13 Ağustos 2018 Pazartesi

Liberalizmin Yeni Adı Özgürlükçü Sosyalizm, Özgürlük Laiklik..!


özgürlük savaşımla kazanılır ile ilgili görsel sonucu
Bilindiği üzere devrim ve sosyalizmden yüz çevirerek, sosyalizme cepheden saldırma  da sorunlu olan liberal reformistler sosyalizm içeriğini bozmak ve anlamsız hal getirmek için her şeyin önüne özgürlük” takısı ekleyerek  işin içinde  kolay yoldan çıkmaya çalıştılar.  İşte “özgürlükçü laiklik” dediğimiz şey de tam olarak bu liberal atmosferde yeşermiş bir “sapma”dır. Ve ne yazık ki bu “sapma”, bu zehirli atmosferi soluyan “solcu”nun beyin kıvrımlarında kendini yeniden yeniden üretir.
İlerici niteliklere sahip herhangi bir kavramı “liberalize” etmek istiyorsanız başına “özgürlükçü” gibi bir tanım getirmeniz yeterli olacaktır. Buna çok çeşitli  örnek, tarihin kuytu dehlizlerine girmeksizin bulunabilir. “Özgürlükçü Marksizm, özgürlükçü demokrasi, özgürlükçü devrim, Özgürlük Sosyalizm ” gibi kavramlar, okuyucunun yakından tanıdığı “bulamaçlar” olarak entelektüel dimağında asılı durmakta.
Özgürlük, kuşku yok ki bir olgudur ve bugün politik tartışma alanının bir parçasıdır. Bu önermenin bizi yönlendirdiği en şaşmaz sonuç ise; özgürlüğün politik bir olgu olduğu gerçeğidir. Ve yine şüphesiz politik olgu, sosyal bağlamından soyutlanarak değerlendirilemez. Yani özgürlük, şeyle kurduğu ilişki ve bu ilişkinin olası sonuçları itibariyle değerlendirilir.
Dolayısıyla bir seri katilin toplumla kurduğu ilişki ve bu ilişkinin olası sonuçları gözetilmeden, (onun) özgürlüğünden bahsetmek, sakat bir yaklaşım olacaktır. Hapisteki seri katilin özgürlüğünden bahsettiğiniz andan itibaren, onun insan öldürme özgürlüğünü de tanımış olursunuz. Bu gerçek, özgürlük olarak tanımlanan olgunun, sosyal bağlamından soyutlanarak değerlendirilemeyeceğini gösterir.
Salt başına bir özgürlük, doğadaki her şey için istenir bir argüman olarak dillendirilemez. Her şeye özgürlük şiarıyla ortalıkta arz-ı endam eden sıradan özne, özü itibariyle popülist propaganda aracından başka bir şeye tekabül etmemektedir. Tartışma cephaneliğimizin gelişmesine vesile olan en temel karakter de işte bu propagandist tiptir.
Ne yazık ki, bu prototip, “her şeye, her yerde, her zaman özgürlük” gibi yükselen post modern/liberal trende uygun bir şiarla, liberal sol cenahta güçlü bir yer edinmiş durumda. Belirli bir donanımdan yoksun olan bu “solcu”, liberal rüzgârın şiddeti ile yalpalamakta, politik arenada oradan oraya savrulmakta. O kadar ki, içler acısı durumunu, Batı’dan esen modanın tılsımlı tesiri altında fark edemez ve solculuk adına, gericiliğe özgürlük diyen grotesk bir tip olarak alandaki yerini alır.
İşte “özgürlükçü laiklik” dediğimiz şey de tam olarak bu liberal atmosferde yeşermiş bir “sapma”dır. Ve ne yazık ki bu “sapma”, bu zehirli atmosferi soluyan “solcu”nun beyin kıvrımlarında kendini yeniden üretir.
Laiklik, “özgürlükçü” gibi bir sıfata ihtiyaç duymadan tarihsel işlevini yerine getiren bir misyona sahiptir. “Özgürlükçü” sıfatıyla anılır olduğu her ortamda ise, sekülerizmin temel varoluş prensiplerinin ortadan kaldırılmasına hizmet etmiştir.
Örneğin Malezya’da 1988’de Yargıtay kararıyla laiklik tescillenmişti. Ancak Nisan 2007’de Mizan Zeynel Abidin’in kral seçilmesi başörtülü eşinin de ilk kez saray protokolüne girmesine neden oldu. Bu duruma muhalefetteki laiklik yanlısı iki parti dışında tepki gösteren neredeyse olmadı. Bunlar ise tepkilerini yemin törenine katılmayarak göstermenin ötesine geçemediler. Ülkedeki solcular ve liberaller ise başörtüsünü bir insan hakkı ve inanç özgürlüğü olarak değerlendirerek, bir anlamıyla Krala desteklerini sundular.
Bu kesimler, şeriat istemediklerini; ancak özgürlükçü bir laikliğin yeşermesi gerektiğini dile getiriyorlardı. Bu ise kaçınılmaz olarak şeriat yanlısı Kral’a destek anlamına geliyordu. Arkasına aldığı bu rüzgâr ile Kral Zeynel Abidin ülkede laikliğin tartışılmasını yasaklayacak ve bu da gittikçe laikliğin toplum hayatından silinmesine neden olacaktı. Nitekim Başbakan Yardımcısı Necib Razak, bu tartışmalar üzerine İslam’ın ülkenin resmi dini olduğunu açıklayacaktı.
Malezya bugün (Müslümanlar ülke nüfusunun % 50’inden sadece biraz fazla olmasına rağmen); şeriat mahkemeleri ve İslamî üniversitelerin yer aldığı, laiklik savunucularının hapse atıldığı, yerli ve yabancı pek çok müzisyenin konserlerinin yasaklandığı ve dönemin inançlara özgürlük yanlısı solcularının bin pişman olduğu bir ülke konumunda.
Malezya hükümetinin bir süre önce çeşitli kanunlarda yaptığı değişiklikler ile Ramazan’da oruç tutmayanlara ve çalışmaya devam eden lokantalara karşı “Sivil Oruç Polisleri” görevlendirildi; bununla birlikte Müslüman erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerinin ve eşlerinden dilediklerinde boşanabilmelerinin önü açıldı.
Anlaşılıyor ki “özgürlükçü laiklik”, Malezya’da laikliğin sona ermesi için gerekli bir yardımcı itenek olarak, şeriat yanlılarının yardımına koşmuş oldu.
Malezya’nın laiklik savunucularından Avukat Malik İmtiyaz’a kulak verelim: “Başlangıçta olup bitenleri ciddiye almıyorduk. ‘Malezya Afganistan mı, İran mı olacak yani?’ diye şakalaşıyorduk. Ama şimdi anayasal din özgürlüğünü savunduğum için şehirde benim resimlerimi ‘Ölü olarak aranıyor’ afişi yapıp dağıtıyorlar. (…) Hiçbirimiz [tehlikenin] bu kadar yakında olduğunu göremedik. Ilımlı İslam diye bir şey olmayacağını, isteklerini hep ileri götüreceklerini yeni anlıyoruz.”
Çok açık ki İslam, siyasallaşma eğilimi gösteren despotik bir ideolojidir. Ona şu veya bu oranda özgürlük tanırsanız, yayılmak ve kendisi gibi olmayanı yok etmek için fırsat bulmuş olacaktır.
Peki “özgürlükçü laikliğin” alametifarikası nedir? Laiklikte olmayan ne vardır onda?
“Özgürlükçü laikçilik”le dile getirilmek istenen tam olarak; “devletin tüm din ve inançlara özgürlük tanıması ve eşit bir yaklaşım sergilemesi” biçiminde karşımıza çıkıyor. Sıradan okuyucu bunda bir beis görmeyecektir. Ancak olay, olgu ve devinim arasında tutarlı bir neden sonuç bağıntısı kurabilen ve örnekler arasında mantıklı korelasyonlar oluşturabilen ortalama zekâya sahip her kişi, “inançlara özgürlük” ve “inançlara eşit yaklaşım”ın, insanlık için vahim sonuçlar doğuracağını idrak edebilmektedir.
Bugün “özgürlükçü laiklik”, başörtüsünü bir insan hakkı ve inanç özgürlüğü olarak değerlendirmekte ve savunmaktadır. Oysa örtünme sistematik ve kaidelere bağlı olduğu için ve olduğu sürece en temel insan hakkı ihlallerindendir. Kadının doğadaki varoluşunu kısıtlayan bir düzenin uç vermiş halidir. Türban, kadının ikinci sınıf bir cins olduğunun kabulüdür. Anlaşılıyor ki laikliğin özgürlükçü sıfatıyla vuku bulmuş bu hali, “insan haklarının ihlaline” de özgürlük tanımaktadır.
İnançlara özgürlük, inancın gerici niteliği nedeniyle ilericilik adına dillendirilmeye başlandığı andan itibaren, gericiliğin dümen suyunda yüzen bir “ilericilik”in, boğulma sahneleriyle karşılaşmak işten bile değildir.
Zira maddi delillere ve nesnel dayanaklara ihtiyaç duymayan kabullere inanç diyoruz. Yani, olayı-olguyu ya da herhangi bir varoluş biçimini, nesnel zemine ve kanıta gereksinim duymadan açıklayan, bu anlamıyla bilimsel dayanaklardan yoksun her türden yorum, bir inançtır. Şu halde ilericilik ve laiklik adına inançlara özgürlük, esasen bilime karşı olmaktan başka hiçbir anlam ifade etmemektedir.
“Özgürlükçü laikçilik” aynı zamanda tüm inançlara eşit yaklaşımdan bahsetmektedir. Oysa eşitsiz gelişim yasası gereği doğadaki şeyler birbirinden farklı gelişmişlik evrelerine sahiptir. Dolayısıyla eşit olmayanlara eşit yaklaşım, eşitlik gibi bir sonuç doğurmaz. Bu yaklaşım eşitsizliğin kaynağıdır.
Eşitlik, şeylere eşit yaklaşımla değil, soncu eşit olacak şekilde farklı dozajlarda etkiyle mümkündür. Eşitlikçi yaklaşım, sonuç üzerinde bir aynılık yaratma hamlesidir. Açıktır ki eşit olmayan şeylere eşit dozajlardaki yaklaşım, sonuca eşitlik bağlamında herhangi bir etki yapmaz. Yani ülkede Müslümanlarla eşit olmayan koşullarda bulunan; Hıristiyanlar, ateistler, Aleviler gibi çeşitli grupların eşitsizliğini sürdürmenin bir yolu da “inançlara eşit yaklaşım” belagatidir.
Üstelik yayılım eğilimi gösteren ve kendi gibi olmayanı kendi gibi yapmaya uğraşan İslam gibi bir anlayışla, böyle bir fikre sahip olmayan Aleviliği aynı oranda besleyerek aynı koşullarda yaşamaya zorlamak, Aleviliğin yok edilmesinden başka bir biçimde sonuçlanmayacaktır. Zira İslam, ontolojik olarak herkesi Müslüman yapma güdüsüyle doğmuştur. İslam’ın bu en temel varlık nedeni; onu başka inançlara özgürlük tanımaz bir forma sokmuştur. İslam, yapısı gereği kendi gibi olmana yaşam hakkı tanımaz.
Yani özgürlükçü laikçilerin tartışmanın belirli bir aşamasında can simidi gibi sarıldıkları; “bireyin inama ya da inanmama hakkı”, İslam dininin inanmama hakkını tanımaması nedeniyle anlamsız bir tümceye dönüyor. İslam dinine özgürlük vurgusu, İslam dışı olan tüm anlayış ve yapıların “cenaze namazına çağrı”dan başka bir şey değildir.
“Yetmez ama evetçilik”in ya da enternasyonal arenada söylendiği biçimiyle “kullanışlı aptallığın” yeni türevi olan “özgürlükçü laikçilik”, analizden yoksun bir refleksle, laiklikle Kemalizm arasına güçlü bir göbek bağı örerek, gerçek laiklikten, vebadan kaçar gibi kaçmaktadır.
Türkiye burjuva hareketi, güçlü bir sosyal zemin üzerinde filizlenmedi. Bir anlamıyla ana rahminde yeterli gelişimini tamamlayamadan, prematüre doğdu. Toplumsal dayanaktan ve kitle desteğinden mahrum bu hareket, modern ve klasik anlamda bir burjuva düşününün ilerici hamlelerini de taşıyamadı. Yani toplumsal kudretin manivelasından yoksun olan burjuvazi bu topraklarda, feodal güçlerle keskin bir hesaplaşma içine giremedi.
Türkiye burjuvazisi, bu şartlar altında, tavizler vererek serpildi ve yapısal olarak diktatöryal bir muhtevaya sahipti. Laiklik de bu tavizlerle gelişimini tamamlayarak, modern/Batı tipi bir laiklik ile Osmanlı şeriatı arasında, evrimini nihayetlendirememiş bir ara form olarak kaldı. Türk tipi laiklik, İslam’a tavizler veren ve onu denetim altında tutarak diğer din ve inançlar üzerinde hüküm sahibi bir hal almasına zemin hazırlayan bir formasyona döndü.
Ancak Türkiye burjuvazisinin bu öznel durumu, kavramsal olarak laikliğe dair hiçbir şey ifade etmiyor. Bunu anlayacak entelektüel kapasiteden yoksun liberal “solcu” ise, laiklikle Kemalizm arasında yıllarca neden-sonuç ilişkisi aradı durdu. Bugün yüksek dozajda liberal radyasyona maruz kalmış bu “solcu”yu kurtarmak, neredeyse imkânsız gibi.
Bileşik kaplar yasasına göre; alt kısımları birbirine bağlı, değişik yükseklik ve değişik hacimlerdeki kapların içine konan sıvı, her kabın içinde aynı seviyeyi buluncaya kadar yükselir. Ancak sıvılar aynı cinsten değilse, bunların arasındaki yükseklik farkı, sıvıların yoğunluğu ile ters orantılıdır.
“Özgürlükçü laikliğin” dile getirdiği “inançlara özgürlük ve eşitlik” argümanını bileşik kaplar yasasına göre dizayn edilen bir formülle açıklayacak olursak: Devlet vasıtasıyla alt kısımları birbirine bağlı olan farklı kapların içindeki “inanç sıvısı” her kabın içinde aynı seviyeye kadar yükselecektir. Ancak bu “inanç sıvıları” aynı cinste ve yoğunlukta değilse, bunların arasındaki yükseklik farkı, bunların yoğunluğu ile ters orantılı olacaktır.
Cinsleri ve yoğunlukları aynı olmayan inançlara, birbirine bağımlı platformlar içinde özgürlük ve eşitlik istenmesi durumunda, bileşik kaplar yasasına göre cinsleri ve yoğunlukları farklı olan Alevilik, İslam, Hıristiyanlık, ateizm, Musevilik vs. arasında yükseklik farkı oluşacaktır.
Burada güçlü olan inançlarla tanınmış özgürlükler, görece daha zayıf olanların yaşam alanlarına doğru genişleyerek, onlar üzerinde bir baskı haline dönecektir. Zira özgürlük, merkezden çevreye doğru genişleyerek başka özgürlük alanlarını kısıtlama istidadı taşır. Bugün Türkiye’de yaşanan tam olarak budur. Özgürlük alanlarının genişlemesi, güçlü olanın diğerleri üzerinde hüküm sürmesi ile sonuçlanır. İnançlara özgürlük demek bu anlamıyla İslam’ın özgürlük alanını genişletmek demektir. Bu ise inançsızların, laiklerin, Alevilerin ve tüm İslam dışı toplumların İslam tarafından imhası anlamına gelir. Zira seri katilin davranış örüntüleriyle İslam’ın davranış örüntüleri arasında tutarlı benzerlikler vardır.
Kuşkusuz bu yazının önermesi ‘laikçi teyzelerin’ cahil küstahlığıyla örtüşür değildir. Zira laiklik, İslam-Sünni-Hanefiliğin yarı modern ve devletçi yorumundan çok daha ötesidir. Laiklik, devletin ateist olması dışındaki hiçbir varyasyonu referans alınarak tanımlanamaz. Laiklik dolayımın da liberal “solcu”nun anlamadığı iki gerçekten biri budur. Bir diğeri ise olguya (bu yazıda ele aldığımız biçimiyle gericiliğe) özgürlük tanımanın, tarihi ve sosyal bağlamlarından soyutlanarak yapılamayacağıdır. Özgürlük düşmanı bir “şey”in özgürlüğünden bahsetmek, liberal solcunun en büyük çıkmazıdır. Zira özgürlüğü tanımayana özgürlük diyerek, esaslı bir özgürlük düşmanlığı yapmaktadır.