Bilindiği üzere devrim ve sosyalizmden yüz çevirerek,
sosyalizme cepheden saldırma da sorunlu
olan liberal reformistler sosyalizm içeriğini bozmak ve anlamsız hal getirmek
için her şeyin önüne özgürlük” takısı ekleyerek
işin içinde kolay yoldan çıkmaya
çalıştılar. İşte “özgürlükçü laiklik”
dediğimiz şey de tam olarak bu liberal atmosferde yeşermiş bir “sapma”dır. Ve
ne yazık ki bu “sapma”, bu zehirli atmosferi soluyan “solcu”nun beyin
kıvrımlarında kendini yeniden yeniden üretir.
İlerici niteliklere sahip herhangi bir kavramı
“liberalize” etmek istiyorsanız başına “özgürlükçü” gibi bir tanım getirmeniz
yeterli olacaktır. Buna çok çeşitli örnek, tarihin kuytu dehlizlerine girmeksizin
bulunabilir. “Özgürlükçü Marksizm, özgürlükçü demokrasi, özgürlükçü devrim,
Özgürlük Sosyalizm ” gibi kavramlar, okuyucunun yakından tanıdığı “bulamaçlar”
olarak entelektüel dimağında asılı durmakta.
Özgürlük, kuşku yok ki bir olgudur ve bugün politik
tartışma alanının bir parçasıdır. Bu önermenin bizi yönlendirdiği en şaşmaz
sonuç ise; özgürlüğün politik bir olgu olduğu gerçeğidir. Ve yine şüphesiz
politik olgu, sosyal bağlamından soyutlanarak değerlendirilemez. Yani özgürlük,
şeyle kurduğu ilişki ve bu ilişkinin olası sonuçları itibariyle
değerlendirilir.
Dolayısıyla bir seri katilin toplumla kurduğu ilişki
ve bu ilişkinin olası sonuçları gözetilmeden, (onun) özgürlüğünden bahsetmek,
sakat bir yaklaşım olacaktır. Hapisteki seri katilin özgürlüğünden
bahsettiğiniz andan itibaren, onun insan öldürme özgürlüğünü de tanımış
olursunuz. Bu gerçek, özgürlük olarak tanımlanan olgunun, sosyal bağlamından
soyutlanarak değerlendirilemeyeceğini gösterir.
Salt başına bir özgürlük, doğadaki her şey için
istenir bir argüman olarak dillendirilemez. Her şeye özgürlük şiarıyla
ortalıkta arz-ı endam eden sıradan özne, özü itibariyle popülist propaganda
aracından başka bir şeye tekabül etmemektedir. Tartışma cephaneliğimizin
gelişmesine vesile olan en temel karakter de işte bu propagandist tiptir.
Ne yazık ki, bu prototip, “her şeye, her yerde, her
zaman özgürlük” gibi yükselen post modern/liberal trende uygun bir şiarla,
liberal sol cenahta güçlü bir yer edinmiş durumda. Belirli bir donanımdan
yoksun olan bu “solcu”, liberal rüzgârın şiddeti ile yalpalamakta, politik
arenada oradan oraya savrulmakta. O kadar ki, içler acısı durumunu, Batı’dan
esen modanın tılsımlı tesiri altında fark edemez ve solculuk adına, gericiliğe
özgürlük diyen grotesk bir tip olarak alandaki yerini alır.
İşte “özgürlükçü laiklik” dediğimiz şey de tam olarak
bu liberal atmosferde yeşermiş bir “sapma”dır. Ve ne yazık ki bu “sapma”, bu
zehirli atmosferi soluyan “solcu”nun beyin kıvrımlarında kendini yeniden
üretir.
Laiklik, “özgürlükçü” gibi bir sıfata ihtiyaç duymadan
tarihsel işlevini yerine getiren bir misyona sahiptir. “Özgürlükçü” sıfatıyla
anılır olduğu her ortamda ise, sekülerizmin temel varoluş prensiplerinin
ortadan kaldırılmasına hizmet etmiştir.
Örneğin Malezya’da 1988’de Yargıtay kararıyla laiklik
tescillenmişti. Ancak Nisan 2007’de Mizan Zeynel Abidin’in kral seçilmesi
başörtülü eşinin de ilk kez saray protokolüne girmesine neden oldu. Bu duruma
muhalefetteki laiklik yanlısı iki parti dışında tepki gösteren neredeyse
olmadı. Bunlar ise tepkilerini yemin törenine katılmayarak göstermenin ötesine
geçemediler. Ülkedeki solcular ve liberaller ise başörtüsünü bir insan hakkı ve
inanç özgürlüğü olarak değerlendirerek, bir anlamıyla Krala desteklerini
sundular.
Bu kesimler, şeriat istemediklerini; ancak özgürlükçü
bir laikliğin yeşermesi gerektiğini dile getiriyorlardı. Bu ise kaçınılmaz
olarak şeriat yanlısı Kral’a destek anlamına geliyordu. Arkasına aldığı bu
rüzgâr ile Kral Zeynel Abidin ülkede laikliğin tartışılmasını yasaklayacak ve
bu da gittikçe laikliğin toplum hayatından silinmesine neden olacaktı. Nitekim
Başbakan Yardımcısı Necib Razak, bu tartışmalar üzerine İslam’ın ülkenin resmi
dini olduğunu açıklayacaktı.
Malezya bugün (Müslümanlar ülke nüfusunun % 50’inden
sadece biraz fazla olmasına rağmen); şeriat mahkemeleri ve İslamî
üniversitelerin yer aldığı, laiklik savunucularının hapse atıldığı, yerli ve
yabancı pek çok müzisyenin konserlerinin yasaklandığı ve dönemin inançlara
özgürlük yanlısı solcularının bin pişman olduğu bir ülke konumunda.
Malezya hükümetinin bir süre önce çeşitli kanunlarda
yaptığı değişiklikler ile Ramazan’da oruç tutmayanlara ve çalışmaya devam eden
lokantalara karşı “Sivil Oruç Polisleri” görevlendirildi; bununla birlikte
Müslüman erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerinin ve eşlerinden
dilediklerinde boşanabilmelerinin önü açıldı.
Anlaşılıyor ki “özgürlükçü laiklik”, Malezya’da
laikliğin sona ermesi için gerekli bir yardımcı itenek olarak, şeriat
yanlılarının yardımına koşmuş oldu.
Malezya’nın laiklik savunucularından Avukat Malik
İmtiyaz’a kulak verelim: “Başlangıçta olup bitenleri ciddiye almıyorduk.
‘Malezya Afganistan mı, İran mı olacak yani?’ diye şakalaşıyorduk. Ama şimdi
anayasal din özgürlüğünü savunduğum için şehirde benim resimlerimi ‘Ölü olarak
aranıyor’ afişi yapıp dağıtıyorlar. (…) Hiçbirimiz [tehlikenin] bu kadar
yakında olduğunu göremedik. Ilımlı İslam diye bir şey olmayacağını, isteklerini
hep ileri götüreceklerini yeni anlıyoruz.”
Çok açık ki İslam, siyasallaşma eğilimi gösteren
despotik bir ideolojidir. Ona şu veya bu oranda özgürlük tanırsanız, yayılmak
ve kendisi gibi olmayanı yok etmek için fırsat bulmuş olacaktır.
Peki “özgürlükçü laikliğin” alametifarikası nedir?
Laiklikte olmayan ne vardır onda?
“Özgürlükçü laikçilik”le dile getirilmek istenen tam
olarak; “devletin tüm din ve inançlara özgürlük tanıması ve eşit bir yaklaşım
sergilemesi” biçiminde karşımıza çıkıyor. Sıradan okuyucu bunda bir beis
görmeyecektir. Ancak olay, olgu ve devinim arasında tutarlı bir neden sonuç
bağıntısı kurabilen ve örnekler arasında mantıklı korelasyonlar oluşturabilen
ortalama zekâya sahip her kişi, “inançlara özgürlük” ve “inançlara eşit
yaklaşım”ın, insanlık için vahim sonuçlar doğuracağını idrak edebilmektedir.
Bugün “özgürlükçü laiklik”, başörtüsünü bir insan
hakkı ve inanç özgürlüğü olarak değerlendirmekte ve savunmaktadır. Oysa örtünme
sistematik ve kaidelere bağlı olduğu için ve olduğu sürece en temel insan hakkı
ihlallerindendir. Kadının doğadaki varoluşunu kısıtlayan bir düzenin uç vermiş
halidir. Türban, kadının ikinci sınıf bir cins olduğunun kabulüdür. Anlaşılıyor
ki laikliğin özgürlükçü sıfatıyla vuku bulmuş bu hali, “insan haklarının
ihlaline” de özgürlük tanımaktadır.
İnançlara özgürlük, inancın gerici niteliği nedeniyle
ilericilik adına dillendirilmeye başlandığı andan itibaren, gericiliğin dümen
suyunda yüzen bir “ilericilik”in, boğulma sahneleriyle karşılaşmak işten bile
değildir.
Zira maddi delillere ve nesnel dayanaklara ihtiyaç
duymayan kabullere inanç diyoruz. Yani, olayı-olguyu ya da herhangi bir varoluş
biçimini, nesnel zemine ve kanıta gereksinim duymadan açıklayan, bu anlamıyla
bilimsel dayanaklardan yoksun her türden yorum, bir inançtır. Şu halde
ilericilik ve laiklik adına inançlara özgürlük, esasen bilime karşı olmaktan
başka hiçbir anlam ifade etmemektedir.
“Özgürlükçü laikçilik” aynı zamanda tüm inançlara eşit
yaklaşımdan bahsetmektedir. Oysa eşitsiz gelişim yasası gereği doğadaki şeyler
birbirinden farklı gelişmişlik evrelerine sahiptir. Dolayısıyla eşit
olmayanlara eşit yaklaşım, eşitlik gibi bir sonuç doğurmaz. Bu yaklaşım
eşitsizliğin kaynağıdır.
Eşitlik, şeylere eşit yaklaşımla değil, soncu eşit
olacak şekilde farklı dozajlarda etkiyle mümkündür. Eşitlikçi yaklaşım, sonuç
üzerinde bir aynılık yaratma hamlesidir. Açıktır ki eşit olmayan şeylere eşit
dozajlardaki yaklaşım, sonuca eşitlik bağlamında herhangi bir etki yapmaz. Yani
ülkede Müslümanlarla eşit olmayan koşullarda bulunan; Hıristiyanlar, ateistler,
Aleviler gibi çeşitli grupların eşitsizliğini sürdürmenin bir yolu da
“inançlara eşit yaklaşım” belagatidir.
Üstelik yayılım eğilimi gösteren ve kendi gibi
olmayanı kendi gibi yapmaya uğraşan İslam gibi bir anlayışla, böyle bir fikre
sahip olmayan Aleviliği aynı oranda besleyerek aynı koşullarda yaşamaya
zorlamak, Aleviliğin yok edilmesinden başka bir biçimde sonuçlanmayacaktır.
Zira İslam, ontolojik olarak herkesi Müslüman yapma güdüsüyle doğmuştur.
İslam’ın bu en temel varlık nedeni; onu başka inançlara özgürlük tanımaz bir
forma sokmuştur. İslam, yapısı gereği kendi gibi olmana yaşam hakkı tanımaz.
Yani özgürlükçü laikçilerin tartışmanın belirli bir
aşamasında can simidi gibi sarıldıkları; “bireyin inama ya da inanmama hakkı”,
İslam dininin inanmama hakkını tanımaması nedeniyle anlamsız bir tümceye
dönüyor. İslam dinine özgürlük vurgusu, İslam dışı olan tüm anlayış ve
yapıların “cenaze namazına çağrı”dan başka bir şey değildir.
“Yetmez ama evetçilik”in ya da enternasyonal arenada
söylendiği biçimiyle “kullanışlı aptallığın” yeni türevi olan “özgürlükçü
laikçilik”, analizden yoksun bir refleksle, laiklikle Kemalizm arasına güçlü
bir göbek bağı örerek, gerçek laiklikten, vebadan kaçar gibi kaçmaktadır.
Türkiye burjuva hareketi, güçlü bir sosyal zemin
üzerinde filizlenmedi. Bir anlamıyla ana rahminde yeterli gelişimini
tamamlayamadan, prematüre doğdu. Toplumsal dayanaktan ve kitle desteğinden
mahrum bu hareket, modern ve klasik anlamda bir burjuva düşününün ilerici
hamlelerini de taşıyamadı. Yani toplumsal kudretin manivelasından yoksun olan
burjuvazi bu topraklarda, feodal güçlerle keskin bir hesaplaşma içine giremedi.
Türkiye burjuvazisi, bu şartlar altında, tavizler
vererek serpildi ve yapısal olarak diktatöryal bir muhtevaya sahipti. Laiklik
de bu tavizlerle gelişimini tamamlayarak, modern/Batı tipi bir laiklik ile
Osmanlı şeriatı arasında, evrimini nihayetlendirememiş bir ara form olarak
kaldı. Türk tipi laiklik, İslam’a tavizler veren ve onu denetim altında tutarak
diğer din ve inançlar üzerinde hüküm sahibi bir hal almasına zemin hazırlayan
bir formasyona döndü.
Ancak Türkiye burjuvazisinin bu öznel durumu, kavramsal
olarak laikliğe dair hiçbir şey ifade etmiyor. Bunu anlayacak entelektüel
kapasiteden yoksun liberal “solcu” ise, laiklikle Kemalizm arasında yıllarca
neden-sonuç ilişkisi aradı durdu. Bugün yüksek dozajda liberal radyasyona maruz
kalmış bu “solcu”yu kurtarmak, neredeyse imkânsız gibi.
Bileşik kaplar yasasına göre; alt kısımları birbirine
bağlı, değişik yükseklik ve değişik hacimlerdeki kapların içine konan sıvı, her
kabın içinde aynı seviyeyi buluncaya kadar yükselir. Ancak sıvılar aynı cinsten
değilse, bunların arasındaki yükseklik farkı, sıvıların yoğunluğu ile ters
orantılıdır.
“Özgürlükçü laikliğin” dile getirdiği “inançlara
özgürlük ve eşitlik” argümanını bileşik kaplar yasasına göre dizayn edilen bir
formülle açıklayacak olursak: Devlet vasıtasıyla alt kısımları birbirine bağlı
olan farklı kapların içindeki “inanç sıvısı” her kabın içinde aynı seviyeye
kadar yükselecektir. Ancak bu “inanç sıvıları” aynı cinste ve yoğunlukta
değilse, bunların arasındaki yükseklik farkı, bunların yoğunluğu ile ters orantılı
olacaktır.
Cinsleri ve yoğunlukları aynı olmayan inançlara,
birbirine bağımlı platformlar içinde özgürlük ve eşitlik istenmesi durumunda,
bileşik kaplar yasasına göre cinsleri ve yoğunlukları farklı olan Alevilik,
İslam, Hıristiyanlık, ateizm, Musevilik vs. arasında yükseklik farkı
oluşacaktır.
Burada güçlü olan inançlarla tanınmış özgürlükler,
görece daha zayıf olanların yaşam alanlarına doğru genişleyerek, onlar üzerinde
bir baskı haline dönecektir. Zira özgürlük, merkezden çevreye doğru genişleyerek
başka özgürlük alanlarını kısıtlama istidadı taşır. Bugün Türkiye’de yaşanan
tam olarak budur. Özgürlük alanlarının genişlemesi, güçlü olanın diğerleri
üzerinde hüküm sürmesi ile sonuçlanır. İnançlara özgürlük demek bu anlamıyla
İslam’ın özgürlük alanını genişletmek demektir. Bu ise inançsızların, laiklerin,
Alevilerin ve tüm İslam dışı toplumların İslam tarafından imhası anlamına
gelir. Zira seri katilin davranış örüntüleriyle İslam’ın davranış örüntüleri
arasında tutarlı benzerlikler vardır.
Kuşkusuz bu yazının önermesi ‘laikçi teyzelerin’ cahil
küstahlığıyla örtüşür değildir. Zira laiklik, İslam-Sünni-Hanefiliğin yarı
modern ve devletçi yorumundan çok daha ötesidir. Laiklik, devletin ateist
olması dışındaki hiçbir varyasyonu referans alınarak tanımlanamaz. Laiklik
dolayımın da liberal “solcu”nun anlamadığı iki gerçekten biri budur. Bir diğeri
ise olguya (bu yazıda ele aldığımız biçimiyle gericiliğe) özgürlük tanımanın,
tarihi ve sosyal bağlamlarından soyutlanarak yapılamayacağıdır. Özgürlük
düşmanı bir “şey”in özgürlüğünden bahsetmek, liberal solcunun en büyük
çıkmazıdır. Zira özgürlüğü tanımayana özgürlük diyerek, esaslı bir özgürlük
düşmanlığı yapmaktadır.