22 Ocak 2018 Pazartesi

EFRİN İŞGALİ MUHALEFETİ BASTIRMA VE ŞEFLİK REJİMİNİN YOLUNU DÖŞEMENİN ADIDIR..!

Yıl 1982. 1976’dan beri Arjantin’de iktidarda olan askeri cunta, ekonomik kriz yüzünden ülkeyi yönetmekte zorlanmaktadır. Yüzde100’ü aşan enflasyon, artan işsizlik özellikle toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan alt ve orta sınıfları vurmaktadır.
General Leopoldo Galtieri liderliğindeki askeri cunta, tepkileri bastırmak için her geçen gün daha fazla şiddet ve baskıya başvurma yoluna gitmektedir. İşkence altında hayatını kaybeden ya da “kaybolanların” sayısı farklı kaynaklara göre 7000 ila 15.000 arasındadır.
Seçenekleri tükenen Galtieri, iç siyasette yolun sonuna gelen her diktatör gibi çareyi bir dış macerada arar ve 1833 yılından bu yana İngiliz sömürgesi olan Las Malvinas/Falklands Adaları’nı işgal eder.
Tarih, 2 Nisan’dır. Harekata, deniz ile gökyüzünün ve Arjantin birliklerini koruduğuna inanılan Hz Meryem’in elbisenin renginden esinlenilerek “Operativo Azul” (Mavi Operasyon) adı verilir.
Müdahaleye hazırlıksız yakalanan az sayıdaki İngiliz birliği fazla direnmez; adalar kısa süre içinde Arjantin kontrolüne geçer. Halkın tepkisi, en azından başlarda, Galtieri’nin istediği gibidir.
Tarihsel ve coğrafi nedenlerle adaları Arjantin toprağı olarak gören halk, Plaza de Mayo’daki Başkanlık Sarayı önünde toplanarak askeri harekata destek verir.
Ne var ki, o sırada İngiltere’de de iktidarda “demir leydi” olarak bilinen Margaret Thatcher vardır ve adaların kaybı imparatorluk geçmişiyle hala tam yüzleşmemiş olan İngilizler tarafından bir “milli gurur” meselesi haline getirilmiştir.
Çok değil, iki ay sonra, 14 Haziran’da İngiltere adaları fazla çaba da sarf etmeden geri alacaktır. İlan edilmemiş savaş, 74 gün sürmüş, 650 Arjantin, 255 İngiliz askerinin hayatına mal olmuştur.
Büyük bir itibar kaybına uğrayan askeri cunta 1983 yılında iktidarı bırakmak zorunda kalacak; Arjantin yeniden sivil yönetime kavuşacaktır.
Yıl 2018. 2002’den beri aynı siyasi partinin iktidarda olduğu Türkiye, OHAL ile yönetilen bir otokrasiye (tek adam yönetimi) dönüşmüştür.
Ekonomik göstergeler pek parlak olmasa da Arjantin’deki gibi bir kriz yaşanmamaktadır. Hukukun tamamen askıya alınması, hak ve özgürlüklerin büyük ölçüde kısıtlanması toplumda geniş çaplı bir tepkiye yol açmamaktadır.
Direnmeye çalışan azınlık da askeri cunta dönemlerini aratmayan yöntemlerle sindirilmekte ya da bastırılmaktadır. Yapılıp yapılmayacağı, yapılsa da hangi koşullar altında gerçekleşeceği belli olmayan 2019 seçimlerinde oylarda kısmi düşüş yaşansa da iktidarın değişmeyeceğine kesin gözüyle bakmak mümkündür.
Öte yandan ülkenin dış itibarı her geçen gün daha kötüye gitmektedir. Yabancı firmalar yatırımı kesmiş, kredi derecelendirme kuruluşları bile şubelerini kapatır hale gelmiştir.
Türkiye, kimi uluslararası örgütlere göre son on senede demokrasisi en çok gerileyen ülke konumundadır. AB macerası sona ermiş, dış politika seçimlerinde yaşanan gelgitler iyice tartışılır hale gelmiştir.
AKP için yolun sonuna gelindiğini söylemek fazla iddialı kaçacak olsa da hem içeride hem dışarıda kredisi giderek tükenen siyasi irade, “kimileri” gibi çareyi bir dış macerada arayacak ve komşu ülke toprakları içinde yer alan bir bölgeyi işgal etmeye kalkacaktır.
Tarih, 20 Ocak’tır. İktidar, belki de toplumu birleştiren tek değer olan “Kürt düşmanlığı” sayesinde istediği desteği almıştır. Doğrudan iktidar kontrolünde olmayan gazetelerde bile savaş çığlıkları atılmaktadır:
“Teröriste demir yumruk, sivile zeytin dalı” (Habertürk); “Türkiye tek yumruk” (Hürriyet); “Türk milleti arkanızda” (Posta); “Hainleri vurduk” (Sözcü). Ana muhalefet partisi lideri “Kahraman ordumuza güvenimiz tam, operasyona da desteğimiz tam” sözleriyle harekata destek verirken, Türk Sanayici ve Is İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı, “Terör odaklarına karşı haklı mücadelede yüreğimiz Türk Silahlı Kuvvetlerimizle birlikte” diye açıklama yapmaktadır.
Ne var ki işgal edilmeye çalışılan bölgenin içinde yer aldığı Suriye’de çok aktörlü kanlı bir iç savaş yaşanmaktadır. Ülkeyi yönetme iddiasında olan Esad rejimi operasyona karşıdır.
Esad, İran ve Rusya tarafından desteklenmektedir. ABD’nin operasyona nasıl baktığı belli değildir.
ABD ve Rusya harekata bir yere kadar yeşil ışık yaktıysa – ki öyle olduğu açık – bundan bir çıkar elde edecekleri içindir ve muhtemelen Türkiye bu iki güce de büyük tavizler vermiştir. Yerelde birbirleriyle çatışan unsurların ne niteliği, ne tarafları bellidir.
Daha da önemlisi, bölge 2012’den beri fiilen Türkiye’nin terörist olarak kabul ettiği, Batılı güçlerin ise ittifak kurduğu PYD’nin kontrolü altındadır. Afrin, 29 Ocak 2014’te Suriyeli Kürtlerin özerk bir yönetim kurduğu Rojava Kantonları’ndan birisidir.
Elbette Rojava’nın geleceği belli değildir. Öte yandan yıllardır ABD tarafından eğitilen ve silahlandırılan, İŞİD’le savaşarak deneyim kazanan, bölgeye hakim YPG’nin Afrin’i TSK’ya altın tepsi içinde sunacağı da düşünülmemelidir.
Üstelik aylarca süren Kobani kuşatmasının gösterdiği gibi, Rojava (Suriye’nin kuzeyi ya da Kürtlerin deyimiyle Batı Kürdistan) kimi kaynaklara göre devleti olmayan en büyük ulus sayılan Kürtler için sembolik önem taşıyan, kendi kendilerini yönetme adına bir model uygulamaya koydukları bir bölgedir.
Türkiyeli Kürtlerin Suriye’deki Kürtlerle ilişkisi Irak ve İran’da yasayan Kürtlerle olduğundan çok daha yakındır; dolayısıyla Kobani örneğinde görüldüğü gibi savaşın Türkiye’ye yansımaları daha direkt ve yoğun olacaktır.
Muhtemelen sahada yaşanacaklar, yitip gidecek olan canlar bu savaşın ne kadar çılgınca bir düşünce olduğunun kısa sürede anlaşılmasına yol açacaktır.
Savaşı bir iç politika aracı olarak görmek sıkça tekrarlanan bir hatadır. Türkiye’yi yönetenlerin ve bu savaşı destekleyenlerin biraz tarih okumalarında ve siyasi pozisyonlarını gözden geçirmelerinde yarar vardır.

Umut Özkırımlı