Osmanlı İmparatorluğu çok uluslu bir
yapıya sahipti. Devlet sınırları içinde yaşayan farklı inanç ve etnik kökene
sahip topluluklara karşı büyük bir hoşgörü ve eşit haklar temelinde
yaklaşıldığı yönündeki propagandalar büyük bir yalandır. Benzeri çok uluslu
devletler gibi Osmanlı da, bir halklar hapishanesi konumundaydı. Bu basit
gerçeği görmek için, Muslüman olmayan topluluklara ve Alevilere karşı izlenen
ayrımcı ve aşağılayıcı politikalara bakmak yeterlidir. Osmanlı
İmparatorluğu’nda hiçbir zaman bütün halklar eşit konumda olmamıştır. Kürtler,
Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Araplar ve tüm azınlıklar üzerinde
baskı ve katliamlar eksik olmamıştır. Bu durum ,tamamen iktidarın niteliği ve
dönemin tarihi, toplumsal gerçekliğinin ürünüdür. Başka türlü olması da
beklenemezdi. Bu tarihsel gerçekliği dikkate almadan, 1915 de Ermeni toplumuna
yönelik gerçekleştirilen “Büyük kıyım” ya da, “Soykırım” olayını anlamak ve
açıklamak mümkün değildir.
ERMENİ OSMANLI İLİŞKİLERİNE KISA BİR
BAKIŞ
Osmanlı idaresi altındaki Ermeni ulusu
ile ilişkiler inişli çıkışlı bir süreç izlemiştir.Genel bir bakışla denebilir
ki, Ermeni toplumu ile iktidar ilişkileri 1800 ortalarına kadar kimi yerel
ayaklanmalar dışında sakin bir seyir izlemiştir. Fransız burjuva devriminin
etkisi ve daha sonraki yıllarda Balkanlar’da baş gösteren bağımsızlık
hareketlerinin artmasıyla birlikte, Ermeni ulusu da kendi bağımsızlık davasına
yönelmiştir. Hınçak ve Taşnak partilerinin sahneye çıkışı bu sureci
hızlandırır. Özellikle 1890-1906 döneminde pek çok bölgede Ermeni direniş
hareketleri gelişir. Bu hareketler kanla bastırılır. Özellikle de bu yıllarda,
tamamen Sünni Kürt aşiretlerinde oluşan ve Sultan Abdülhamid isminden
esinlenerek adına “Hamidiye Alayları” denilen güçler Ermeni direnişçilerine ve halkına
karşı saldırılara güçlü bir şekilde katılır, yüzlerce yıldır kapı komşusu
halinde yaşadıkları Ermeni toplumunun malını mülkünü yağmalar, kadın, çocuk,
ihtiyar demeden insanları katlederler.
1908 de gerçekleşen Jön – Türk devrimi,
Ermeni aydınlar tarafından da desteklenir. Taşnak Partisi ile sıcak ilişkiler
kurulur. Karşılıklı olarak kongrelere delegeler gönderilir, memleket sorunları
birlikte tartışılır, ortak çözüm yolları aranır. Bu durum, 1914 Ağustos ayına
kadar sürer. Taşnak Partisi 1914 Ağustos’ta Erzurum’da kongre yapar. Kongreye
İttihat-Terakki Partisi temsilci olarak Bahattin Şakir’i gönderir. 1. Dünya
Savaşı’nda nasıl bir yol izlenmesi sorunu tartışılır ancak ortak bir fikre
varılamaz. Ermeni tarafı, 1908 devriminde beklediğini bulamamıştır. Reformlar
yapılmamış, saldırılar durmamış, daha da önemlisi, Alman devleti ile kurulan
ittifakla amaçlananlar hiç de Ermeni toplumu yararına görünmemektedir. Bu ve
daha başka nedenlerle “tarafsızlık” politikası izleme kararındadır. Türk tarafı
Ruslara karşı savaşta , Ermenileri yanında görmek ister, ancak anlaşma
sağlanamaz, ipler tamamen kopar.
Tarih sahnesine oldukça geç çıkan Türk
milliyetçiliği, tarihi ve toplumsal nedenlere dayanan güçsüzlüğü ve Batılı
büyük emperyalist devletlerin kuşatması altında, bağımsızlıkçı bir yapılanmadan
çok, şoven ve ilhakçı bir çizgiye kayar.
Avrupa’nın “Hasta adamı” olarak Osmanlı
İmparatorluğu, özellikle Balkanlar ve Arabistan’da büyük toprak ve nüfus
kaybına uğramıştı. Balkanlar kaybedilmiş, Müslüman Arap toplumları da büyük
ölçüde imparatorluk hakimiyetinden kurtulmuştu. Hâlâ egemenliği altındaki
Ermeni ulusu da bağımsızlık yolunda ayaklanabilir ve imparatorluktan
kopabilirdi. “500 yıldır efendisi olarak” yönettikleri “Domuz çobanı Sırplar”,
“Çorbacı Bulgarlar” ve “Meyhaneci Yunanlar”a karşı duyulan kin ve öfke bu
durumda kolayca Ermeni ulusuna karşı yönlendirilebilir ve bu sorun kökten
çözümlenebilirdi.!!
Dağılma, küçülme ve parçalanma sureci
iktidar odağını panikletmiş ve yeni bir politika izlemeye ittirmişti.
Abdülhamit’in “ümmetçi ve panislamist” politikaları imparatorluğu ayakta
tutmaya yetmez olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi somutunda yeni bir akım
olarak, gelişen Türkçülük-Turancılık iktidarın odağına yerleşmeye başladı.
Kuruluşunun ilk yıllarında Osmanlı saltanatına karşı olma temelinde Türk
olmayan milletlerden de kurucuları ve taraftarları bulunan İttihat ve Terakki
Partisi gelinen aşamada içindeki farklı etnik milliyetçileri büyük ölçüde
dışlamış ve tamamen “arınarak” Türk milliyetçisi bir rotaya oturmuştu. Ancak
tek başına Türkçülük iktidar odağını elde tutmaya ve toplumu yeni tehdit olarak
gördüğü, başta Ermeni milleti olmak üzere Rum ve diğer gayrimüslim halklara
karşı savaşa sürmeye muktedir bir silah değildi. Müslüman toplumda henüz
Türkçülük köklü bir güç ve akım haline gelmemişti. Zorunlu olarak İslam
silahına sarıldılar. “Gavura karşı savaş” şiarı, Alevi toplumunun büyük
bölümünü derinden etkileyerek savaşa taraf hale getirmemiş olsa da, toplumun
diğer kesimi kolaylıkla bu şiar etrafında Ermeni ve Rumlara karşı kolayca
kenetlenmişti.
İttihat ve Terakki iktidarı Alman
emperyalizmi güdümünde 1. Dünya Savaşı’na katılma kararı aldı. Amaç, Almanlarla
birlikte Rusya’yı Kafkas bölgesinde kuşatarak işgal etmek ve bu belgedeki
Müslüman ve Türki toplumları yeni nüfus alanları olarak imparatorluğa katmaktı.
Beklenti büyüktü. Büyük Turan ülkesi kurulacaktı!! Toplumu Türkleştirmek,
Müslümanlaştırmak tam da bu dönemde dağılma, parçalanma korkusuna karşı kalkan
olarak benimsendi. İktidarın ideolojik yapılanması aslında sadece
Türkleştirmeyi amaçlasa da, içinde bulunulan tarihi ve toplumsal koşullar
Müslümanlaştırma tezine sarılmayı da zorunlu kılmıştır.
İPLERİN KOPMASI VE SOYKIRIMA GİDEN YOL
1914 de Ermeni Taşnak Partisi’yle
iplerin tamamen kopması üzerine, yeni politika adım adım uygulamaya konuldu.
Önce, askere alınan Ermeni erkek nüfus silahsızlandırıldı. Başta Batı
Ermenistan olmak üzere, Ermeni toplumunun yoğun olarak yaşadığı bölgelere
önceden hazırlanmış çeteler gönderildi. Balkanlar ve Kafkasya’da gördükleri
baskı ve katliamlardan kaçarak her geçen gün küçülen Osmanlı yurduna sığınan
bir milyona yakın Müslüman göçmen, planlı bir biçimde yıllardan beri Ermeni
nüfusun yoğun olarak yaşadığı alanlara yerleştiriliyordu, buna hız verildi.
Özellikle Kürtlerle iç içe yaşanan bölgelerde “çete savaşları” giderek
şiddetlenmişti. 24 Nisan 1915’te İstanbul’da 235 Ermeni aydın ve toplum önderi
yakalanarak sürgüne gönderildi. İstanbul’daki tutuklamalar devam etti, 600
kadar insan daha sürgüne gönderildi. Bunların sağ kalanları sadece 15 kadardır.
24 Nisan’daki bu saldırıya rağmen ortada henüz resmi bir karar ve belge
bulunmuyordu. Resmi karar 27 Mayıs 1915’te alındı ve 1 Haziran’da Resmi
Gazete’de yayınlandı. Ne var ki, gerek resmi açıklama gerekse 24 Nisan
öncesinde Anadolu’da saldırılar fiilen başlamış durumdadır. Adana’da Ermeniler
resmi karar öncesi “Tehcir” için yola çıkarılmışlardı. Ermeniler, sadece Rusya
sınırında sürgüne yollanmadılar. Çankırı, Yozgat, İzmit, Amasya, Antakya,
Maraş, Adana, Kayseri, Malatya, Erzincan, Sivas, İstanbul vb. yerleşim
bölgelerinden de sürüldüler. Yöntem olarak öncelikle erkekler topluluk içinde
seçilerek ayrıştırılıyor ve anında kurşuna diziliyordu. Kadın, çocuk yaşlı ve
hasta demeden insanlar korumasız ve her türlü saldırıya açık bir vaziyette yollara
sürüldü. O dönem henüz Osmanlı sınırları içinde bulunan Halep çöllerine sağ
olarak ulaşanların sayısı hayli azdı. Yol boyunca devlet güçleri, Hamidiye
Alayları, çeteler ve eşkıyalar saldırı ve kıyımlarına devam ettiler.
Osmanlı iktidarının asıl amacı, Ermeni
ulusunu devlet kurma zemininden yoksun kılmaktı. Bir ulus yaşadığı vatanından
koparılarak ölüme sürüldü, yok edildi. 1. Dünya Savaşı bu amacı gerçekleştirmek
için “bulunmaz bir fırsattı”. Gerçekleştirilen “büyük kıyımla” Ermenilerin Batı
Ermenistan’da bir devlet kurabilmeleri tamamen imkansız hale gelmişti. Enver,
Talat ve Cemal Paşa üçlüsü bu durumu sevinç içinde “Ermeni sorunu kökten
çözülmüştür” diye dile getirdiler.
1915’te Osmanlı sınırları içinde yaşayan
Ermeni sayısı, Türk tarafına göre 1 milyon 300 bin kadardı. Ermeni tarafı bu
rakamın 2 milyon üzeri olduğunu söylemektedir. Bugün Türk devleti sınırları
içinde yaşayan Ermeni nüfusu yüz binin altındadır. 1915’de toplam nüfusun onda
biri kadar Ermeni vatandaşın yaşadığını baz aldığımızda bile, bugün Türkiye
sınırları içinde yasal olarak yaşayan en azından 8 milyon Ermeni vatandaşın
olması gerekirdi. “Soykırım olmamıştır, kıyım olmamıştır, sadece savaş anında
karşılıklı kayıplar oldu” diyenlere kendi verdikleri rakamlar temelinde bile
Ermeni toplumunun günümüzde neden bu kadar az olduğunu sormak hakkımızdır. Göç
ettirilen ve öldürülen insan sayısının ne kadar olduğu, bir milyondan fazla mı,
yoksa az mı olduğunu tartışmak anlamsızdır. Soru şudur: 1915’te ülkede en büyük
gayrimüslim toplum olarak, kendi topraklarında yaşayan ve devlet kurmak için
gerekli tüm nesnel koşullara sahip Ermeni ulusuna ne oldu? Ruslarla sadece çok
küçük bir azınlığın savaş anında işbirliği yapmış olması, yüz binlerce
silahsız, savunmasız insanın hiçbir direniş göstermedikleri halde, esir
alınarak katledilmesi ve ölüme gönderilmesi soykırım değil de nedir? Tarihle
yüzleşmek ve sorumluluğumuzu ortaya koymak istiyorsak bu ve benzer soruları
açık yüreklilikle kendimize sormalı ve yanıtlamalıyız.
1915 KIYIMI ULUSLARARASI PAZARLIKLARIN
KONUSU OLMAMALI
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, başta ABD
olmak üzere, Ermenistan ve Batılı devletlerle Türk devleti arasında “24 Nisan
krizi” yaşanacaktır. ABD dışında Batılı devlet parlamentolarının neredeyse
tamamı, 1915’i bir soykırım olarak nitelemiş durumdadır. Hiç kuşkusuz
uluslararası kamuoyunda böyle bir görüşün dillendirilmesi ve çok sayıda ülke
parlamentosunun aldıkları kararlar siyasi ve hukuksal alanda Ermeni toplumu
için önemli bir kazanımdır ve Türk devletine yönelik çok yönlü yaptırımların
önünü açabilir. ABD’nin de “soykırım” yönünde karar vermesi halinde,
bahsettiğimiz çerçevede gelişmeler hızlanacak ve sonuç alıcı adımlar
atılabilecektir. Ne var ki on yıllardan beri bu sorun Türk devleti ile diğer
devletler, özellikle de ABD arasında bir pazarlık konusu olmaya devam
etmektedir. Yaşanmış bunca acı ve yıkımın böylesine kirli bir pazarlığın konusu
olması ve bunun devam ettirilmesi utanç verici bir durumdur. 1915 döneminde
olduğu gibi büyük emperyalist devletlerin bu sorunu kendi çıkarları temelinde
bir “al ver” işine dönüştürmüş olmaları halkların eşit haklar temelinde bir
arada yaşama istek ve iradesine de bir saldırıdır.
KAYPAKKAYA VE ERMENİ SORUNU
Ermeni sorunu ülkemiz sol ve sosyalist
hareketlerinin gündemine esas olarak, ASALA örgütünün Türk diplomatlarına karşı
Avrupa ülkelerinde yönelttiği silahlı cezalandırma eylemleri ile gelmiştir.
Diğer parti ve grupları bir kenara bırakalım, Kaypakkaya geleneğinde gelenler
için de durum budur. 1980 başlarından itibaren içinde yer aldığım yapı bu konuyu
pek çok makale ile ele aldı ve tartıştı. Bu çabalar elbette olumlu ve
önemliydi, ne var ki daha 1972’de Kaypakkaya’nın büyük bir öngörü ve doğru bir
yaklaşımla Ermeni sorununa genel hatlarıyla da olsa değindiğini, kanayan yaraya
parmak bastığını uzun bir dönem görmedik, bilince çıkartarak kendimizi ve
kitleleri eğitmedik. Bu bizlerin ciddi bir eksiği ve yetmezliğidir.
Yazının boyutunu daha fazla şişirmemek
için, Kaypakkaya yoldaşın konuyla ilgili yaptığı değerlendirmelerden kısa bir
sunum yapmakla kendimi sınırlamak istiyorum.
“Bugün Türkiye sınırları içinde hâlâ bir
çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir. Türkiye’de milli
hareketin tabii eğilimi de, daima mili bütünlüğü olan devletlerin kurulması
yönünde olmuştur. 19’uncu yüzyılın sonunda ve 20’nci yüzyılın başında Doğu
Avrupa’nın ve Asya’nın hayatına sessizce giren kapitalizm, bu bölgelerde milli
hareketleri depreştirmiştir. Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta
üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli
devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir.
1915’te ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen
Ermenilerin hareketi müstesna.”
Hakim ulusun burjuvazisinin ve toprak
ağalarının “pazar” için, hakim bürokrasinin “kast amaçları” için uyguladığı
milli baskılar, demokratik hakların gasbına ve kitle katliamlarına (yani
jenoside = soykırıma) kadar uzanır. Türkiye’de jenosidin de birçok örnekleri
vardır.”
“İttihat ve Terakki döneminde olduğu
gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşı’na katılan orta burjuvazinin bir
kesimi… , Türkiye’yi terk eden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin
mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta
burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular.”
“Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde
yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak
sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına
el koyarak ortaya çıkmışlardır” İK-Seçme Eserler
Bu kısa aktarımlar, Kaypakkaya”nın daha
1972’de Ermeni “büyük kıyımı”nı açıkça ortaya koyarak lanetlediğini, katliamın
1915 ile sınırlı kalmayarak Kurtuluş Savaşı döneminde de devam ettiğini, bazı
sol ve devrimci önderler gibi kıyıma uğrayan halkın bilmem hangi emperyalist
devletin maşası olduğu ve bu nedenle “cezalandırıldığı” yönlü Türk milliyetçisi
değerlendirmelere itibar etmediğini göstermektedir. Kaypakkaya’yı başındaki
şapkaya bakarak, “köylü devrimcisi” diye küçümseyen veya görmezden gelen örgüt
liderleri ve aydınlarımıza 1972”deki bu duruşu bir kez daha hatırlatmak
istedim. Onlarca Ermeni kadro ve sempatizanın bu “köylü devrimcisi”nin örgütü
saflarında neden yer aldıklarını da bu durum sanırım açıklamaktadır…
Son olarak, 2007’de alçak bir cinayette
kaybettiğimiz Hrant Dink’ten bir alıntı ile yazıyı noktalamak istiyorum.
“Dünyanın her tarafında 24 Nisan,
Ermeni’si, yabancısı herkes tarafından anılıyor ama Türkiye’de hiçbir şey
yapılmıyorsa önce belki de buradan başlamalı. Ermeni’siyle Türk’üyle
insanlarımızın 24 Nisan’da yaşanan acılara saygısını göstereceği anma
toplantıları düzenleyebildiğimiz noktada sorun da zaten büyük çapta çözülmüş
olacak. Türkiye’de Ermeniler tarafından öldürülenler için anıtlar
yapılabiliyorsa, o dönemde öldürülen Ermeniler için de anıt yapılmasının önünde
herhangi bir yasal ya da psikolojik engel kalmamalı. Türkiye Ermenileri 24
Nisan’ı anabildiği gün, bu sorun da sorun olmaktan çıkıyor demektir.” –(Yakın
Halk İki Uzak Komşu –sayfa 81)
Haci Köse
Gazete Duvar