cezalandırdığı Alattin K.’nin cezasını sabıkasız oluşu nedeniyle 25 güne indirdi. Ceza 5 yıl süreyle ertelendi.

Radik

DTP Güneydoğu’da ezdi geçti

Güneydoğu’daki sonuçlar, iktidar partisi AKP’nin ‘Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olduğunu’ gösterdi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın partisine verdiği “Mutlaka alın” talimatı Diyarbakır’da ters teperken, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in seçim bölgesi Van ile Başbakan Erdoğan’ın ilk milletvekili seçildiği Siirt’de AKP başkanlığı DTP’ye kaptırdı.

Diyarbakır’da 2004 yerel seçimlerine yüzde 58.3 oy alan Osman Baydemir, “Hizmet siyaseti değil, kimlik siyaseti yapıyor” eleştirilerine karşın o oranını yüzde 65’in üzerine taşıyarak deyim yerindeyse DTP’nin oy patlaması yapmasını sağladı.

Erdoğan DTP’nin “Diyarbakır kalemizdir” söylemini, “Bunların demokrasi anlayışları saltanattan farksız. Kendi partilerinde saltanat sürdükleri yetmezmiş gibi, şehirlerimizi de payitaht gibi görüyorlar” diye eleştirmişti. AKP’nin Diyarbakır’a bütün hatlarıyla yüklenmesi de, TRT Şeş ile gerçekleştirdiği Kürtçe açılımı da, seçime beş kala Botaş kuyularında yapılan kazılar da, dağıtılan makarnalar, beyaz eşyalar, nakdi yardımlar da oy olarak dönmedi. DTP’lilerin seçim sonuçları kısmen belli olduktan sonra yaptıkları açıklamalar da AKP’nin Kürt politikasının yenilgisi üzerineydi. Bir DTP’li, “Halk makarna siyasetine dur dedi. Kürtler, bu seçimi referanduma dönüştürerek birlik duygusuyla hareket etti” dedi.

Diyarbakır’da DTP’nin zaferi büyükşehir belediyesi ile de sınırlı olmadı. Örneğin DTP geleneğinin yıllardır alamadığı Kulp ilçesini AKP’nin elinden almayı başardı. AKP adayı Kutbettin Arzu’nun seçimleri kaybetmek dışında aldığı diğer büyük darbe de ailesinin yaşadığı ilçe olan Çınar’da DTP’nin zaferini ilan etmesiydi. DTP Diyarbakır’ın 17 ilçesinden 13’ünü de kazanarak AKP’yi bölgeden sildi. AKP sadece Hazro ilçesini aldı.

Van ve Siirt’te de DTP

DTP 2004 seçimlerinde belediye başkanlığını aldığı Diyarbakır, Batman, Tunceli, Hakkâri ve Şırnak’ı korurken, Van’da Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Bekir Kaya, en yakın rakibi AKP’ye yüzde 15’e oranda fark attı. Bakan Çelik’in seçim bölgesi olan Van’da Çelik’in bizzat yürüttüğü seçim kampanyasına rağmen AKP’nin kaybetmesi bölgede uygulanan hükümet politikasının onaylanmadığına dair önemli bir işaret olarak değerlendirildi.

Siirt’te ise eski DEP milletvekillerinden Selim Sadak’ı aday göstererek seçim yarışına hayli iddialı giren DTP, kıran kırana bir yarışla bu ili de AKP’nin elinden almayı başardı. Siirt’in DTP’ye kaptırılması, AKP açısından sadece Başbakan Erdoğan’ın ilk milletvekili seçildiği il olması yönünden değil, aynı zamanda Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın memleketi olması itibarıyla da önemli. Iğdır’da MHP’de bulunan belediyeyi de DTP aldı. DTP il sayısını beşten sekize, ilçe sayısını 32’den 58’e çıkardı.

Radikal / 30.03.09

Tunceli'de 'beyaz eşya' AKP'ye kazandıramadı

Tunceli'de 'beyaz eşya' yardımı AKP'nin oylarını arttırdı. Ancak AKP Tunceli'de DTP ve bağımsız adaya geçildi.

Yerel seçimlere damgasını vuran Tunceli’de dağıtılan “beyaz eşya" iktidar partisi AKP’ye oy bazında beklenen primi yapmadı.

Beyaz eşya dağıtımının oy kazandıracağı iddia edilen AKP, 2004 seçimlerine göre, Tunceli’de oylarını sadece 3.5 2007 seçimlerine göre 7.5 puan artırmış görünüyor.
Resmi olmayan sonuçlara göre, Tunceli’de DTP adayı Edibe Şahin seçimi yüzde 32.7 oy oranıyla önde götürürken, DTP’ye en yakın rakip ise bağımsız aday.

Bağımsız aday yüzde 23.9, AKP ise yüzde 20.5 oy oranında bulunuyor. 2004 yerel seçimlerinde yüzde 16.93, 2007 seçimlerinde yüzde 12.49 oranında oy alan AKP, resmi olmayan sonuçlara göre oylarını 2004’e göre 3.5, 2007’ye göre de 7.5 puan artırmış görünüyor. Tunceli’de iddiası bulunmayan CHP’nin oy oranı ise yüzde 15.9 oranında seyrediyor.

Seçim öncesi Tunceli Valiliği tarafından sosyal yardımlaşma fonu aracılığıyla il genelinde dağıtılan beyaz eşya büyük tartışma yaratmıştı. Yüksek Seçim Kurulu’nun gündemine gelen ve tartışma yaratan beyaz eşya dağıtımının seçimlerde AKP’ye yarayacağı muhalefet tarafından iddia edilmişti. Ayrıca, İl Genel Meclisi deposunda AKP afişlerinin bulunması da beyaz eşya dağıtımının ile birlikte tartışmaya yeni boyut kazandırmıştı.

Anka / 30.03.09

Korucular neyi korur?

Koruculuk sistemi nicedir meyvelerini veriyor.
Güneydoğu’da işlenen hemen her suçun ardında korucuların gölgesi var.
Sözgelimi geçtiğimiz yılın sonlarında Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu faaliyette olduğu 11 yıl içinde büroya yapılan başvuru sayısını açıkladı: 294. Bunun 71’i tecavüz başvurusu. İki kadın tecavüze uğradıktan sonra intihar etti, bir kadın işkence sonucu öldürüldü, 14 yaşındaki bir kız çocuğu tecavüze uğradıktan sonra akrabaları tarafından ‘namus’ gerekçesiyle öldürüldü.
Aktivistler, faillerin polis, jandarma, asker, infaz koruma memuru, itirafçı, adli tutuklu, belediye başkanı, korucu olduğunu söyledi.
AKP’nin Kürt sorununun çözümü adına yıllardır üretebildiği de bölgeyi koruculara emanet etmekten ibaret. Korucularla bölgeyi ıslah etmenin yollarını arıyorlar hâlâ.
Hükümet geçen yıl Tunceli’de 1400 korucu kadrosu açarak bu konudaki azmini bir kez daha kanıtlamıştı. Kentte sivil toplum örgütleri ve kimi siyasi gruplar bir araya gelerek bu uygulamayı protesto etmişlerdi. Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Yaşar Kaya, bu konuda feryat ediyordu: “Dersim, son 30 yıldır on binlerce asker ve polis tarafından adeta zulüm altında tutuluyor. Yaz aylarında Bolu ve Isparta Komando Tugayları’ndan onbinlerce asker ile takviye edilerek adeta tam bir askeri bölge haline çevrilmiştir. Dersim adeta bir toplama kampına çevrilmişken aç ve çaresiz bırakılan Dersim halkına koruculuk dayatılmaktadır.”
Mayınlanarak tarım yapılamaz hale getirilmiş, yayla yasağıyla hayvancılığın beli kırılmış topraklarda daha çok, daha çok korucuyla terbiye edilmesi garanti altına alınmış bir halk.
İşte AKP’nin güneydoğu kalkınma projesi.
Kürt sorununun en yakıcı açıklıkla görüldüğü resim, boşaltılmış köylerinkidir.
Siz hiç yakılmış, boşaltılmış köy gördünüz mü? Sise bürünmüş bir dağ köyünün yanmış çatılarını, uğultulu sessizliğini, yaslı meydanını ziyaret ettiniz mi hiç? Aceleyle boşaltılmış evlerin kırık camlarından görünen birkaç yetim eşyanın içinize verdiği ürküntüyle başa çıkmak zorunda kaldınız mı? Bana savaşın vahşetini en derinden hissettiren resimler, yaralı, sakat çocuklar ve boşaltılmış köylerdir. Yerinden yurdundan edilmiş binlerce insan, memleketin çeşitli şehirlerini keder ile hasretten bir çemberle çevirdiler. On yılı çoktan geçti. Büyük şehirlerin çöplüklerine yakın sel yataklarına çattıkları sığınaklarda yaşadıkça, sıla, rüyalarında bile silik soluk bir renge büründü. Savaşın tükürüp attığı, kaydı olmayan, eğreti yurtsuzlar, yokluk ve acıdan sessizce kırıldılar. Onlar ne şehit ne gazi ne de insandı. Onlar doğup büyüdükleri, atalarını gömmüş oldukları yurtlarından dipçiklenip atıldığında; sırtlarında denkleri ve bebeleriyle dağ başında yurtsuz ve kimsesiz kaldığında, ağza alınmayan suçtular. Köylerinin jandarma tarafından yakılıp yıkıldığını, hayatlarının gasp edildiğini yazmak yasaktı. Onların ve köylerinin varlığı birlik ve beraberlik duygusu içinde inkâr edildi. Onlar hiç yaşamamış, taş taş üstüne bir hayat kurmamış gibi evlerinden, köylerinden, bu toplumun belleğinden silinip atıldılar. Bir süre önce köylerine dönmeleri için Devlet icazet verdi. Ama kaçı döndü, dönebildi; döndüğünde köyünü, evini, tarlasını bulabildi, bir muamma.
Onlar, korucu olmayı reddettikleri için öldürüldüler. Sağ kalanları göçe, açlığa mahkûm edildi. Korucuların topluca öldürdüğü ailelerin dökümünü çıkarmakla geçti onca yılımız. Hikâyeler, artık o topraklar kadar eski ve okunaksız. Binlerce kişinin kırık dökük bir dille, yılmadan, bıkıp usanmadan anlattığı hikayeler hep aynı.
Kim bu korucular?
Koruculuk sistemi, 27 Eylül 1986 yılında devreye sokuldu. Şimdi kulağımızda acı bir alay gibi patlayan kanun maddesi, “Köy sınırı içinde herkesin ırzını, canını ve malını korumak için köy korucuları bulundurulur” diyor. 1996 yılında ‘Hizmete Özel’ İçişleri Bakanlığı belgeleri, her üç köy korucusundan birinin suç işlediğini gösteriyordu. Sadece 96 yılına kadar 23 bin 222 geçici köy korucusunun görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verilmişti. Yine 1996’da Başbakan Erbakan, MİT raporunu kaynak göstererek, Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor, diyordu.
Kız kaçırıp tecavüz ediyor, canlarını sıkanı orta yerde vurup PKK’lıydı diyor, zorbalıkla insanların topraklarını, evlerini, mallarını gasp edip, haraca bağlıyorlardı. Diyarbakır’dan 10 yaşında bir kız çocuğu dört ay boyunca bir korucunun tecavüzüne uğruyor, Silvan’da 12 yaşında bir kız korucularca kaçırılıyor, ailesiyle pazarlık sürdürülüyordu. Batman’da 19 yaşındaki kızı kaçıran üç korucu defalarca tecavüz ediyor, hamile kalan kızın bebeği sessizce Çocuk Esirgeme Kurumu’na veriliyordu. Tecavüzcü korucular, yörenin güvenlik kuvvetlerinin adeta desteğiyle mağdur ailelere gözdağı veriyor, birçok olayın örtbas edilmesini sağlıyor, ‘kirlenmiş’ kızların intiharına neden oluyordu. Silah kaçakçılığı onların elindeydi. Eroinden yüklüce bir rant elde edip palazlandıkça kendilerini maşa olarak kullanan devlete ödetecekleri bedel kabarıyordu. Daha 96 yılında Fatih Altaylı’nın bir programına çıkan Cizre’nin Belediye Başkanı Kamil Atak koruculuğun kaldırılmasına şiddetle karşı çıkıyor, “Silahlarımız elimizden alınırsa o zaman bize silahı nereden verirlerse biz de orada oluruz” diyordu.
2000 yılında Devlet, nüfusu 92 bini bulan korucuları tasfiye etmeye başladı. Yaşı 45’i aşanlar emekli edildi. Koruculuk dünyasının yıldızlarından Jirki aşiretinin lideri Tahir Adıyaman, bir savcıyı öldürmekten idam istemiyle yargılanıyordu ve hakkında tutuklama kararı vardı. Adıyaman, PKK’ya karşı savaşma teklifini, aşiretine mensup 336 aranan cinayet sanığı bulunduğu için kabul etmişti. Kan davası ve arazi kavgası nedeniyle işlenen bu cinayetlerin affedilmesini isteyen Adıyaman’ın askeri yetkililerle yaptığı görüşmenin çevirmenliğini aşiretin tek Türkçe bilen, kendisi de cinayet sanığı üyesi, Cemil Öter yapmıştı. Anlaşmaya varıldı. Cemil Öter dört yıl yatıp çıktı. Korucu oldu. Servet edindi.
Oysa vakti gelince nasılsa tasfiye edilirler, diye düşünülmüştü. Kilitlenmiş savaşı onlar çözecekti. Geçici korucu sistemi dahiyane bir savaş stratejisiydi. Ama besbelli işlerine son verilmesi PKK’ya karşı beslenen Hizbullah’ın
emekliye ayrılması kadar kolay olmayacaktı. Olmuyor da işte.
Şimdi şanlı korucu Cizreli Kamo’nun (Kamil Atak) yörede herkesçe bilinen marifetleri hepimize ayrıntılandırılıyor. Onun kazdığı çukurlardan cesetler çıkarılıyor.
Bir tanığın Cumhuriyet Başsavcılığı’na yıllar sonra verdiği ifade şöyle: “Kamil Atak 1990’lı yıllarda PKK’ya yardım ettiği iddia edilen kişileri alıyor ve Hizbullah’a teslim ediyordu. Hizbullah da bu kişileri eğitim amaçlı olarak kullandıkları ve 1991’de boşaltılan Kuştepe Köyü’nde sorguladıktan sonra öldürüyordu.”
Bir gün uzun uzun şanını borçlu olduğu etkinliklerinin dökümünü çıkarmamız gereken kıdemli Albay Cemal Temizöz de Kamo’yla işbirliği ön plana çıkarılarak tutuklandı.
Korucu çetesinin yönlendiricisi, onları katliamlara kışkırtan kişi olarak.
Şimdi oturup bu koruculuk meselesini iyice bir düşünmemiz gerekiyor.
Savaşın çözümsüzlük düğümü bu örgütlenmede atılmış çünkü.
İnsanları korucu olmaya kışkırtmanın, olmayanı düşman ilan edip yurdundan sürmenin vahşeti hazmedilemez çünkü.
Koruculuk sistemi, bu toplumun vicdan kütüğünde ağır bir çentik olarak kalacaktır. İnsanları böyle bir ahlâki sınava tabi tutmanın ne mene korkunç bir zulüm olduğunu herkes bilir. Bir yeriyle bilir. Mümessil seçilmiştir. Çavuş olmuştur. Kardeşini ihbar etmeye zorlanmıştır. Muhbir vatandaşlık, itirafçı kahramanlık, kardeş katilliği devlet eliyle teşvik edildiğinde; ihanet meşrulaştığında, insan coğrafyası bir daha uzun süre temizlenmeyesiye kirlenir. İnsanları birbirine kırdırarak terbiye etmenin vahşi üslubuyla kazanılan zafer üstüne hayat kurulamaz.

‘Eşit işe eşit ücret istiyoruz!’

Aynı işi yapan kadın ve erkekler arasındaki ücret eşitsizliğine dikkat çekmeyi amaçlayan ‘Eşit Ücret Günü’ kapsamındaki ‘Kırmızı Cüzdan Kampanyası’ Türkiye’de dün ilk kez kutlandı. Kadınlar, aynı değerdeki iş için toplumsal cinsiyete dayalı nedenlerle kendilerini dezavantajlı duruma sokan eşitliksiz ücretlendirilmeyi protesto etti. Avrupa ve ABD’de ‘Equal Pay Day’ adıyla kutlanan bu gün, 15 Nisan’da Türkiye’nin de katılımıyla dünya genelinde kutlanacak. Kırmızı cüzdanla sembolize edilen ‘eşit işe eşit ücret’ talebi kapsamındaki etkinlikler 15 Nisan’a kadar sürecek.

Neden 28 Mart ?
Kampanya tarihi, kadın ve erkek arasındaki ücret eşitsizliğini ortaya koyan hesaplama sonucuyla belirleniyor. Hesaplama; bir kadının, bir erkeğin yıl boyu kazandığı ücreti kazanabilmesi için bir sonraki senede hangi tarihe kadar çalışması gerektiği esasına dayanıyor. Türkiye’ye ilişkin olarak yapılan hesaplamalar sonucunda bir erkeğin 365 günde kazandığı ücret için bir kadının 87 gün daha fazla çalışması gerektiği ortaya çıkmış. Bu nedenle ‘Kırmızı Cüzdan Kampanyası’nın Türkiye’deki başlangıç tarihi 28 Mart olarak belirlenmiş. Bu belirlemede, ulusal çapta toplumsal cinsiyete duyarlı ve ücret eşitsizliklerini ortaya koyan veriler bulunmadığından TÜSİAD’ın 2000 yılında hazırladığı ‘Kadın-Erkek Eşitliğine Doğru Yürüyüş: Eğitim, Çalışma Yaşamı ve Siyaset’ isimli raporu baz alınmış.
Kırmızı Cüzdan Kampanyası başlangıcı Avrupa’da farklı tarihlere denk geliyor. Kadınlar erkeklerle aynı ücreti alabilmek için İsviçre’de 69 gün, Almanya’da 79 gün, Avusturya 106 gün daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Bu nedenle kampanyanın başlangıç tarihi İsviçre’de 10 Mart, Almanya’da 20 Mart, Avusturya’da’ysa 16 Nisan olarak belirlenmiş.
Kırmızı Cüzdan Kampanyası’nın Türkiye’deki organizatörlerinden ve BPW Avrupa Koordinasyonu Komitesi Üyesi Arzu Özyol, tanımın uluslararası literatürde de artık kabul edildiğini, ücret eşitsizliğinin nedenlerininse oldukça karmaşık olduğunu söylüyor. “Ücretlerdeki bu eşitsizlik yaş, posizyon, eğitim düzeyi, deneyim gibi bazı nedenlerden kaynaklanabildiği gibi uzmanlık dalı, çalışma koşulları ve iş sözleşmelerine bağlı olarak da ortaya çıkabililiyor” diyen Özyol, en yeni tarihli Eurostat verilerine gore 27 AB üyesindeki cinsiyete dayalı ücret eşitsizliğinin yüzde 17,4 oranında olduğunu söylüyor. Türkiye’de bu konuda yeterli verinin olmadığını söyleyen Özyol, diğer ülkelerde eskiye oranla iyileşme olduğunu açıklıyor. “Örneğin bir önceki yıla göre bu konuda ilerleme kaydeden Almanya, ‘Eşit Ücret Günü Kırmızı Cüzdan Kampanyası’nı geçen yıl 15 Nisan’da başlatmışken bu yıl 20 Mart’a çekti” diyor.
Özyol’un açıklamasına göre, Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı 1950’lerden beri düşüyor. Gerçi bu erkekler için de geçerli bir durum ama kadınların sahip olduğu oran şaşırtıcı. 1955 senesinde çalışabilir kadın nüfusunun yüzde 72’si istihdam edilirken, bu oran bugün yüzde 24,3. Kentlerde kadınların işgücüne katılımıysa Türkiye ortalamasının altında.
İlk kez 1988’de ABD’de kutlanan ‘Kırmızı Cüzdan Kampanyası’ Türkiye’de ilk kez bu sene kutlanıyor.

29 Mart 2009 Pazar

FAŞİST ÇETE BAŞI MUHSİN YAZICIOĞLU BİRDEN BADEM GÖZLÜ OLDU

Faşist Türk İslam sentezcisi ve sivil faşist çete örgütlenmesinin liderlerinden olan ve devlet için her işi yapmaktan beis görmeyen, binlerce devrimci ve emekçinin katledilmesinin mimarlarından olan, Maraş, Çorum, Sivas katliamları , üniversitelerde yaşanan katliam yüklü saldırıların ve kahve taramalarının örgütleyicisi dahası devrimci halk hareketine karşı ABD emperyalizmi ve CİA’nın ve faşist diktatörlüğün vurucu gücü olan sivil faşist hareketin önderlerinden olan bugünde faşist saldırgan ve halk düşmanlığına Türk İslam çizgisinde devam eden, Trabzon da çete örgütlenmesinin arkasında duran, üniversitelerde, sokaklarda emekçilere ve devrimcilere korku salmamya çalışan ve Hrank Dink’in katledilmesinin baş sorumluları arasında yer alan, devletin derinliklerinde kulaç atmaya devam BBP Genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beş arkadaşının helikopter kazasında ölmesi üzerine, başta devlet erkeni olmak üzere hemen tüm faşist sosyal-demokrat, dinci gerici parti ve kurumlar harekete geçerek, bu katliamcı faşist çete başı Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını övmeye, ne kadar demokrat, hümanist vb olduklarını söyleyerek, faşist çete başının yaptıklarını unutturmaya çalıştılar.
Devlet ve onun emir eri burjuva düzen partileri devrime karşı koç başı olarak kullanan Muhsin Yazıcıoğlu’na sahip çıkarak, Onun devlet için ne kadar önemli bir adam olduğunu ortaya koydular. Muhsin Yazıcıoğlu ve ekibi dün olduğu bugünde faşist halk düşmanı kimliğiyle, Kürt özgürlük hareketinin ve devrimci komünist hareketin mücadelesinin karşısında, devleti koruma ve kollamakla kendisini konumlandırmış ve devletin derinliklerinden desteklenen bir konumda duruyordu. Faşist katliamcı başı Yazıcıoğlu devleti savunma ve halka düşman olma konusunda dün neyse bugünde aynı konumda durmaktadır. BBP, Alperen Ocakları ile, MHP ve Ülkü Ocakları ile devleti savunmada , halka karşı zulüm ve korku saçmada büyük bir yarış içindedir. Devletçe korunup, desteklenen BBP, Alperen Ocakları devrimci kitle hareketine karşı koç başı olarak el altında tutulmaktadır. Faşist çete başı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazasında ölmesi üzerine burjuva düzen partileri ve devlet erkanının açıklamaları tamamıyla, yapılan katliam ve zulmü unutturma ve devleti, faşiit çete başı Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının elini temizleyerek Onları şirin gösterme amacını taşımaktadır. Devlet ve faşist gerici düzen partileri sivil faşist çete başı Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını temize çıkarmak ve unutturmak için cansiperhane çalışabilir, ama devrimciler, komünistler ve emekçiler yapılan katliamları ve cinayetleri asla unutmayacak ve unutturmayacaktır.

KIZILDERE SON DEĞİL KAVGA SÜRÜYOR

Dünyada yükselen ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi Türkiye’ye de etkisi altına almıştı. Özellikle 68’de Avrupa da gelen rüzgarla doruğuna çıkan gençliğin mücadelesinin görkemli yükselişi. İşçi sınıfının mücadelesi ve yasal örgütlenmesinin gelişmesi. DİSK’in ortaya çıkması, Buna paralel olarak yasadışı grev, fabrika işgali ve çeşitli eylemlerin boy göstermesi, kırsal alanda toprak işgalleri ve küçük üreticilerin taban fiyatlarını yükseltme amaçlı miting ve yürüyüşlerin yaygınlaşması..
Marksizm-Leninizm’in özellikle gençlik ve ileri bir kısım öncü işçi ve aydın arasında hızla yayılması DİSK, Fikir Kulüpleri Federasyon, Dev-Genç. Dev-Genç'in olağanüstü boyutlara ulaş örgütlenmesi ve etkisi... Anti-emperyalist ve anti-Amerikan kitle gösterilerinin yoğunlaşması. 6. Filo askerlerinin dövülüp atılmasının ardından polisin yurdunda Vedat Demircioğlu’nun döve döve öldürülmesi. MHP'li faşistlerin milislerin örgütlenerek devrimcilere -saldırıya başlaması... Vedat Demiroğlu, Taylan özgür, Battal Mehetoğlu ve Mehmet Cantekin ardı ardına öldürülmesi... Kanlı Pazar...Ve yasal bir protesto olarak başlayan, bir ayaklanma eğilimi içine giren şanlı 15-16 Haziran İşçi Direnişi... Büyük direnişin devlet ve reform-sendika yöneticilerinin işbirliğiyle kurulması.
Devrimcilere faşist saldırılara karşı savunma gereksinimiyle hızla silahlanlanmaya başlıyor. Buna, polisin keyfi ve tutumuna karşı tedbir almayı da eklemek gerek. Ancak silahlanmanın yalnızca bunlardan kaynaklandığını sanmak saflık olur..
Devrimciler bir yandan Latin Amerika Asya, pratiğinden etkilenirken diğer yandan ideolojik açıdan, modern revizyonizmin şiddet ve şiddete dayanan devrim fikrini reddetmesine duydukları tepkiyle silahlı mücadele fikrini savunup silahlanmaya yöneliyorlar. M. Suphi’den sonra Türkiye tarihinde 50 yıl sonra ilk olarak iktidarı ele geçirme düşüncesiyle harekete geçen devrimcilerin bunu, gül demetleriyle ya da egemen sınıfların bir kesimine çağrılarda bulunarak yapmaları beklenemezdi. İllegal örgütler ortaya çıkmaya başladı .
Aralık 1970de Mahir Çayan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi'ni bir süre sonra 4 Mart 1971de Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nu, ve ardında Nisan 1972’de İbrahim Kaypakkaya TKP-ML Hareketini oluşturuyordu. Bu örgütler büyük bir tutku ve inançla eylemlere başlıyorlar. Bankalar soyuluyor, işverenler kaçırılıyor, karakollar bombalanıyor, muhbirler cezalandırılıyor, polis ve Amerikan emperyalizmi bağlantılı hedefler silahlı saldırılara uğruyorlar,yani, devrim reform ayrışması artık pratikte yaşanıyordu.
Türkiye, tarihinde karşı karşıya kalmadığı düzeyde ağrı bir bunalımın içinde kıvranıyor. Bu noktadan sonra her şey "ilk"tir Türkiye'de... M.Suphi'nin girişimi bir yana iktidarı ele getirmeyi hedef alan illegal mücadeleci bir örgüt, (ya da örgütler) "ilk"tir.. İktidara karşı aleni bir savaş, "ilk"tir.. Silahlı mücadele zaten "ilk"tir.. Reformculuğun radikal bir tarzda ve fiili olarak reddi, "ilk"tir.. Devrim için dağlara çıkılıyor, şehir gerillası başlatılıp çatışmalarda ölüm gülerek kucaklanıyor ...
Eh nihayet ekonomik ve politik tıkanıklığın yanı sıra işçi, köylü ve öğrenci mücadelesinin ulaştığı boyut karşısında korkuya kapılan burjuvazi devrim korkusuyla 12 Mart askeri faşist darbesini tezgahlıyor, bu da ilk'tir.. Zayıflığına, tecrübesizliğine, eksik ve hatalarına rağmen devrim ilk kez karşı-devrimle cepheden savaşa tutuşuyor. Devrim, Türkiye devrimci hareketinin 50 yıldır sırtında taşıdığı reformizm ve revizyonizm kamburunu sırtından atmaya, kendi ayakları üstünde durmaya çalışıyor. Bu durumun ne kadar başarıldığı olduğu ve ideolojik yaklaşımları programları vb. ayrı değerlendirme konusu ama Kızıldere direnişi, devrim reform ayrışmasının somut bir ifadesidir. 12 Mart askeri faşist darbesinin yaptığı ilk iş, Anayasa'yı askıya almak, parlamentoyu Genel Kurmay'ının vesayeti altına sokmak oluyor. Dernekler kapatılıyor, sendikalarının eylemleri yasaklanıyor. Ve devrimci avı başlıyor. Bu arada onbinlerce ilerici ve aydın da bu sürek avdan nasibini alıyor. Hapishaneler ağzına kadar doluyor. Mahkemeler idam kararlarını sıralamaya başlıyor. Sıranın başında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan var.
71 Devrimciliğinin çoşkulu tutkusu ve devrime bağlılık da sınır tanımıyor. Kendileri Maltepe Askeri Cezaevinde tutuklu oldukları halde, devrimci sıcak pratiğinde yer almak için duvarları delen THKP/C'den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, THKO'dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna 29 Kasım 1971 akşamı kazdıkları tünelden firar ediyorlar. Bundan sonrası uzun ve zorlu bir maratondur. Bu maratonun sonuna doğru, çoşkulu devrimciler, devrimci dayanışmanın en güzel örneğini vererek idam edilmeyi bekleyen THKO önderlerinden Deniz,Yusuf ve Hüseyinin kaçırılması için kolları sıvıyorlar. Bunun için Ünye'de Nato'ya bağlı radar üssünden üç İngiliz teknisyen kaldırılıyor rehin olarak. Karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusufun serbest bırakılmasını istiyorlar.
Ama faşizm 30 Mart 1972’de Mahir Çayan ve yoldaşlarını kızılderede kuşatıyor. Mahir Çayan ve yoldaşları , “biz dönmeye değil ölmeye geldik” diyerek elde silahları son kurşunları kadar çatışarak , İngiliz rehinelerle birlikte Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Nihat Yılmaz, Hüdai Ankan, Sinan Kazım Özüdoğru ve Sabahattin Kurt tanksavarlarla açılan ateş sonucu katlediliyorlar. Tarihe Kızıldere direniş olarak geçen Mahir Çayan ve yoldaşlarının direnişin üzerinde 37 yıl geçmesine rağmen , On’ların “Kızıldere Son Değil Kavga Sürüyor” şiarını kendimize düstür alarak, Onların yukarıya kaldırdıkları devrim bayrağına daha sıkıca sarılarak anılarını kavgamızda yaşatacağımıza söz veriyoruz.

G20’ye karşı çıkmak yasak!

İNGİLTERE’de düzenlenecek G20 Zirvesi öncesinde ve zirve boyunca başkent Londra’da yapılacak protesto gösterilerini düzenleyen isimlerden biri olan Profesör Chris Knight, Doğu Londra Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı.
Zirve boyunca yapılacak gösteriler sırasında “bankacıların elektrik direklerine asılabileceği” gibi uyarılarda bulunan Knight hakkında soruşturma açıldığı kaydedildi. Doğu Londra Üniversitesi yöntemi, Knight’ın, hakkında açılan soruşturma çerçevesinde görevinden uzaklaştırıldığını bildirdi.
Knight, RBS Bankası’nın eski Genel Müdürü Fred Goodwin’in evine yönelik saldırının ardından, BBC’nin Radyo 4 kanalına verdiği demeçte, “Bundan sonra işler daha da ciddi bir hal alabilir. 1 Nisan’da pek çok banker elektrik direklerine asılabilir, umalım ki bunlar kuklaları olsun” demişti.
Londra’da 1-2 Nisan günlerinde yapılacak G20 Zirvesi boyunca çok sayıda protesto gösterisi düzenlenecek. Polis, bu gösteriler nedeniyle yoğun “güvenlik” önlemleri almaya hazırlanıyor. (DIŞ HABERLER)

SENDİKALI İŞÇİ KIYIMI

KRİZ gerekçesiyle ülke genelinde sendika üyesi 42 bin işçi işten atıldı. Türk-İş bünyesinde oluşturulan “Krize Karşı Emek Masası”na gelen bilgiler, işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarının otomotiv-metal, çimento-seramik, tekstil ve gemi yapımı sektörlerinde yoğunlaştığını gösteriyor.
Buna göre Türk-İş’e bağlı Türk Metal’in 4 bin 208 üyesi işten çıkarıldı, 1150 üyesi ücretsiz izne çıkarıldı. Çimse-İş üyesi 1233 işçinin iş akdi feshedildi, 2 bin 217 işçi ücretsiz izne çıkarıldı. GMİS’e üye 207, Ağaç-İş’e üye 59, TEKSİF’e üye 29, Tek Gıda-İş’e üye 23, TÜMTİS’e üye 6 ve Türk Harb-İş’e üye 1 kişi işini kaybetti.
Geçen ay toplamda 5 bin 766 Türk-İş üyesi işten çıkarıldı, 4 bin 139 kişi de ücretsiz izne ayrıldı. Son 5 aylık döneme bıkıldığında ise Türk-İş’in çeşitli sektörlerden yaklaşık 35 bin üyesi işten çıkarıldı. Aynı dönemde, konfederasyon üyesi yaklaşık 12 bin işçiye ücretsiz, 19 bin işçiye de yarım ücretli izin verildi. Bu dönemde de en çok üyesi işten çıkarılan sendika Türk Metal oldu. Sendikanın son 5 ayda işten çıkarılan üye sayısı 19 bin 693’ü buldu.
3 BİN KİŞİ GREVDE
DİSK üyeleri de ekonomik krizle birlikte yaşanan işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarından olumsuz etkilendiler. Tekstil, metal ve petrokimya sektörlerinde yaklaşık 3 bin 800 işçi işten çıkarıldı. Ücretsiz izin uygulamalarında da 10 günü geçmeyen sürelerde yaklaşık 1700 işçiye izin verildi. Çeşitli işyerlerinde greve çıkan işçi sayısı ise 3 bini buldu.
Eylül 2008’den bu yana Hak-İş üyesi 3 bin 602 kişi işini kaybetti. Metal sektöründe 1440 kişi işten çıkarılırken, 351 işçi ve işçi sayısı bildirilmeyen 11 işletmede ücretli/ücretsiz izin uygulamasına gidildi. Ayrıca, sektörde 350 işçinin çalıştığı bir işletme ve işçi sayısı bildirilmeyen 8 işletmede kısa çalışma ödeneği için İŞKUR’a başvuruldu. Tekstil sektöründe Hak-İş üyesi 2 bin 62 işçi işten çıkarıldı, 1817 işçi kısa çalışma ödeneği talebinde bulundu. Gıda sektöründe 100 işçinin işine son verildi, 440 işçi için kısa çalışma ödeneği başvurusu yapıldı. Ağaç sektöründe de 706 işçi için başvuru yapıldı. ANKARA

Cinayetlerde JİTEM bağlantısı netleşiyor

56 sanığı kapsayan 1909 sayfalık ikinci Ergenekon iddianamesinin İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesinin ardından iddianameye ilişkin ayrıntılarda ortaya çıkmaya başladı. İkinci iddianamede Musa Anter, Elazığ İHD Şube Başkanı Metin Can ve bazı cinayetlerin JİTEM’le açık bağlantısına dair önemli ipuçları var.
‘PKK DESTEKÇİLERİNİ ÖLDÜRDÜK’
Ergenekon soruşturmasının ikinci iddianamesinde PKK itirafçılarından Gizli Tanık Emek’in ifadelerinde Kürt Yazar Musa Anter ve DEP Milletvekili Mehmet Sincar cinayetlerine ilişkin bilgilere yer verildi. İddianamede JİTEM Elemanı Alaattin Kanat’ın Gizli Tanık Emek’e, “PKK yandaşları ve destekçileri oldukları için öldürdük” dediği de belirtildi.
‘VELİ KÜÇÜK VE YILDIZ TİMİ ÖLDÜRDÜ’
İddianamede Anter cinayetiyle ilgili bölümde şu bilgilere yer verildi:
“...Gizli Tanık Emek alınan ifadesinde; “Alaattin Kanat ile yaptığı sohbette kendisine Ergenekon yapısı ile ilgili olarak, “yapının çok büyük olduğunu, kimsenin dokunamadığını, örgüt içerisinde üst düzey insanların olduğunu, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım, itirafçılar, bazı ünlü paşalar ve Veli Küçük gibi kişilerin bu yapı içerisinde yer aldığını, itirafçılarında içerisinde bulunduğu Yıldız Timi’nin Musa Anter’i öldürdüğünü, ayrıca Doğu ve Güneydoğu İlleri içerisinde bu yapılanmaya karşı olan ve PKK örgütü ile bağlantılı şahısların öldürülmesi olayları ile vergilendirme adı altında Kürt işadamlarından zorla para alınması eylemlerinin bu yapı tarafından gerçekleştirildiğini, ...bu yapıya veya oluşuma karşı olan ve PKK örgütüne yardım ettiğini düşündükleri Batman Milletvekili Mehmet Sincar’ı kendilerinin cezalandırdığını yani öldürdüklerini beyan etmiştir.”
CEM ERSEVER EKİBİNİN CİNAYETELERİ
Ayrıca iddianamenin başka bir bölümünde de, Turan Çömez’e ait olduğu belirtilen bilgisayarın hard diskinde yapılan incelemeye de yer verildi. Bu bilgilerde de Elazığ İHD Şube Başkanı Metin Can ve Doktor Hasan Kaya cinayetine ilişkin açıklamalar var.
İddianamede, “Bay Eymür.doc isimli bir MSword dosyası incelendiğinde, ehudperez@inMail24.com adresinden admin@atin.org isimli e-posta adresine gönderildiği ve aynı e-postanın , turhancomez@yahoo.com e-posta adreslerine yönlendirildiği” şeklinde bilgiler verilen uzun bir mail içerisinde şu bilgilerin olduğu ifade ediliyor: “E-Postanın Devamında; 1950’li yıllarda, Nato’nun isteği üzerine Özel Harp Dairesinin kurulduğu, Emekli General Hasan Kundakçı’nın kontrgerillanın eylemleri için Ahmet Cem Ersever’i görevlendirdiği, kontrgerillanın bir çok cinayet işlediği, ...ele geçirilen PKK’lıların işkence ile konuşturulup itirafçı yapılarak kontrgerilla eylemlerinde kullanıldığı, Ersever’in en önemlı tim elemanlarının kod adlarının Mete , Mahmut , Hakan ,Çerkez Ethem , Testere ve Yeşil olduğu, bu şahısların Elazığ İnsan Hakları Derneği Başkanı Metin CAN, Doktor Hasan KAYA, DEP Milletvekili Mehmet SİNCAR ve Musa ANTER cinayetlerini işlediği, şeklinde iddiaların bulunduğu...” ifadelerine yer verildi.
(HABER MERKEZİ)

28 Mart 2009 Cumartesi

BUGÜN 27 MART 2009, DÜNYA TİYATRO GÜNÜ!

“A formula must be as simple
as possible, but not simpler.”[1]

Ataol Behramoğlu’nun, ‘Şiir’indeki dizelerle “Esirgeyen, bağışlayan aşk adına/ Esirgemeyen, bağışlamayan ölüme karşı”, bugün 27 Mart 2009, Dünya Tiyatro Günü.
Haydi perdelerimizi bugün, sürdürülemez kapitalizmin kriziyle debelenen dünya ve Türkiye’de, “aşk” adına, “ölüme karşı” açın… Sahnelerimizi sokaklara taşıyın veya sokakları sahnelerimize…
Alâmetler belirmişken şimdi bunun tam zamanıdır; hayır, artık daha fazla geç kalamayız.
Çünkü tiyatro sadece tiyatro değildir ve olamaz da.
Eğer tiyatro, tiyatroluğuna ihanet etmeyecekse; sahnelerimizi sokaklara, sokakları sahnelerimize taşımanın tam zamanıdır…
Buna zorunluyuz…
* * *
Tekrarlayarak ilerleyelim: Toplum belleğini, tiyatro aracılığıyla kazanır.
Tiyatroyu yaşanır kılan doğrudan yaşanmakta olan gerçeklikle ilintisidir ki, bu da tiyatronun direnişe dönüşmesini sağlar.
İnsani bir özgürleşme alanı olarak tiyatro, özgür eylemin önünü açan “mucizevi” bir güçtür.
* * *
Tiyatronun çabası dünyayı daha yaşanabilir kılmaktır.
Tiyatronun tiyatro olmaktan dolayı yüklendiği sorumlulukları vardır; bunlardan vazgeçmek onu kendisi olmaktan çıkarır.
Tiyatronun sorumluluklarından birisi, baskı ve sömürünün yabancılaştırdığı insanı arayıp, bulmaktır.
* * *
Bilinsin ve asla unutulmasın: Hayal gücünü yitirmiş, bunalan/ bunaltan bir “tiyatro”, tiyatro olarak anılmayı hak edemez. Tiyatro sanatı, yaratıcı/ başkaldıran insan(lık)dan, ezilenlerden beslenir, beslenmek zorundadır…
Bunun için tiyatro ezilenlerin yaratıcı-yıkıcılığının sahnesi olmalıdır.
Çünkü tiyatro, sürdürülemez kapitalizmin geleceksizleştiriciliği karşısında, ümitsizliğin reddidir.
Çünkü tiyatro için oyun daima yeniden başlar; kapatılan perdeler her daim açılır…
Bunun içindir ki Augusto Boal, “Farkında olunmasa da insan ilişkileri teatral bir yapı izler” der ve ekler: “Bizi var eden tiyatrodur.”
Evet, evet ezilenlerin tiyatrosu insani özgürlük yoludur, kürsüsüdür…
Tam da bunun için tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, ezilenlerden yana yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Yani ezilenlerin tiyatrosu çağının büyük olaylarına tanıklık etmek zorundadır!
Dedik ya Tiyatro “Anne Bak Kral Çıplak” diye haykırabilen çocuksu naiflikle, “insan’ı bulmaya yönelik bir macera”dır; veya böyle tanımlanabilir.
Yoksa… Yoksa tiyatro “olmaz”, “olamaz”…
* * *
Düşünür-eleştirmen Bernard-Henri Lévy’nin deyişiyle, “Tiyatrosuz modern toplum yok ve olamaz”ken; sürdürülemez kapitalizmin kriziyle sarsılıp, savrulan dünyanın gidişatı, tiyatroda yeniden ve esaslı olarak ezilenlerden yana duran bir politikaya, politik konulara dönüşü gerektiriyor; tiyatrocuları buna zorluyordu.
“Neden?” sorusunu, Wassily Kandinsky şöyle yanıtlar:
“İzleyiciler, kendilerinden daha yüksek ideallere sahip olup, hayatına dair şeyleri yansıtmayan amaçsız bir sanat üreten sanatçıdan uzaklaşır.
Sanatçının yansıttığı şeyi hissetme, izleyicinin, sanatçının bakış açısından eğitimidir. Sanat yalnızca zaten açıkça hissedilmiş olan sanatsal bir duygu yaratabilir…”
* * *
O hâlde kriz koşullarında öne çıka(rıla)n gerçeğe aldanmayan, onun arkasına bakan, bakması -mutlaka- gereken tiyatro; bizlere, kriz günlerinde sihirli reçeteler öneremez belki.
Ama yeni dünyayı, hayallerini, ütopyalarını hatırlatabilir; herkese, hepimize…
Yani dünyayı, toplumu ve insanı farklı bir açıdan göstererek; kapitalizmin insan(lık)a “olağan” diye sunduğu, oyunu bozabilir, bozmalıdır da…
Kriz günlerinde tiyatro, bunun için vardır; “piyasayı” reddederek var olmalıdır…
* * *
“Piyasa”, “olağan” denilen düzen(sizlik), vd’leri… Tiyatro bunlarla barışamaz; tiyatro için parayla sanat “yapmak”, “satmak” mümkün değildir.
Tiyatro anlamak ve anlatmak içindir; nefes almak, direnmek, haykırmak içindir…
Olması gereken tiyatronun ödemesi olmaz. Çünkü Babür Pınar’ın ifadesiyle, “Sanat yaratıcılığı metalaştığı ölçüde sıradanlaşır.”
Tiyatro hep, insan(lık)tan yana muhalefet eder; itirazın, “Hayır”ın, eleştirinin önünü açar…
* * *
“Neden” mi?
Antik Yunan Tiyatrosu’ndan bugüne, insan aramanın etkin yollarından birisidir tiyatro da ondan…
Bu bağlamda tiyatronun, piyasa tarafından popüler kültüre endekslendiği açmaza teslim olmamalı, onu aşmalıyız…
Postmodern kırılmalar, postmodernin sonunu getirmişken; bir kez daha insan(lık)dan yana olan, duran sanatın/ sanatçının gücünü anımsamalıyız.
“İzm” olarak post-modernizm, kapitalizme ait bir ideoloji; hem tüketim toplumu modelinden beslenen, hem de onu besleyen bir ideoloji; yani kentli yığınlara gösterilen bir oyun bahçesi olarak, “No problem” ve “Lay lay lom”dur!
Ezilenlerin tiyatrosu bu zırvalarla daha fazla uğraşamaz, uğraşmamalıdır da.
Ve nihayet tiyatro yeniden insan(lık)dan yana olan yıkıcı-yaratıcılıkla buluşabilir, buluşmalıdır da.
* * *
Bu uğurda “perdeciler”den yadigâr ısrarla sahneleri sokaklarda kurarken, insan(lık) var olduğu sürece tiyatronun ölmeyeceği inancı/bilinciyle, ezilenlerin tiyatrosunu yapmalıyız…
Tiyatronun insan(lık)a çağrı olduğunu unutmadan; iktidarın bu alanı temellük girişimlerine, tiyatro sahnesinin karartılmasına karşı çıkmalı; insan(lık)dan yana muhalif tiyatrolarla çoğalmalı, muhalif tiyatroları çoğaltmalıyız…
* * *
Çoğalırken geçmişi geleceğe bağlayıp; yılların üstümüzde biriktirdiği sahne tozunu, rengi solan eski fotoğraflardan geriye kalanları unutmayıp/ unutturmamalıyız…
Meyerhold’un tiyatro arayışlarının kökenlere yönelmesi konusunda söylediği çok güzel bir sözü vardır: “Tiyatroda gelenekler devrimcidir” der.
Durmadan bu sözü terennüm ederken; “Perdeci”den yadigâr kalan(lar)ı, geleceğe bağlamalıyız: Örneğin Şehr-i İstanbul’u ve Gedikpaşa Tiyatrosu’nu… Güllü Agop’un “Osmanlı Tiyatrosu”nu… Ermeni sanatçıların katkısını… Melodram ustası Mardiros Minakyan’ı… Ahmed Vefik Paşa’nın Molière uyarlamalarına ağırlık veren Tomas Fasulyeciyan’ı… Batı tiyatrosuyla geleneksel tiyatroyu birleştiren tüluatı… 1875’lerdeki ustalarından Kavuklu Hamdi’yi… Muhsin Ertuğrul’u ve ötekilerini…
* * *
Hayır hiç birini unutup/ unutturmayacağız…
Tiyatronun “işini” piyasa cambazlarının bitirmesine göz yummayacağız!
Çünkü tiyatronun, insan(lık)ın toplumsallaşmasında, dünyayı değiştirmesinde, asla başka bir şey tarafından doldurulamayacak başat bir yeri var…
* * *
2009’un Dünya Tiyatro Günü’ndeki “Çağrı”mız, bir “dilek ve temenniler” bildirgesi olmaktan ötede bir tavır deklarasyonudur…
İşte burada çağrılar anımsanmalıdır: Tıpkı 1967 yılı Bildirisi’nde, Bertolt Brecht’in eşi ve Berliner Ensemble’ın ünlü oyuncusu Helena Weigel’in, “Tiyatro ve tiyatroya yakın sanatların, insan topluluklarına karşı üstlerine aldıkları görev ve sorumluluklara yeterince önem vermediğini” vurgulayarak, “Bizler, tiyatro insanları, kendimize özgü araçlarla dünyamızı yaşanabilir bir duruma getirmeye çalışıyoruz. Tiyatro ile ilgilenmemizin anlamı, yine ve her zamankinden çok, insana barış dolu bir ‘bugün’ ile insanın insan için yardım, dayanışma kaynağı olacağı dostluk dolu bir gelecek hazırlamaktır,” diye eklemesi gibi.
Weigel’in “barış” özlemine, Miguel Angel Asturias imzasını taşıyan 1968 yılı Bildirisi’nde “Kardeşi kardeşe öldürten savaşlara, insanın yok edilmesine, ırk kırımına ve insanları ortadan kaldırmanın bir başka biçimi olan ekonomik tıkanıklığa karşı çıkma” çağrısı eklenir.
Peter Brook’un yazdığı 1969 yılı bildirisinde ise tiyatronun ilerici-devrimci niteliği vurgulanır.
Tiyatronun ilerici gücünün devlet gücüyle bastırılmaya kalkışılması Eugene Ionesco tarafından -1976 Bildirisi’nde de- eleştirilir: “Politikanın kuruntulu, temelsiz düşünceli kimseleri, tiyatroyu ellerine geçirmek ve onu kendi amaçları için araç gibi kullanmak istemişlerdir. (...) Toplumun yapma bir üstün kuruluşudur devlet. Toplum değildir.(...) Politika adamları tiyatro sanatının hizmetinde olmalıdırlar. Bütün çabaları, tiyatro sanatının özgür gelişmesini sağlamak olmalıdır.”
Nihayet Bertolt Brecht, tiyatro yoluyla dünyayı onarma adına, tüm sanat insanlarının yapması gereken -emekçi sınıfından yana- bir “seçim” gerekliliğinin altını özenle çizerek der ki: “Sanat da seçimini yapmalıdır. Sanat ya körü körüne bir inanışla kaderini bir azınlığa bağlar ve onun aracı olur ya da çoğunluğun tarafına geçerek kaderini ona bağlar. Ya insanları düşlere sürükler ve onları uyutur, bilgisizliği arttırır ya da insanları gerçeklere yöneltip bilgiyi çoğaltır. Ya yıkıcı yanları ağır basan güçlere ya da yapıcı ve ilerici güçlere seslenir.”
* * *
Tiyatroyu tiyatro olmak çıkartan fahiş bir yanılgıya, “serbest piyasa” müdahalesine karşı; 2009’un kriz günlerinde tiyatronun tiyatrodan öte bir şey olduğunu hatırlamalı/ hatırlatmalıyız yeniden…

13 Mart 2009 15:18:19, Ankara.

TEMEL DEMİRER
[1] “Bir formül mümkün olduğu kadar yalın olmalı, ama daha yalın değil!” (A. Einstein.)

Vur, yağmala, yeniden

Tiyatro edebiyatına düşkün olanlara öncelikle sahne dilini alıp sokağa calan ‘öfkeli delikanlılar’ı, serserilerin şahı Joe Orton’u, Britanya’yı kasıp kavuran 60-70’lerin çıplak dilini hatırlatıyor.

Mark Ravenhill, çöküş çağının tiyatrosunu yazıyor.

İnsanı yerin dibine sokan, gırtlağına çöküp soluksuz bırakan öfkesine, ödünsüz nihilizmine karşın taze, çıtır çıtır bir heyecana sürüklemesinin nedeni, artık unuttuğumuzu sandığımız bir hevesin nefesini bize tekrar hissettirmesi.

Yazısının şiddeti, dünyanın olduğu kadar kendisinin de en yaralı döneminde üretmiş olmasından kaynaklanıyor.

1990 yılında, henüz 24 yaşındayken HIV pozitif olduğunu öğrendiğinde deliler gibi yazmaya başlamış. Ona büyük ün kazandıran ilk uzun oyunu ‘Alışveriş ve Düzüş’ o döneme denk geliyor. Ölüm, hayatının baş köşesine oturunca kurduğu dil, vahşi bir çıplaklık edinmiş, doğal olarak. 1997 yılında gelişen tedavi imkanlarından yararlanmaya başlayan Ravenhill’in sağlığı toparlanır.

Ama beyninde olan küçük bir hasarın izini hâlâ taşıyor.

Epilepsi krizleri, yazısının noktalamasını belirliyor.

Nitekim çok şiddetli bir epilepsi krizinden iki gün sonra evinde şuurunu yitirmiş olarak bulunduğunda yapılan yanlış bir müdahale sonucu komaya girmiş.

Neredeyse bir mucize sonucu çıktığı komada son altı haftasının belleğini yitirdiğini fark etmiş. İşte tam da bu sırada Edinburg Festivali’nin kendisinden her gün bir tanesi okunacak 20 dakikalık16 oyun projesini beklediğini öğrenmiş.

Nasıl, neden, ne yazmak için verdiğini hatırlamadığı bir söz.

‘Vur, Yağmala, Yeniden’, yazdıkça keşfettiği, birkaç hafta içinde tamamlayıp ortaya çıkardığı o 16 oyunun üst başlığı.

Dot topluluğu, mükemmel bir adanmışlık ve saf tiyatro hevesiyle sahneliyor şu aralar bu oyunları.

Ravenhill, bu altı haftalık bellek kaybının kimlik algısını, dünya tartısını ve en önemlisi tiyatro dilini tamamıyla değiştirdiğini anlatıyor.

Ölümden dönen Lazarus’un hoyrat bilgeliği, Ravenhill’i benzersiz kılan.

Oyunun adını, hırslı bir video oyunu üreticisinin, oyununu en basit şekilde tanımlamak için bulduğu birkaç kelimeden almış: “Bu kelimelerin kaba bayağılığına güldüm ve ‘sağolun’ dedim, ‘oyunumun başlığını buldunuz.’”

Söz konusu oyunlar, hayatın korkunç bir seferberlik haline döndüğü bir dünyayı anlatıyor. 2000’lerin cinnetini.

Savaşın, ölümün, zulmün insanı korkunç sınavlardan geçirdiği bir dünya.

Bir cehennem tasviri.

Kendisine Kafka’dan Orwell’a bütün kâbus yazarlarının yanıbaşında bir yer ediniyor Ravenhill.

Demokrasi ve özgürlük adına ölen, öldüren;

barış adına savaşan;

aşk adına tecüvüz eden acıklı zebanilere dönmüş insanlar.

“Yazdıklarımda hem yalıtılmış tecrübeleri, hem de bu tecrübelerin ‘büyük resme’ nasıl bağlandığını göstermeye çalışıyorum. Toplumla ne kadar bağlantılıyız, oyunları izledikten sonra insanlar bunu sorgulasın istiyorum.”

Güvence duygusunu toptan kaybettiğinde insanın neye benzeyeceği üstüne son derece saldırgan metinler, Ravenhill’in oyunları.

Belki birkaç replik aktarmalıyım; ‘Dünyalar Savaşı’ başlıklısından.

“D-Yeni bir gün. Yeni bir gün ve kahvaltı zamanı, bakın bu güzel sert bir kahve aldım. Çok ‘trendy ’ bir yerde oturuyorum. Bana bakın. Hepiniz regardez moi (bana bakın). Dikkat. Burası ac ayip ‘trendy ’ bir yer. Acayip ‘trendy ’ insanların içinde feci ‘trendy ’ bir işim var ve bu ‘trendy ’ ofisime giderken acayip ‘trendy ’ bir kahve için buraya bir uğruyorum. Mmmmmmmmm. Ve işte Televizyon orada- açık ve siz televizyondasınız ve bana diyorsunuz ki, bana şöyle diyorsunuz:

-‘Bizi niye bombaladılar? Biz iyi insanlarız. Anlayamadığım şey bu, niye bombaladınız bizi iyi insanları? Biz iyileriz. Biz hey biz alışveriş yaparız. Çocuklarımızı büyütürüz. Toplumumuzda düzeni sağlarız. Milletvekillerimiz zekice kararlar alır. Temel değerlerimiz var: özgürlük ve demokrasi. Dünya bizim temel değerlerimiz için kıvranıyor. Ve jeo politika izin verdiği an bu
temel değerleri dünyaya yayacağız özgürlük ve demokrasiyi.”
– Yıldırım Türker
Radikal / 28.Mart.2009

ABD`nin Türkiye`nin yerel seçim raporu

ABD'nin yönetim üzerindeki en etkili düşünce kuruluşlarından CSIS bir yıldır geniş bir Türkiye raporu üzerine çalışıyor

International Studies / Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi) bir yıldır geniş bir Türkiye raporu üzerine çalışıyor. Rapor ABD Başkanı Obama'nın ziyareti öncesi tamamlandı ve yönetime sunuldu. Ancak 30 Mart'ta açıklanacak. Türkiye'ye gelmeden önce ABD yönetiminin okuyacağı rapordan öne çıkan başlıklar şöyle:

- Türkiye uzun bir istikrar döneminden sonra belirsizliğin hakim olduğu bir sürece sürüklenebilir. Ülkenin geleceği laik ve dindar güçler arasındaki çekişme ile dış faktörler, ekonomik kriz ve AB liderlerinin Türkiye ile ilgili alacakları kararlar tarafından belirlenecek.

EKONOMİ ALARM VERİYOR

- Ekonomi alarm veriyor. 6 yıllık büyümenin ardından işsizlik oranı şehirlerde yüzde 12'ye yükseldi. Borsa değer kaybediyor.

- Türkiye'nin laik çerçevesi asker ve cumhuriyet prensipleri sayesinde korunuyor. Bu çerçevenin ortadan kalkma riski orta vadede görünmüyor ancak AKP zamanında halkın dindar duygularında artış oldu. AKP iktidarı terk ettiğinde bu duyguların kim tarafından karşılanacağı belirsiz.

- AKP hala en popüler parti. Ancak rakiplerinin baskısı nedeniyle gittikçe daha milliyetçi bir çizgiye kayıyor ve toleranssız oluyor. Önümüzdeki aylarda parti ekonomik zayıflamanın da etkisiyle kan kaybedebilir.

ANAYASAYI DEĞİŞTİREMEZ

- Yerel seçimlerin galibi yine AKP olacak. Ancak CHP, MHP ve SP de güçlenecek.

- AKP toplumun gittikçe artan dindar eğilimlerini iyi karşılıyor. Bunu da İslam dünyası ile daha çok bütünleşerek pekiştirmeye çalışıyor. Ancak geçen yıl Anayasa Mahkemesi'nin kapatma davasında verdiği 'laiklik karşıtı odak olma' kararı nedeniyle temkinli hareket edecek ve ciddi bir anayasa değişikliğine yeltenmeyecektir.

- Gülen Hareketi etki ve izlediği yol itibarıyla AKP ile paralellikler gösteriyor. İkisi de laikliği esnetmeye çalışsalar da aralarında ciddi farklar var. AKP direkt siyasi güç hedeflerken Gülen Hareketi sivil toplum kuruluşları ve iş dünyası üzerinden etkisini artırmaya çalışıyor. Özellikle eğitim, emniyet ve medyada gücü yadsınamaz.

ASKER ETKİLİ AMA DARBE OLMAZ

- AKP'nin yerini alacak parti toplumun dini duygularını da karşılamak durumunda kalacak. Ancak laik sistem ve artan dindarlığın nasıl uzlaşacağı ile ilgili bir çözüm ufukta görünmüyor. Ancak Kemalist rejim devletin devamını sağlayan yapı taşı olmaya devam edecek ve seçilmiş hükümetleri sınırlamayı sürdürecektir. Anayasa Mahkemesi ve ordu İslami bir rejimin oluşmasını önleyen güçler.

- AKP ve ordu ile Anayasa Mahkemesi arasındaki ilişki hassasiyetini koruyor. Ordu siyasete doğrudan bir müdahalenin riskli olduğunun bilincinde. Oyların neredeyse yarısını almış bir partiye karşı hareket etmenin tehlikelerini biliyor. Ancak yine de ordunun seçilmiş bir hükümeti alaşağı etme olasılığı mevcut. Asker birçok alandaki gücü ve etkisini koruyor.

- Ciddi bir ekonomik çalkantı milli duyguları artırıp demokrasiye zarar verebilir. Böyle bir durumda ordunun etkisi artar. Ancak bu Türkiye-ABD ortaklığının sonu anlamına gelmeyecektir. Sınırlı da olsa işbirliği devam edecektir.

- Demokratikleşme süreci yavaşladı. Bu da kurumsal zayıflıktan kaynaklanıyor ve rahatsız edici.

AB'DE TÜRKİYE'YE DESTEK AZALIYOR

- Türkiye-AB ilişkilerinde bir bezginlik söz konusu. Bu iki taraftan da kaynaklanıyor.

- Ankara Protokolü'ne göre Türkiye'ye havaalanlarını ve limanlarını Kıbrıs Rum Kesimi'ne açması için verilen süre 2009 sonunda doluyor. O süreye kadar açılmazsa bazı AB üyeleri müzakereleri askıya alma tehdidi öne sürebilir.

- AB içinde Türkiye'nin üyeliğine destek azalıyor ve azalmaya devam edecek. Ekonomik kriz bunda önemli bir faktör olacaktır.

- Türkiye ve AB enerji konusundaki işbirliğinden büyük fayda sağlayabilirler.

- Müzakerelerin durması durumunda bunun neticeleri çok ciddi olacaktır. Avrupa güvenlik ve enerji için çok ihtiyaç duyduğu bir müttefikini yitirir. Türkiye'deki milli ve anti-liberal eğilimler artar. Bu da ABD çıkarlarına ters düşer. Rusya ve Ortaasya ile Türkiye'nin ilişkilerinde yükselme gözlenebilir.

ABD ORTADOĞU POLİTİKASINI ONAYLIYOR

- Türk liderler hala ülkeleri için bir Avrupalı gelecek görseler de ülke çıkarları onları güney komşularına yaklaştırıyor.

- Ankara reaksiyon gösterme yerine etkileme rolüne soyunarak Ortadoğu'daki çıkarlarını artırma yolunda. Ortadoğu ülkeleri de bundan memnun. Türkiye, ABD ve İran'a yeğ tutulan aktör olarak görülüyor.

- Ortadoğu'daki rolünü yeniden kurgulayan ABD, aktif bir Türk diplomasisine yer açacaktır. ABD Türkiye'nin Ortadoğu'daki dengeleyici rolünden fayda sağlar. Ancak Türkiye bölgede lider bir rol oynayabileceğini kanıtlamalı. Gerçek gücünün ne olduğu belirsizliğini koruyor.

- ABD Irak'tan çekilirken Türkiye kilit bir rol oynayabilir.

- ABD, PKK tehdidini önleme ve Türk-Kürt liderleri yakınlaştırma konusunda rol oynayabilir.

- Türkiye ABD ve İran arasında önemli bir rol oynayabilir. Ancak İran'ın nükler tehdidine karşı önlemleri destekleyici olmalı.

- İsrail, Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolünden rahatsızlık duyuyor. Özellikle Gazze'den sonra iki ülke ilişkileri kritik bir süreçten geçiyor.

AKP KÜRT OYLARINI KAYBEDECEK

- Hükümet ve güvenlik güçleri Kürt meselesinde zor kullanarak çözüm olmayacağının bilincindeler.

- Başbakan Erdoğan askeri operasyon ve demokratik açılımlar arasında bir denge politikası izlemeye çalıştı. Ancak son zamanlarda Kürt sorununda daha sert bir tavır takınıp askere yaklaştığını izliyoruz. Bu da AKP'nin Kürt oylarında azalmaya yol açıp DTP'nin oyunu artıracaktır.

Dünya Bülteni / 27.03.09

'Krizin sorumlusu beyazlar'

Brezilya lideri Lula da Silva, zenginlerin yarattığı küresel ekonomik krizin faturasını yoksulların ödememesi gerektiğini söyledi.

Luiz Inacio Lula da Silva

Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva, konuk İngiltere Başbakanı Gordon Brown ile birlikte basın toplantısı düzenledi.

Luiz Inacio Lula da Silva, krizin ortaya çıkışından ve dünyaya yayılmasından yerliler, siyahlar veya fakirlerin değil, mavi gözlü beyazların sorumlu olduğunu söyledi.

İngiltere Başbakanı Gordon Brown da, gelecek hafta Londra'da toplanacak G20 zirvesinde, küresel ticaretin canlanması için 100 milyar dolarlık bir fon oluşturulmasını önereceğini açıkladı.

Zirve öncesinde üç kıtayı kapsayan bir tura çıkan Brown, bu fona kaynağın dünyanın zengin ülkeleri tarafından sağlanacağını belirtti.

İki lider yayınladıkları ortak mesajda da, küresel ekonomide talebin canlandırılması için önlemler alınması çağrısında bulundu.

Brown ve Lula da Silva, gelişmekte olan ekonomilerin mali çalkantılardan korunması için de harekete geçilmesini istedi.

BBC Turkish / 27.03.09

Buzulların erimesi milyonları tehdit ediyor

Antarktika’nın batısında ısınmanın, tahmin edilenden daha yüksek olduğu ortaya çıktı. Buzulların erimesiyle deniz seviyesi yükseliyor. 56 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kalabilir.

"Antarktika'nın, Güney Amerika'nın güney ucunda bulunan Ateş Toprakları isimli bölgeye bakan bölümü büyük bir hızla ısınırken, kıtanın güneyi ise soğuyor.”

İki yıl öncesine kadar Dünya İklim Konseyi de dahil olmak üzere, büyük bir çoğunluğun ortak görüşü bu yöndeydi. Ancak görünen o ki, bu tespit tamamen yanlış.

Seattle'daki Washington Üniversitesi'nde Yer ve Uzay Bilimleri Profesörü olan Eric Steig, analizlerden elde ettikleri verilere göre, Antarktika'nın batısındaki ısınmanın tahminlerin çok üzerinde olduğunu belirtiyor. Buna göre, Antarktika aslında her on yılda bir ortalama 0,17 dereceyle, aslında küresel ortalamanın üzerinde bir hızla ısınıyor.

Isınma batıda yoğunlaşıyor

Profesör Eric Steig, bilim dergisi "Nature"da yayımlanan bir araştırmayı kaleme alanların da başında yer alıyordu. Doğal olarak Steig ve çalışma arkadaşları araştırmayı hazırlarken, Antarktika'nın doğusunu da detaylı olarak incelediler. Profesör Steig, “Doğu Antarktika 1957'den 1980'e kadar ısındı, sonrasında ise soğudu” diyor. Buna göre, Antarktika'nın doğusu için çok büyük bir değişiklik söz konusu değil. Isınma batıda yoğunlaşıyor.

Araştırmanın yazarları Antarktika'nın ısındığını belgelemek için iki farklı temel ölçümü dikkate alıyor. Bunlardan biri Antarktika'daki sabit meteoroloji istasyonlarının ölçümleri, diğeri ise Amerikan uydularından alınan bilgiler.

Akılları karıştıran bir diğer soru ise Antarktika Buzulları'ndaki hacim değişikliklerinin nasıl oluştuğu. Kar yağışı mı buzulların hacmini genişletiyor yoksa kıyıdaki buzullar hızla okyanus yönünde kaydıkları için küçülüyorlar mı?

Antarktika batmıyor, aksine yükseliyor

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu bu sorunu yeni bir iklim raporunda detaylı olarak inceliyor. Araştırmanın başlıca katılımcılarından biri olan, Kanadalı fizikçi ve iklim araştırmacısı Andrew Weaver, son iklim raporunda Kutuplardaki buzulların hacim kazandığının, bu nedenle de Antarktika'nın denize battığının belirtildiğine değiniyor. Ancak Weaver, bugün uydu gözlemleri ve diğer ölçümler yoluyla elde edilen verilerin, Antarktika'nın aslında deniz seviyesine göre yükseldiğini ortaya koyduğuna dikkati çekiyor.

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu'nun raporu her ne kadar kesin rakamlar veremese de, deniz seviyesinde yüzyılımız için beklenen yükselmenin düşünüldüğü gibi yarım metreyle sınırlı kalmayacağı tahmin ediliyor. Sera gazları salınımıyla ilgili acil önlem alınmadığı takdirde, deniz seviyesindeki yükselmenin bir metreyi bulabileceği belirtiliyor.

56 milyon kişi evinden olacak

Peki bu ne anlama geliyor? Dünya Bankası uzmanları kısa bir süre önce yükselme tahminlerinin doğru çıkması halinde gelişmişliğin eşiğindeki 80 ülkede neler olacağının simülasyonunu yaptı. Çıkan sonuç, pek çok sahil şeridinin ve okyanustaki birçok ülkenin büyük tehlike altında olduğunu gösterdi. Dünya Bankası Kalkınma Komisyonu'ndan Hintli Ekonomist Susmita Dasgupta, deniz seviyesindeki sadece bir metrelik yükselmenin, 190 bin kilometrekarelik bir kara kaybına neden olacağını tespit ettiklerini açıklıyor. Toprak kaybı vermesi beklenen bölgelerde 56 milyon kişinin yaşadığını söyleyen Dasgupta, deniz seviyesi yükselirse bölge halkının 'ekolojik mülteci' durumuna düşeceğinin altını çiziyor.

Küresel ısınmanın bu hızla devam etmesi, bir süre sonra Antarktika'nın sabit buzullarının da erimeye başlamasına yol açacak. Bu nedenle uzmanlar, karbondioksit ve sera gazı salınımının bir an önce düşürülmesi gerektiğinin özellikle altını çiziyorlar.

DW-World.de / 27.03.09

Yargıtay'dan Pınar Selek'i çok üzecek karar

Mısır Çarşısı’ndaki patlamanın nedeni belirlenemeyince beraat eden Pınar Selek için Yargıtay 36 yıl hapis cezası istiyor.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, kamuoyunda ‘Mısır Çarşısı davası’ olarak bilinen davayla ilgili temyiz incelemesini tamamlarken, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Sosyolog Pınar Selek için verdiği beraat kararının bozulmasına karar verdi. Daire, Selek’e eski TCK’nın 125. maddesi kapsamında 36 yıl ceza verilmesi gerektiğine hükmetti.

Mısır Çarşısı girişindeki ‘Ünlüoğlu Büfe’de 9 Temmuz 1998 tarihinde yaşanılan patlama sonucu yedi kişi öldü 127 kişi ise yaralanmıştı. Patlama sonrası operasyonlarda, sosyolog Pınar Selek’in de aralarında bulunduğu 15 kişi tutuklanmıştı. Selek yaklaşık 2,5 yıl cezaevinde kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, mahkeme 2006 yılında ‘patlama nedeninin bomba mı LPG mi olduğu anlaşılamadığından ceza verilmesine gerek olmadığı’ kararı vermişti.

Yerel mahkemenin kararına yapılan itiraz sonucu dosya Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin gündemine geldi. Daire yerel mahkemenin kararın esasına girmeden ‘usül yönünden’ yaptığı inceleme sonucunda bozmuştu. Daire 2007 yılında verdiği kararda ‘hüküm kurulması’ gerektiğine işaret ederek bozmuştu. Daire, kararında sanık Kadriye Fikret Sevgi’ye ‘ek savunma hakkı verilmediği’ne, Heval Öztürk’e yönelik de ‘eksik soruşturma’ bulunduğuna dikkat çekmişti. Daire, sanık Abdülmecit Öztürk’e, verilen müebbet hapis cezasını da davanın iddianamesinde bu suça ilişkin hüküm bulunmadığı gerekçesiyle bozmuştu.

9. Daire’nin kararı sonrasında davayı yeniden görüşen İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 2008 yılında verdiği kararda, ‘patlamaya bombanın mı, gaz kaçağının mı neden olduğunun tespit edilememesi, kesin delil bulunmaması gerekçesiyle’ beraat kararı verdi. Mahkeme, Selek hakkında, örgüte yardım yataklık suçunun ise zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasına karar vermişti.

Yerel mahkemenin kararı üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesi, dosya üzerindeki temyiz incelemesini 10 Mart 2009 tarihinde tamamladı. Daire, yerel mahkemenin Selek, Kadriye Fikret Sevgi, Abdülmecit Öztürk, Maşallah Yağan ve Heval Öztürk yönünden ‘bozma kararı’ verirken, Alaattin Öget ve İsa Kaya yönünden ise ‘onanma’ karar verdi.

Kararda, Pınar Selek’in ‘sosyolojik araştırma yapma’ adı altında silahlı terör örgütü üyeleriyle irtibata geçip Fransa ve Romanya’ya giderek burada siyasi eğitim aldığı ve kod adı aldığı savunularak, “İstanbul’da Azat kod adlı örgüt mensubu ile irtibat kurup Yurtseverler Birliği adı ile askeri kanat oluşturarak bomba imal ettiği, diğer sanık Abdülmecit Öztürk ile beraber 1998 tarihinde Mısır Çarşısı, Ünlüoğlu Büfesi’ne koydukları bombanın patlaması sonucu yedi keşinin öldüğü, 127 kişinin yaralandığı sanık Abdülmecit Öztürk’ün duruşmaya kadar süren ikrarı, diğer sanıkların kolluk beyanı, mağdur ve tanık beyanları ile 2002 tarihli oluşa uygun düşen bilirkişi kurulu raporu ve tüm dosya kapsamında anlaşılmıştır” denildi.

Kararda, Selek’in mensubu bulunduğu PKK’nın amacı doğrultusunda eylemi gerçekleştirdiği savunuldu ve eski TCK’nın 125. maddesi kapsamında 36 yıl hapis cezası verilmesi istendi.

Radikal / 28.03.09

Hamdolsun küfürü teğet geçtiler!

Seçim mitinglerine 8 Şubat’ta Kocaeli’nde başlayan Başbakan Tayyip Erdoğan, perdeyi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la Doğan Yayın Grubu’na çatarak açtı: “Bunların kitabında iftira var. Bu zihniyet kirlidir, bereketsizdir. Bir de bunların yandaş medyası var. Bu yandaş medyayla koşturuyorlar.”
Henüz miting havasına giremeyen Baykal Ankara’dan seslendi. “AKP hükümeti seçim hovardalığı yapıp, seçim rüşveti dağıtıyor.” Baykal’a yanıt AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün’den geldi: “CHP seçim striptizi yapıyor.”
Erdoğan 13 Şubat’taki Sivas mitinginde gazeteci Bekir Coşkun’a çattı: “Bunların sevgili köpekleri vardır, onlarla yatar onlarla kalkarlar.”

‘Küfür ettireceksiniz bana’
Başbakan’ın 15 Şubat’ta Samsun’daki açılışında bir görevli küfürü yemekten son anda kurtuldu. Erdoğan, anons yapmak isterken bağlantın olmadığının öğrenince, “Niye yok ya? Şimdi küfür ettireceksiniz bana” diye öfkelendi
Erdoğan, seçim mitinglerinde bol bol eşekli şiirler, atasözleri ve fıkralara başvurdu. 16 Şubat’taki Nevşehir mitinginde Ziya Paşa’dan alıntı yaparak muhalefeti eleştirmek isteyince dili sürtçtü. “Eşek ölür, kalır eseri” diye söze başlayarak pot kırdı.
Erdoğan miting miting gezerken hâlâ Ankara’dan çıkmayan Baykal, “Başbakan ne söyleyeceğini bilmez hale geldi. Gevezeliği, palavrayı bırakması lazım” diyerek araya girdi.
Baykal’ın bu çıkışına öfkelenen Başbakan 17 Şubat’ta Kırıkkale’de açtı ağzını yumdu gözünü: “AK Parti’ye leke sürmeye çalışan namerttir.”
Baykal’sa iki gün sonra ilk mitingini yaptığı Adana’da, kendisini meydanlara çağıran Başbakan’a “Ben 30 yıldır bu meydanlardayım. Gel tarafsız televizyonda tartışalım” çağrısı yapıyordu.
Baykal’a ertesi gün Adıyaman’dan “Bırak televizyonu, meydan burada” diye yanıt veren Başbakan, ekonomideki başarılarını anlatırken yine ‘eşek’ kavramına başvurdu: “İşsizlik artacak diye zil takıp oynayacaklar. Bizim dönemimizde batan bir tane banka yok. Çünkü biz eşeği sağlam kazığa bağladık.”

‘Eşekle semeri karıştırıyor’
23 Şubat’ta Kocaeli’nde konuşan Baykal’sa üsluba takmaya başlamıştı: “Başbakan Diyojen’den bahsediyor. Ziya Paşa’dan sözler söylüyor. Eşekle semeri karıştırıyor.”
Başbakan, kendisine “Canlı yayında tartışalım çağrısı” yapan Baykal’a ‘aşamayacağını söylediği ‘Sivas sınırı’nın öte yakası’ndan, Mardin’den yanıt verdi bu kez: “Mardin’e gel, Mardin’e. Bırak televizyonu..”
Erdoğan Mardin’de daha sonra çok tartışma koparacak bir de rest çekti: “Sayın Baykal, sayın Bahçeli eğer işsizliğe bir çaren varsa açıkla. O çareyi eğer yerine getirmeyen bir Tayyip Erdoğan varsa siyaseti bırakmaya hazırım.”
Baykal, Erdoğan’a istediği öneriyi 24 Şubat’ta yedi madde halinde sundu.

‘Baykal sen git işine bak’
Aynı gün Afyonkarahisar mitinginde konuşan Erdoğan şöyle diyordu: “Baykal,bana akıl veriyor. Sen git de işine bak. Daha bu işi öğrenmen için çok fırın ekmek yemen lazım.”
Bu sözlere çok kızan CHP lideri ertesi gün Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’e verdiği demeçte şunları söylüyordu: “Sen ne biçim siyasetçisin? Bir maganda üslubudur gidiyor.”
Erdoğan’sa herkese çatmaya devam ediyordu. 27 Şubat’taki Van mitinginde basına çattı: “Benim eleştirilerimi ‘medyaya baskı’ diye yutturuyorlar.”

‘Sen adam olmazsın’
Ancak Baykal öfkesini alamamıştı. 28 Şubat’ta Erdoğan’a en ağır eleştirilerinden birini yöneltti: “Bu külhanbeyi, maganda üslubu ona yakışıyor olabilir ama Türkiye Cumhuriyeti başbakanına yakışmıyor. Sen iktidar olmuşsun, olmuşsun ama adam olamazsın. 40 fırın ekmek yesen de adam olamazsın.”
Erdoğan Kayseri’den Baykal’a bu sözleri nedeniyle dava açacağını açıklarken daha önce kullandığı ifadeleri unutmuş gibiydi: “Aldığım terbiye sana cevap vermeye müsaade etmez. Yoksa, sana çok iyi cevap veririm ama siyaseti bıraktıktan sonra. O kullandığın ifadelerin çok daha daniskasını kullanmayı çok iyi bilirim.”
Mitinglerini 1 Mart’ta Mersin’den başlatan Bahçeli, Erdoğan’ın, partisinin koalisyon hükümeti olduğu dönemi eleştirmesine kızmıştı: “İşsiz nalbant dönüp dönüp eski nalları sayar.”
3 Mart’ta Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme metrobüs hattının hizmete girmesi nedeniyle düzenlenen törende açılan bir pankart sonraki atışmalara damgasını vuracaktı. Pankartta ‘Kadıköy’e hoş geldin Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan’ yazıyordu.
Aynı gün CHP’nin Meclis Grup toplantısında konuşan Baykal’sa Erdoğan’daki değişimden memnundu: “Başbakana bir üslup ayarlaması yapma ihtiyacını hissettim. Başbakan bunun üzerine ‘Söyleyecek çok sözüm var ama ben başbakanım, söylemeyi uygun bulmuyorum’ dedi. Başbakana ‘başbakan’ olduğunu öğretmiş olduk.”

‘Recep İvedik cuk oturdu’
Baykal, Yalova’da mitingindeyse üslubunu daha da ağırlaştırdı: “Bugün baktım bütün medya maganda konuşuyor. Şahan (Gökbakan) bugün bir açıklama yapmış. ‘Maganda Recep İvedik’tir’ diyor... Cuk oturmuş.”
Erdoğan Manisa’da Bahçeli’ye çatıyordu: “Bahçeli kuru sıkı atıyorsun.”
Artvin’de konuşan Erdoğan, Baykal’ın ‘tartışalım’ önerisini redderken üslubunu değiştirmişti: “Ben televizyonda bu ülkenin Başbakanı’na maganda diyenle mi konuşacağım, külhanbeyi diyenle mi konuşacağım? Artvinlilerin bir sözü var; ‘Arlı arından gorhar. Arsız da sanır ki benden gorhir.’”
Baykal, Sibel Can’ın ‘Kimse şah değil padişah değil’ adlı şarkısının çalındığı Burdur mitinginde Başbakan’ın hafiye teşkilatı kurup herkesi dinlediğini öne sürerken Erdoğan’a çok iyi bir malzeme vereceğinin farkında değildi: “İnsan karısıyla, arkadaşıyla konuşamaz hale geldi. Şöyle ağız tadıyla küfretme imkânını bile ortadan kaldırdılar.”
Baykal’ın ‘AKP görevlisi gibi çalıştığını’ iddia ettiği valilere yönelik sözleri de sonraki tartışmalara damgasını vuracaktı: “Arkamda iktidar var diye kimse hesap yapmasın. AKP ile gelenler Acele Posta Servisi’yle gider.”
Erdoğan, ‘padişah’ mevzusuna ilk kez Mersin’de girdi. “Ben fakir sultan. Gönüllerin sultanı olmaya çılışıyorum” diyen Başbakan ‘padişah’ eleştirisini adrese iade ediyordu: “Sayın Baykal, kaç yıldır CHP’nin başında. CHP’nin padişahı mısın sen? Aynı şey sayın Bahçeli içinde geçerli değil mi?”

‘Vali değil höşmerim yerim’
Kırşehir’de konuşan Baykal’ın gündemindeyse “AKP ile gelen APS ile gider” uyarısına “Valimi sana yedirmem” diye yanıt veren Başbakan vardı: “Benim vali yemek alışkanlığım yok. Kırşehir’in hoşmerim tatlısını yemeyi tercih ederim. Vali’yi ne yapayım ?”
Bahçeli’de Aydın’da Erdoğan’ın üslubunu eleştiriyordu: “‘Padişah’, ‘Şehzade’, ‘Fatih...’ Bu kadar büyük sıfatlarla süsleniyorsun. Ama kürsüye çıkıp kötü bir üslupla konuşuyorsun. Paltosunu bir omzuna almış, siyasi üslubu kirletiyor.”
Baykal da Giresun’dan ‘padişah’ uyarısı yapıyordu: “Başbakan için ‘Son Osmanlı Padişahı’ yazılı pankart açılıyor. Son Osmanlı padişahı, İngiliz savaş gemisine binerek kaçmış insandır.”
9 Mart’ta Aydın’da miting yapan Erdoğan, Baykal’ın kendisine verdiği fırsatı değerlendiriyordu: “Baykal, çocukların ahlakını bozuyorsun. ‘Telefonda bile iktidara rahat küfredemeyeceğim’ diyor. Yahu bu söylenir mi?”
Bir gün sonra Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesindeyse Erdoğan Baykal’a ‘höşmerim’ uyarısı yaptı: “Baykal ‘Ben vali yemem, hoşmerimi yerim’ dedi. Fazla yeme şekerin yükselebilir.
Ankara’da gazetecilerle dolaşan Baykal’sa İzmir lokması yerken, Erdoğan’a mesaj gönderdi: “Şekerim normal. Sanıyorum Başbakan’ın yüksek şekeri çok yemesinden kaynaklanıyor.”
Eskişehir’de konuşan Başbakan, seçmen sayısının milyon artmasına dikkat çekerek “AKP için başarı eşiği yüzde 52 oydur” diyen Baykal’ın sözleriyle keyiflenmişti: “Sen CHP’nin başında olduğun sürece siyasette mizaha evelallah gerek yok. Şaka gibi, mizah gibi, fıkra gibi adamsın.”
Bir gün sonraki Yalova mitingindeyse Erdoğan yine Baykal’ı anlatıyordu: “‘CHP 2011’de iktidara gelecek’ diyor. Herhalde dili sürçtü. Sanırım 3011 diyecekti. Allah uzun ömür versin.”
Sonraki gün Hayat’da miting yapan Baykal, Erdoğan’a ağır bir dille yanıt verdi: “Sen benim ne zaman Başbakan olacağımı bırak. Bir insan Başbakan olur ya da olmaz. Ama şimdi adam olamayanlar 3011 yılında da adam olamazlar.”

‘Şifreli kanal’ önerisi
Aynı saatlerde Erdoğan Kırklareli’nde şunları söylüyordu: “Baykal, ‘Ağız tadıyla birbirimize küfredemiyoruz’ diyor. Eğer sen küfür edeceksen gece 12.00’den sonra et. Veyahut şifreli kanallarla yap bu işi.”
Eşek sonunda 17 Mart’ta Niğde’de konuşan Baykal’ın da diline düştü: “Ağzına son günlerde eşektir semerdir bir şey tutturdu. Ona Ziya Paşa’dan çok güzel bir şey okumak istiyorum, ‘Bed asla necabet mi verir hiç üniforma/Zerduz palan ursan eşek yine eşektir.’”
18 Mart itibarıyla liderlerin tartışma literatürüne ‘Mehmet’, ‘Ali’ ve ‘Erbil’ kavramları da girdi. Yalova’da bindiği feribotun 20 dakika AKP seçim otobüsünü beklemesine kızan şovmen Mehmet Ali Erbil canlı yayında hükümeti eleştirmişti. Uşak’ta bunu hatırlatan Baykal, “Başbakan’ı televizyonda tartışmaya davet ediyorum. İster Uğur Dündar, ister Ali Kırca, ister Mehmet Ali Birand, isterse Mehmet Ali Erbil yönetsin programı ” dedi.
Erdoğan Karaman’da Baykal’ın teklifini yine geri çevirdi: “Tutturmuş bir şey televizyon, televizyon, hayırdır ya televizyonda şov mu yapacaksın? Televolede var bir tane adamın, çık onunla yap. Sayın Baykal laf salatası yapma.”

Tavuklu muhalefet
Isparta’da konuşan Bahçeli’yse ‘tavuk’lu ‘yumurta’lı muhalefet yapıyordu: “Hükümdar, köylüden haksız olarak yumurta alırsa, adamları ve yandaşları köylünün bütün tavuklarını almaya başlar. Yolsuzluk tepeden aşağı sarıyor.”
Liderler yaklaşık bir buçuk ay süren seçim maratonlarında neredeyse çıktıkları her meydanda aynı sözleri tekrarlayıp durdular. Kimin neyi vaadettiği, hangi adayın hangi projelerle yola çıktığı gibi konularsa ya hiç konuşulmadı, ya da argo tonu yüksek atışmaların arasında kayboldu gitti.

27 Mart 2009 Cuma

İngiltere’de Irak sendromu

ABD’nin Vietnam’ı işgali sırasında karşılaşılan direniş, ABD askeri kayıpları ve savaşın vahşetinin ABD kamuoyunda yol açtığı ‘Vietnam sendromu’nun bir benzeri de Irak’ın işgali sonrasında yaşanıyor. ABD’de ölen asker ailelerinin gösterdikleri tepki, işgale destek veren İngiltere’de de yaşanıyor. İngiltere hükümeti, karşılaştığı baskılar sonucunda İngiliz ordusunun Irak’a savaşa gönderilmesinin kapsamlı biçimde soruşturulacağını açıkladı.
İngiltere hükümeti, İngiliz ordusunun 2003 yılında Irak’ta savaşa gönderilmesine yol açan gelişmelerin bağımsız ve kapsamlı bir biçimde soruşturulacağını açıkladı.
Dışişleri Bakanı David Milliband, parlamentoda yaptığı açıklamada, soruşturmanın temmuz sonundan itibaren mümkün olan en kısa zamanda başlayacağını söyledi.
Bu tarihte Irak’ta bulunan en son muharip birliklerin de geri çekilmiş olması planlanıyor.
Hükümet daha önce böylesi bir soruşturmayı, ancak İngiliz askerlerinin sıcak çatışmalardan tümüyle çekilmesinden sonra değerlendirebileceklerini söylemişti.
Irak’taki İngiliz askerlerinin sayısı temmuz sonunda 4 bin 100’den 400’e indirilecek.
Muhalefetteki muhafazakarlar ise soruşturmaya hemen başlanmasının önünde hiçbir “makul engelin” bulunmadığını söylüyor.
Dışişleri Bakanı Milliband, bakanların kapsamlı bir soruşturma açılması konusunda hemfikir olduklarını ama bunun ne zaman olacağı ile ilgili bir ayrıntı vermeye hazır olmadıklarını söyledi.
‘ÜZÜCÜ BİR HATA’
Muhafazakar Partili gölge dışişleri bakanı Willam Hague ise parlamenterlere hitaben yaptığı konuşmada, sürecin hemen başlaması gerektiğini ve halihazırda başlamamış olmasının bile “üzücü bir hata” olduğunu söyledi.
Irak’ta ölen İngiliz askeri personelinin aileleri de İngiltere başbakanlığına bir mektup yazarak, kapsamlı bir soruşturma başlatılmasını talep etmişti.
Gerekli dersleri alacağız, hükümetin işleyişinde nelerin yanlış gittiğini de öğreneceğiz.
İngiltere’de şu ana kadar konuyla ilgili olarak iki ayrı soruşturma açılmıştı. Bunlardan biri “Hutton” diğeri ise “Butler soruşturması” olarak anılıyor.
Adını Başyargıç Lord Hutton’dan alan ilk soruşturma, Ağustos-Eylül 2003’te yapılmıştı.
Lord Butler tarafından yürütülen soruşturma ise 2004’ün ilk yarısında yapılmıştı. Butler soruşturması savaş öncesindeki “istihbarat hatalarını” ele alırken Hutton soruşturması Eski Hükümet Danışmanı David Kelly’nin ölümüne uzanan süreci ele almıştı. (DIŞ HABERLER)

Köle siparişi patrondan seçmesi İŞKUR’dan

Seçimlere birkaç gün kala, Başbakan Erdoğan, krizin bizi teğet geçtiği iddiasını ısrarla sürdürürken, işsiz ve çaresiz kalan işçilerin sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor.
Seçimlere birkaç gün kala, Başbakan Erdoğan, krizin bizi teğet geçtiği iddiasını ısrarla sürdürürken, işsiz ve çaresiz kalan işçilerin sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor. Sabah saatlerinde uğradığımız İŞKUR Gaziantep İl Müdürlüğü önünde 150 civarında işsiz vardı. Sürekli gelip gidenlerle birlikte bu sayı gün boyu binleri buluyor. Bugünkü kalabalığın nedeni, bir halı firmasının 20 civarında işçiyi işe alacak olması. 150 kişi bu iş için mülakattan geçecek. Bir önceki gün yine benzer bir iş için bekleyen işçi sayısı 500 civarındaymış. Ama bu mülakatlardan geçip işe girebilmek hiç de kolay değil. Çünkü fiziki yeterlilik, deneyim vb. vasıflar, başvurunuzun kabul edilmesi için yeterli değil.
İŞSİZLİĞİ FIRSATA ÇEVİRMEK
İşsizliğin bu kadar yoğun ve iş arayanların her koşulda çalışmayı kabul edecek kadar çaresiz olmasını çok iyi bir fırsata çeviren firmalar, oldukça “yaratıcı” yöntemlere başvuruyorlar. Bunlardan biri, 18-29 yaş şartı. Hükümetin, sözde genç işçilerin istihdamını teşvik etmek için çıkardığı ama özünde işverenleri sigorta yükünden kurtarmaktan ve 30 yaşın üstündeki işçilerin işsiz kalmasından başka bir işe yaramayan bu uygulamaya göre 18-29 yaş arasında yeni alınan işçilerin sigorta primleri devlet tarafından karşılanıyor. Başka bir uygulama ise 4 aylık eğitim süresi. Bu uygulamaya göre örneğin 20 işçi alacağını duyuran Bayteks adlı halı fabrikası, İŞKUR aracılığıyla, bu işte deneyimli, ücretleri 1000-1500 düzeyinde olan yüzlerce halı dokuma işçisi işsiz varken, deneyimsiz olan genç işçileri almak istiyor. Montaj bölümünde çalıştırılacak bu işçiler, 500 TL ücret alacak ve eğitim süresi olarak kabul edilen ilk 4 ay boyunca da ücretleri İŞKUR tarafından ödenecek. Böylece bu işyerlerinde hem ücretler yüzde 100, yüzde 200’ler civarında geriye çekilmiş oluyor, hem de işveren ilk dört ay ücret vermeden işçi çalıştırmış oluyor.
PATRONLARIN PERSONEL BÜROSU MU?
İşverenlerin bu yollara başvurması çok şaşırtıcı değil. Ama asıl tuhaf olan, işçilerin işsizliğini, aç ve çaresiz olmasını bile onları daha fazla sömürmenin fırsatına çeviren patronların, bu insafsız uygulamalarını İŞKUR aracılığıyla yapabilmesi. Yani bir devlet kurumu olan ve görevi işsizlere hizmet etmek ve onlara çalışabilecekleri iş bulmak olan bir kurum, direkt patronlara bağlı, personel alma bürosu gibi çalışıyor. Şu anda işsiz olan eski bir NAKSAN işçisinin söyledikleri, bu durumu çok çarpıcı bir şekilde özetliyor: “Önce RİTAŞ’a, NAKSAN’a ya da başka bir fabrikaya iş başvurusu için direkt oraya giderdiniz. Fabrikanın yetkilisi, koşulları söylerdi. Haksız-hukuksuz da olsa başka çareniz olmadığı için kabul ederdiniz. Şimdi bu işi onların yerine İŞKUR yapıyor. Patron nasıl bir köle siparişi vermişse İŞKUR da ona göre adam seçiyor.”
SERBEST PİYASA EKONOMİSİ
Bu sözlerin hiç de haksız olmadığını, İŞKUR’un önündeki panoya asılı işçi alacak firmaların ilanlarından da anlamak mümkün. Mesela İŞKUR, işçi ihtiyacı olan bir firmaya çalışması için işçi gönderiyor ama işyeri işçi 32 yaşında olduğu için işe almıyor ve İŞKUR’un işçiye uygulanan bu keyfiyete karşı hiçbir yaptırımı ya da itirazı yok. Yine örneğin işçi alacak işyerlerinden biri olan ve İŞKUR’un da işçi bulup göndereceği RİTAŞ’ta işçiler, 12 saat ve sigorta primleri eksik yatırılarak çalıştırılıyor ama İŞKUR bu konuda da “Yapacak bir şey yok” diyor. Bu uygulamaları sorduğumuz Gaziantep İŞKUR Müdürü Besim Eviz’in cevabı ise son derece kapsamlı. “Serbest piyasa ekonomisinde böyle” diyor İŞKUR müdürü. 30 yaş ve üstü işçilerin işe alınmamasına ilişkin sorduğumuz soruya ve İŞKUR’un önünde bekleyen 30 yaşın üstündeki işçilerin tepkisine ise şöyle yanıt veriyor Eviz: “Biz işverenin talebine uygun eleman göndermek zorundayız. Bu, Türkiye’nin gerçeğidir. Siz de işveren olsanız 20 yaşındaki eleman varken 40 yaşındaki elemanı almazsınız.”
İŞSİZ ANLATIYOR MÜDÜR DİNLİYOR
İŞKUR’un önünde bekleyen onlarca işçi, sorunlarını anlatıyor. Hepsinin hikayesinde, sadece vicdanla, adalet duygusuyla bağdaşmayan değil, hiç de adaletli olmayan yasalara göre bile suç olan birçok haksızlık var. İşte birkaç örnek:
* Ben 7 yıl RİTAŞ’ta çalıştım. Patron küfür etti, hakaret etti ve işten ayrıldım. İçerideki maaşımı bile vermedi. Çıkış kağıdımı vermediği için işsizlik ödeneği alamıyorum. Daha bir de başka firmalara haber gönderiyor, ‘Bu adamı işe almayın’ diye.
* Ben 8 aydır işsizim. İşveren içerideki 1500 TL paramı vermedi. Sigortamız eksik yatırıldığı için işsizlik ödeneği de alamıyorum.
* Ben 13 yıl Sanko’da çalıştım. 1 yıl önce işten atıldım, şimdi işsizim. İşsizlik ödeneği de bitti. 30 yaşın üstünde olduğum için işe almıyorlar.
* Üç buçuk yıl NAKSAN’da çalıştım. Beni tazminatsız ayrılmaya zorlamak için olmadık baskılar yaptılar. 8 aylık evliyim ama işsiz olduğum için şimdi ayrılmak üzereyiz.
İŞKUR’un önündeki işsizler bütün bunları anlatılırken, İŞKUR müdürü hemen binanın önündeki merdivenlerde bize bakıyor ve bütün söylenenleri duyuyor. Türkiye İş Kurumu’nun Gaziantep müdürüne soruyoruz; “Bütün bu keyfiyete, haksızlıklara neden göz yumuluyor” diye. Yanıt yok. Yanıt, 6 aydır işsiz olan eski RİTAŞ işçisi Durdu Yılmaz’dan geliyor: “Çünkü devlet de hükümet de onlar için var.”