Yıl 1982. 1976’dan beri Arjantin’de
iktidarda olan askeri cunta, ekonomik kriz yüzünden ülkeyi yönetmekte
zorlanmaktadır. Yüzde100’ü aşan enflasyon, artan işsizlik özellikle toplumun
büyük çoğunluğunu oluşturan alt ve orta sınıfları vurmaktadır.
General Leopoldo Galtieri liderliğindeki
askeri cunta, tepkileri bastırmak için her geçen gün daha fazla şiddet ve
baskıya başvurma yoluna gitmektedir. İşkence altında hayatını kaybeden ya da
“kaybolanların” sayısı farklı kaynaklara göre 7000 ila 15.000 arasındadır.
Seçenekleri tükenen Galtieri, iç
siyasette yolun sonuna gelen her diktatör gibi çareyi bir dış macerada arar ve
1833 yılından bu yana İngiliz sömürgesi olan Las Malvinas/Falklands Adaları’nı
işgal eder.
Tarih, 2 Nisan’dır. Harekata, deniz ile
gökyüzünün ve Arjantin birliklerini koruduğuna inanılan Hz Meryem’in elbisenin
renginden esinlenilerek “Operativo Azul” (Mavi Operasyon) adı verilir.
Müdahaleye hazırlıksız yakalanan az
sayıdaki İngiliz birliği fazla direnmez; adalar kısa süre içinde Arjantin
kontrolüne geçer. Halkın tepkisi, en azından başlarda, Galtieri’nin istediği
gibidir.
Tarihsel ve coğrafi nedenlerle adaları
Arjantin toprağı olarak gören halk, Plaza de Mayo’daki Başkanlık Sarayı önünde
toplanarak askeri harekata destek verir.
Ne var ki, o sırada İngiltere’de de
iktidarda “demir leydi” olarak bilinen Margaret Thatcher vardır ve adaların
kaybı imparatorluk geçmişiyle hala tam yüzleşmemiş olan İngilizler tarafından
bir “milli gurur” meselesi haline getirilmiştir.
Çok değil, iki ay sonra, 14 Haziran’da
İngiltere adaları fazla çaba da sarf etmeden geri alacaktır. İlan edilmemiş
savaş, 74 gün sürmüş, 650 Arjantin, 255 İngiliz askerinin hayatına mal
olmuştur.
Büyük bir itibar kaybına uğrayan askeri
cunta 1983 yılında iktidarı bırakmak zorunda kalacak; Arjantin yeniden sivil
yönetime kavuşacaktır.
Yıl 2018. 2002’den beri aynı siyasi
partinin iktidarda olduğu Türkiye, OHAL ile yönetilen bir otokrasiye (tek adam
yönetimi) dönüşmüştür.
Ekonomik göstergeler pek parlak olmasa
da Arjantin’deki gibi bir kriz yaşanmamaktadır. Hukukun tamamen askıya
alınması, hak ve özgürlüklerin büyük ölçüde kısıtlanması toplumda geniş çaplı
bir tepkiye yol açmamaktadır.
Direnmeye çalışan azınlık da askeri
cunta dönemlerini aratmayan yöntemlerle sindirilmekte ya da bastırılmaktadır.
Yapılıp yapılmayacağı, yapılsa da hangi koşullar altında gerçekleşeceği belli
olmayan 2019 seçimlerinde oylarda kısmi düşüş yaşansa da iktidarın
değişmeyeceğine kesin gözüyle bakmak mümkündür.
Öte yandan ülkenin dış itibarı her geçen
gün daha kötüye gitmektedir. Yabancı firmalar yatırımı kesmiş, kredi
derecelendirme kuruluşları bile şubelerini kapatır hale gelmiştir.
Türkiye, kimi uluslararası örgütlere
göre son on senede demokrasisi en çok gerileyen ülke konumundadır. AB macerası
sona ermiş, dış politika seçimlerinde yaşanan gelgitler iyice tartışılır hale
gelmiştir.
AKP için yolun sonuna gelindiğini
söylemek fazla iddialı kaçacak olsa da hem içeride hem dışarıda kredisi giderek
tükenen siyasi irade, “kimileri” gibi çareyi bir dış macerada arayacak ve komşu
ülke toprakları içinde yer alan bir bölgeyi işgal etmeye kalkacaktır.
Tarih, 20 Ocak’tır. İktidar, belki de
toplumu birleştiren tek değer olan “Kürt düşmanlığı” sayesinde istediği desteği
almıştır. Doğrudan iktidar kontrolünde olmayan gazetelerde bile savaş
çığlıkları atılmaktadır:
“Teröriste demir yumruk, sivile zeytin
dalı” (Habertürk); “Türkiye tek yumruk” (Hürriyet); “Türk milleti arkanızda”
(Posta); “Hainleri vurduk” (Sözcü). Ana muhalefet partisi lideri “Kahraman
ordumuza güvenimiz tam, operasyona da desteğimiz tam” sözleriyle harekata
destek verirken, Türk Sanayici ve Is İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu
Başkanı, “Terör odaklarına karşı haklı mücadelede yüreğimiz Türk Silahlı
Kuvvetlerimizle birlikte” diye açıklama yapmaktadır.
Ne var ki işgal edilmeye çalışılan
bölgenin içinde yer aldığı Suriye’de çok aktörlü kanlı bir iç savaş
yaşanmaktadır. Ülkeyi yönetme iddiasında olan Esad rejimi operasyona karşıdır.
Esad, İran ve Rusya tarafından
desteklenmektedir. ABD’nin operasyona nasıl baktığı belli değildir.
ABD ve Rusya harekata bir yere kadar
yeşil ışık yaktıysa – ki öyle olduğu açık – bundan bir çıkar elde edecekleri
içindir ve muhtemelen Türkiye bu iki güce de büyük tavizler vermiştir. Yerelde
birbirleriyle çatışan unsurların ne niteliği, ne tarafları bellidir.
Daha da önemlisi, bölge 2012’den beri
fiilen Türkiye’nin terörist olarak kabul ettiği, Batılı güçlerin ise ittifak
kurduğu PYD’nin kontrolü altındadır. Afrin, 29 Ocak 2014’te Suriyeli Kürtlerin
özerk bir yönetim kurduğu Rojava Kantonları’ndan birisidir.
Elbette Rojava’nın geleceği belli
değildir. Öte yandan yıllardır ABD tarafından eğitilen ve silahlandırılan,
İŞİD’le savaşarak deneyim kazanan, bölgeye hakim YPG’nin Afrin’i TSK’ya altın
tepsi içinde sunacağı da düşünülmemelidir.
Üstelik aylarca süren Kobani
kuşatmasının gösterdiği gibi, Rojava (Suriye’nin kuzeyi ya da Kürtlerin
deyimiyle Batı Kürdistan) kimi kaynaklara göre devleti olmayan en büyük ulus
sayılan Kürtler için sembolik önem taşıyan, kendi kendilerini yönetme adına bir
model uygulamaya koydukları bir bölgedir.
Türkiyeli Kürtlerin Suriye’deki
Kürtlerle ilişkisi Irak ve İran’da yasayan Kürtlerle olduğundan çok daha yakındır;
dolayısıyla Kobani örneğinde görüldüğü gibi savaşın Türkiye’ye yansımaları daha
direkt ve yoğun olacaktır.
Muhtemelen sahada yaşanacaklar, yitip
gidecek olan canlar bu savaşın ne kadar çılgınca bir düşünce olduğunun kısa
sürede anlaşılmasına yol açacaktır.
Savaşı bir iç politika aracı olarak
görmek sıkça tekrarlanan bir hatadır. Türkiye’yi yönetenlerin ve bu savaşı
destekleyenlerin biraz tarih okumalarında ve siyasi pozisyonlarını gözden
geçirmelerinde yarar vardır.
Umut Özkırımlı