13 Nisan 2017 Perşembe

Bedenlerini açlıkIığa yatıranlara selam olsun..!


Evvel zaman içinde değil, hepimizin gözü önünde yaşanıyor. Açlık, bedenin içinde kendi zaman dilimini yaratıp, eritiyor eti kemiği. Çukurlaşan gözlerden, kuruyan dudaklardan ve bedenden sıyrılan deriden geriye kalan insan, insanlık için yutkunuyor kendi canını.
Soğuk duvarların arasında ölüm dolanıyor. Beton çatlaklarından sızıp işliyor önce kemiğe, sonra yüreğe, sonra beyne. Vakit tamam olduğunda, dost yüzlü bir gülüş düşüyor yüzün çehresine. Aynada buharlaşan o son nefes, havayı bir bıçak gibi kesiyor.
Kesiyor!
İnsanın avazını ve gözyaşlarını içine gömenler, saçlarına ve sakallarına düşen o beyaz masallara tutunup, insanlığı anlatıyorlar kalanlara.
Gidenler bizim! Ve gidenler, kalanlara asla bir veda bırakmazlar.
Gitmek ayrılık değildir çünkü. Açlığın kitabında vedalaşmak yazmaz, hep buluşmayı müjdeler kelimeler, sözcükler, cümleler…
Günler geçiyor.
Zaman, açlığın bedeninde kuruyor alarmını. Yüreğin tik takları ağırlaşıyor, hareket yavaşlıyor, kelimeler bir ağır çekim içinde kulaklara ulaşıyor. Her şey ve herkes, açlığa yatanların hafifleyen bedenlerinin etrafında yavaşlıyor. Hafifleyen beden ile ağırlaşan zaman ve hareket arasına sıkışan ses, beton duvarların çatlaklarının arasından, tel örgülerin üzerinden dışarıya süzülüyor.
Ses yok,
Sesler kayıp,
Sesler fısıltılı,
Sesler ürkek,
Sesler umursamaz,
Sesler birbirinden bağımsız akıp geçiyor önümüzden…
“Ölmezler” diyen iç konuşmalar, “Bırakırlar” diyen dış konuşmalar, “Zamanı mı şimdi?” diyen kaçkın buluşmalar, “Yine mi?” diyen asık suratlar…
Bir önemi yok hiç birinin.
Gerçek, açlığa yatanın iradesindedir çünkü. Hakikat, tüm bu konuşmaların nedenini, bahanesini alıp yere çalmak için yaşamı açlığa yatırıp susmuştur.
Şimdi bedene yatırılan açlık konuşacaktır.
Zalim üretenden zalim çoğaltana, kötülük büyütenden kötülük çoğaltana ve arsız bir puştluğun dört bir tarafı zapturapt altına alarak hepimizi içine doğru çekmesine dur diyecek sesi büyütmenin, sesi örmenin, sesi yükseltmenin; şairin “nerede olursak olalım, içeride, dışarıda…” dizelerinde buluşmaktan geçtiğini biliriz hepimiz.
İçerisi ve dışarısı arasında bir fark yok artık.
Kaybolan, kaybedilen geleceğimizi bulmanın başka yolu yok. İnce bir çizgi var gelecekle geçmiş arasında. İnce bir çizgi var gericilikle aydınlık arasında. İnce bir çizgi var artık, ölüm ile yaşam arasında. Hepimizin hayatlarını tecrit içine alıp, sesimizi, umutlarımızı, hayallerimizi gömmek için en büyük kötülüğü örgütlüyorlar.
Bedenini açlığa yatıran tutsakların seslerine ne kadar uzaklaşırsak, kötülük bir o kadar güçlendirecek kendini.
Bedenini açlığa yatıranların sesine ne kadar tutunur, o sesi ne kadar büyütürsek bir o kadar kendine bir yer bulacak avazlarımız.
Sıkı sıkı kapatılan perdelerin arasından hayata bakmak, yaşamak değildir biliyoruz. Pencereleri, perdeleri açıp, yükselen sesleri içeri alıp, kırık bir aynaya düşmesin diye nefes, sarılacağız birbirimizin nefesine.
Yaşamanın, yaşatmanın başka yolu yok.
Bedenini açlığa yatıran tutsakların, tek talebidir işte bu.