Türkiye işçi sınıfı 71 yıl önce sendika
hakkını elde etti. Peki, hepsi sınıf çıkarlarına sırtını dönen sendikalar,
bugün nasıl yeniden kazanılabilir?
Sendikalar, işçilerin en önemli mücadele
araçlarından biri. İşçi sınıfının, sanayi devrimi ile tarih sahnesine çıktığı
1900’lü yıllarda patronlara karşı birlik olma çabalarının ürünü olarak ortaya
çıkan sendikalar her zaman patronlar ve hükümetlerin yasaklarına karşı
kurulması için bedeller ödenen kurumlar oldu. Ülkemizde de sendikalar 71 yıl
önce bugün, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devrolan ve yasaklardan hapis
cezalarına kadar türlü baskılara karşın verilen işçi mücadelesi sayesinde yasal
haklarına kavuştu. 20 Şubat 1947’de çıkan ‘5018 sayılı İşçi ve İşveren
Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesiyle, daha
önce fiili olarak faaliyet gösteren sendikalar yasal olarak kurulabildi.
Ancak bugüne gelindiğinde sendikalar
işçi sınıfının gündemindeki en önemli tartışma konularından. Hükümet ve
patronların güdümüne girerek sınıf çıkarlarından uzaklaşan, yönetim yapılarında
oluşan bürokratik yapılarla işçinin sesine, taleplerine sırtını dönen
sendikaların yeniden kazanılması önemli sorunların başında geliyor. Tarihinden
bugüne, kazanımlarıyla, sorunlarıyla sendika hakkına göz atalım...
CUMHURİYET DÖNEMİNİN İLK İŞÇİ ÖRGÜTÜ:
AMELE TEALİ CEMİYETİ
Toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmeye
başlandığı Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1924’te Amele Teali Cemiyeti kuruldu.
Osmanlı’dan o döneme bölük pörçük devam eden işçi mücadeleleri Amele Teali’nin
çatısı altında bir araya gelmeye başladı. 1925 başlarında bu örgütlenmenin 30
bini aşkın üyesi bulunuyordu. ‘İş Yasası tasarısının’ hükümet gündemine girdiği
1925’te 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak tanınması, işçi sınıfının ve Amele
Teali’nin en önemli talepleri arasında yer aldı. Dönemin Hükümeti, işçi
sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele gününü amacından saptırmak
için, 1 Mayıs’ı ‘Bahar ve Çiçek Bayramı’ olarak ilan etti.
1925: TAKRİR-İ SÜKUN YASASI İLE HER
TÜRLÜ CEMİYET YASAKLANDI
Şeyh Sait isyanı sonrası, 12 Mart
1925'te, çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu sonrasında örgütlenmek neredeyse
imkansız hale geldi. Takrir-i Sükun Kanunu ülkede demokrasiyi tökezleten,
sendikal hareketlerin gelişimini kesintiye uğratan ve oldukça uzun sürecek bir
dönemin başlangıcı oldu. Takrir-i Sükun Kanunu ile “sükûnu sağlamak” üzere
hükümete her türlü cemiyeti kapatmak yetkisi verildi, işçilerin siyasal ve
sendikal örgütleri yasaklandı. Daha önceki yıllarda İşçi Bayramı olarak
kutlanan 1 Mayıs ise yine 1925'de Bahar Bayramı olarak ilan edildi.
Takrir-i Sükun yasasına rağmen 1 Mayıs
1927’de 2000’e yakın işçi iş bırakarak Amele Teali’nin binasında toplandı, 1
Mayıs’ı kutladı. 1927’nin sonlarında Amele Teali Cemiyeti ‘yasadışı’ ilan
edilerek kapatıldı. 150 sendika üyesi ve cemiyetin yönetim kurulu üyeleri
tutuklandı, pek çok kişi işkence gördü. Cemiyet binasına el konuldu. Amele
Teali Cemiyeti’nin dağıtılması ardından, işçilerin sendikal örgütlenmesi
engellendi. İşçilerin ısrarla devam eden ancak cılız kalan örgütlenme
girişimleri ise başarısızlıkla sonuçlandı.
1938: CEMİYET SERBEST, İŞÇİ ÖRGÜTÜ YASAK
1938'e gelindiğinde çıkarılan Cemiyetler
Kanunu ile cemiyet kurmanın önündeki engeller kaldırıldı. Ancak sınıf esasına
dayanan cemiyetlerin kurulması hala yasaktı. Bu kanun ile her türlü cemiyet
kurulması serbest iken, işçi örgütleri ‘yasadışı’ kabul ediliyordu. 1939'da
başlayan II. Dünya Savaşı boyunca, işçiler için zorunlu fazla mesaî uygulaması
getirildi, çalışma koşulları ağırlaştı.
İkinci Dünya Savaşından, faşizme karşı
olan güçlerin zaferle çıkması, sosyalizmin itibarının yükselmesi ve işçi
iktidarı tartışmalarının yayılması Türkiye’de de yankılandı. Bu gelişmeler
üzerine 1946 Haziranında, Cemiyetler Kanununda değişiklik yapılarak sınıf
esasına dayanan cemiyetlerin kurulması serbest hale getirildi. Ancak, işçilerin
sendika kurma özgürlüğüne kavuşmalarıyla ortaya çıkan çok sayıda sendika
iktidarı telaşa düşürdü, 1946 yılının Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi,
bütün işçi kuruluşları kapatıldı, yöneticileri mahkemelerde yargılandı.
1947: SENDİKALAR KURULDU, TİS VE GREV
YASAK
İkinci Dünya Savaşı döneminde zorunlu
fazla mesai ve ağırlaşan çalışma koşulları altında ezilen işçilerin ısrarlı
mücadelesi üzerine 1947’de 5018 Sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendikal
Birlikler Kanunu’nun yürürlüğe girdi. Bu gelişmeyle işçiler, en önemli mücadele
araçlarından birini resmi olarak elde etmiş oldu. Grev ve toplusözleşme hakkı
için ise fiili mücadele devam edecekti. DP, 1949 yılında hazırladığı program
hedeflerinde sendikalara grev hakkının tanınacağını savundu fakat iktidara
gelince programındaki grev hakkı tasarısını rafa kaldırdı.
1952: DEVLET ÇAĞIRDI, ABD’Lİ UZMANLARIN
NEZARETİNDE TÜRK-İŞ KURULDU
Aynı dönemde sendikalaşan işçilere
baskılar arttı, baskılara rağmen işçiler işyeri düzeyinde örgütlenmeyi
sürdürdü. Gelişen örgütlenmeler ilerleyen süreçte bölgesel düzeyde etkili
olmaya başladı. 1950’li yıllara gelindiğinde, üye sayıları ciddi rakamlara
ulaşan sendikalar, 1952 yılında Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu
(Türk-İş) kurdu.
Siyasi partilerin ve devletin gözetim
altında tutmaya ve yönlendirmeye çalıştığı sendikaların Türk-İş’i kurma
sürecinde karmaşık ilişkilerin devreye girdiği, ABD’den çağrılan uzmanların
nezaretinde ‘Amerikan paradigmaları’ esasına uygun bir konfederasyon yapısı
oluşturulduğu bilinen bir durumdu. Öyle ki, ilerleyen yıllarda sendikal
hareketin ‘milliyetçi’ ve ‘anti-komünist’ bir karakter kazanmasında ABD ve
ABD’ye eğitime gönderilen sendikacılar önemli bir rol oynadı.
1961: YÜZ BİNLERCE İŞÇİ GREV VE
TOPLUSÖZLEŞME İSTEDİ
Sendikalara yasal statü kazandırılmasına
karşın toplusözleşme ve grev hakkı kanunda yer almamıştı. Grev ve toplu
sözleşme talebinin yasalarda yer bulması 1960’lara kadar uzandı. 1960 darbesi
sonrası yömnetime el koyan askeri cunta, toplusözleşme ve grev hakkını açıkça
tanınmasına karşın, gerekli diğer yasal düzenlemeleri hayata geçirmedi. Bu hak
ilerleyen yıllarda işçilerin fiili mücadelesiyle somutluk kazandı. Yasal
düzenlemenin olmaması nedeniyle hakkın fiilen kullanılmasının engellenmesine
tepki gösteren işçiler, 1961’de Saraçhane Mitingi’ni düzenledi. Mitinge
yaklaşık 200 bin işçi katıldı. Bu mitingle işçiler hem örgütlenme haklarına
sahip çıktıklarını ifade etti hem de grev ve toplusözleşme taleplerini
haykırdı.
1963: FİİLİ MÜCADELE GREV VE
TOPLUSÖZLEŞME HAKKINI GETİRDİ
Saraçhane Mitingi’nin ardından 1963
yılında hayat bulan Kavel Direnişi toplu sözleşme ve grev hakkının
kazanılmasını sağlayan en önemli fiili mücadele örneklerinden oldu. İstanbul
Sarıyer’de kurulu Vehbi Koç’a ait Kavel Kablo Fabrikası’nda Amerika’dan gelen
genel müdürün göreve başlamasıyla işçiler üzerindeki baskılar artmıştı.
Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’na üye 170 işçinin sabrını taşıran fazla
mesai ve kıdem esasına göre verilen yıllık ikramiyelerin kaldırılması ve
sendikadan istifa etmeleri yönündeki baskılar oldu. Maden-İş’in yaptığı
görüşmelerde sonuç alınmadı. İşçiler, patronun bu saldırgan tutumuna karşı iş
bıraktı.
28 Ocak 1963’te başlayan iş bırakma ve
direniş eylemi, işçilerin grev hakkının 275 sayılı Toplu İş sözleşmesi Grev ve
Lokavt Kanunu ile yasalara geçmesiyle son buldu.
BUGÜN: SENDİKAL BÜROKRASİYE KARŞI İŞÇİ
SINIFI NE YAPMALI?
Dün işçi sınıfının mücadelesi sonucu,
yine bir mücadele aracı olarak kurulan sendikaların bugün içinde bulunduğu
durum ise Türkiye işçi sınıfının en çok tartıştığı konu. Sendikalaşma
oranlarındaki düşüş, sendikalara duyulan güvenin azalmasının en önemli nedeni
işçi sınıfı çıkarlarından uzaklaşan sendikal bürokrasi... Bugün patronların ve
hükümetin güdümünde hareket eden, varlık nedeni olan işçiye sırtını dönen
sendikacılara, sendikal bürokrasiye karşı neler yapılmalı? Bu soruyu Sendika
Uzmanı Erkan Aydoğanoğlu şöyle yanıtlıyor: ‘Sendikaların gerçekten işçi
sınıfının mücadele merkezi haline dönüşebilmesi için tek yol yine işçilerin
mücadelesi...”
‘İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİYLE SENDİKALARIN
GÜCÜ PARALELDİR’
Sendikaların ilk kurulduğu dönemdeki
işlevleriyle bugünkü işlevleri arasında bir fark olmadığını söyleyen Erkan
Aydoğanoğlu, bu işlevi şöyle özetledi: İşçilerin birleşme, mücadele ve
dayanışma merkezleri. Bunun teorik tanımlama olduğunun altını çizen
Aydoğanoğlu, bugün pratikte durumun aynı olmadığını söyledi. Geçmişten bugüne
yaşanan deneyimlere dikkat çeken Aydoğanoğlu, “Sendikaların işçilerin değil,
patronların ya da onların güdümündeki sendikal bürokrasinin denetiminde olması
sendikaların özü itibariyle en önemli mücadele aracı olması gerektiği gerçeğini
değiştirmiyor. Tarihte de gördüğümüz gibi, sendikaların güçlü olduğu dönemler
aynı zamanda işçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu dönemlerdir. Bu ikisi
arasında paralellik kurmak gerekiyor. Sendikal mücadeledeki zayıflık da, yani
sendikaların işçi denetimi dışına çıkması, sendikal bürokrasinin kontrolü
altına girmesi, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin düzeyiyle alakalı” dedi.
Diğer pek çok ülkede olduğu gibi
Türkiye’de de sınıf mücadelesinin olağan akış içerisinde sürmediğini ifade eden
Aydoğanoğlu, işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar üzerindeki baskılara dikkat
çekti:
“Patronların baskıları, hükümetlerin
baskıları var, OHAL sürecinde yasaklanan grevler var. OHAL olmasa da
yasaklanabiliyor grevler.”
‘YASAKLARI AŞMANIN YOLU, YASAKLARA
RAĞMEN FİİLİ MÜCADELE’
Bu yasakları aşmanın yolunun yine
mücadele olduğunu söyleyen Erkan Aydoğanoğlu, “Bu yasaklara karşı yapılması
gereken yasalara, sendikal mevzuata takılmadan fiili mücadeleyi sürdürmektir.
Avrupa’da, İngiltere’de sendikal mücadelenin yasaklandığı dönemde işçiler nasıl
yasaklara rağmen bütün riskleri göze alarak kitlesel mücadele yürütüp yasakları
kaldırdılarsa benzer bir şey bugün Türkiye’de de yapılabilir” dedi. İşçilerin
ağır baskı koşulları altında bunun yapılamayacağını düşündüğünü ifade eden
Aydoğanoğlu, sendikaların gerçekten işçi sınıfının mücadele merkezi haline
dönüşebilmesi açısından tek kurtuluş yolunun da yine işçilerin mücadelesi
olduğunu söyledi.
Sendikal bürokrasinin saldırılarına ve
sendikaların kurumsal olarak işçi sınıfı çıkarlarının aleyhine attığı adımlara
karşı işçilerin sendikalarda birleşmesi gerektiğini söyleyen Erkan Aydoğanoğlu,
“Tek çıkış yolu var: İşçilerin kendi örgütü olan sendikaları yeniden ayağa
kaldırmalı. Bunu için işçiler artan oranda sendikalara katılmalıdır. Sadece
seçimlerde oy kullanarak yöneticileri seçerek değil, bütün sürecin bir parçası
olması gerekiyor” dedi.
‘İŞÇİLER MÜCADELE ETMEZSE, O BOŞLUĞU
SENDİKAL BÜROKRASİ DOLDURUR’
Sendikal bürokrasiye karşı, sendikaların
demokratikleştirilmesi mücadelesinin önemine de dikkat çeken Aydoğanoğlu, bunun
yöntemini şöyle somutlaştırdı:
“Sendika temsilciliği yukarıdan yapılan
atamalar yüzünden Türkiye gibi ülkelerde çoğu zaman kağıt üstünde kalan bir
mekanizma haline geliyor. Ama işçiler tepki gösterince mesela, metal işçileri
2015’te bunu yaptı, Türk Metal Sendikası göstermelik de olsa seçim yapmak
zorunda kaldı. Bunun nedeni şu; işçiler eğer mücadeleye katılmazsa, geri
durursa sendikal bürokrasi o boşluğu dolduracak adımlar atacaktır. Ama işçiler
fiili komitelerle, temsilcilik mekanizmasıyla ya da mevcut temsilcilik
mekanizmasını zorlayarak, ondan görevlerini yapmasını talep ederek, tüzükteki
görevlerini yerine getirmesini isteyerek, yapamıyorsa geri çağırıp kendi
inisiyatifini oluşturarak mekanizmalarını yaratmalı. Mevcut mekanizmalar
işçilerin katılımıyla demokratikleştirilmeli, işçilerin birliğini geliştirecek
şekilde yeniden düzenlenmeli.”
Cem ŞİMŞEK
Evrensel