2017’ye Reina katliamıyla giren Türkiye,
2018’e de süren çatışma ve operasyonların yanında, OHAL rejimi altında
eğitimden sağlığa, yargıdan ekonomiye daha da bozulan göstergelerle girmiş
oldu. Milliyetçi ve dini söylemlerin daha fazla kullanımı, AKP siyasetinin
kendisine muhalif herkesi düşman, darbeci, gayri milli olarak nitelemesi;
içerde ve dışarıda belirsizlik ve öngörülmezliğin artması... Bugün ilk gününe
girdiğimiz 2018’in heybesi tüm bunlardan sebep şimdiden dolu aslında.
Peki, siyasal ve ekonomik göstergelerin
bozulması toplumsal ruh sağlığımızı nasıl etkiliyor? Televizyon ekranlarındaki
son dakikaların, haber bültenlerinin flash haber sunumlarının etkisini
yitirdiği bir ülkede, travmalarımızla nasıl başa çıkacağız? Yoksullukla şiddet
arasında nasıl bir ilişki var? Kutuplaşma ruh sağlığımıza nasıl etki ediyor?
Tepki vermemek kayıtsızlık mı, kendini koruma mı? Endişe, güvensizlik, korku,
umutsuzluk halleriyle nasıl mücadele edilebilir?
Travmalar, şiddetin ruh sağlığı
üzerindeki etkileri, ayrımcılık, homofobi ve ırkçılık üzerine klinik
çalışmalarının yanı sıra, kadın ve insan hakları savunuculuğu üzerine
çalışmalarıyla da tanınan Prof. Dr. Şahika Yüksel yanıtladı.
Gündelik konuşmalarımızda artık daha
fazla psikolojimizin bozulduğundan yakınıyoruz, vaziyetlerimize teşhisler
koyuyoruz ama tanımlamalarımız ne kadar doğru? Nedir ruh sağlığı?
Bunun için Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlık
tanımına bakmak en uygunu olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü ruh sağlığını, kişinin
bedensel, psikolojik ve sosyal bütünlüğünü uygun şekilde yaşayabilmesi olarak
tanımlıyor. Yani ruhsal, sosyal ve fiziksel boyutların tümünü içeriyor ruh
sağlığı. Bunlara bağlı olarak da sağlığımız iyi ya da kötü oluyor. Ruh
sağlığımızın yerinde olması için de birtakım ideal koşulların yani, kişinin
güvenli bir ortamda barınması, ısınması, yemesi, içmesi, bir miktar eğlenmesi,
dinlenmesi gibi temel ihtiyaçlarının temin edilmesi ve bunun temininin
bozulmayacağına ilişkin bir beklentinin olması gerekiyor. Ruhsal durumumuzu
belirleyen üç zaman var; geçmiş zamanımız, şimdiki zamanımız ve gelecek
zamanımız. Eğer geçmişte çok olumsuz deneyimler varsa, biz “yeniden o
olumsuzluk olur mu” diye endişe edebiliriz. Gelecekle ilgili olumsuzlukların
olacağına dair ipuçları alırsak ruh sağlığımız yine olumsuz etkilenir.
Ruh sağlığının olumsuz etkilenmesi, her
durumda baş etmesi zor büyük sıkıntılara evrilir mi?
Hayır, ruh sağlığının olumsuz etkilenmesi
demek mutlaka büyük bir ruhsal hastalık çıkacak anlamına gelmiyor. Kişinin
kendini endişeli, kaygılı, yetersiz, kuşkucu hissetmesi gibi şeyler düşük dozda
olabilir; böyle olursa önemli değil ama o düşük doz artarsa işte o zaman
sıkıntı. Örneğin hep güvensizlik hissedersiniz ama güvensizlik duygusu bir sene
devam ederse, bu bizim keyfimizi ciddi şekilde etkileyen bir durum olur.
Dolayısıyla temel ihtiyaçların sağlanmaması, güvenli bir ortamda yaşamamak ve
bunların düzelmesiyle ilgili çaresizlik hissedildiğinde ruh sağlığımız olumsuz
etkilenecektir.
Kaygı, endişe, güvensizlik toplumun tüm
kesiminde görülüyor. Peki, herkesi aynı düzeyde mi etkiler?
Bunun kaynaklarla çok ilgisi var. Basit
bir örnek vereyim; diyelim bir deprem oldu; deprem, zengini de fakiri de bir
göz odada oturanı da malikanede oturanı da etkileyebilir. Ama malikanesi
yıkılan asgari de olsa konforlu bir yere geçerse, o depremin sarsıntısını
hissetmiş, geçici bir zorluk yaşamış ama yaşam koşullarını yeniden yoluna
koymuş biridir. Fakat, depremi bir göz odada yaşayan, üstelik kiracı olduğu
için bir tazminat alması da mümkün olmayan -nitekim Adapazarı depreminde bunlar
çokça yaşanmıştı- kaybolanın yerine yeniden kaynak imkanı bulamıyorsa, o zaman
etkilenmenin olumsuz olduğunu biliyoruz. Bu sadece para anlamında değil. Tabii
ki maddi gücünün olması önemli ama diyelim ki bedensel sağlığı yerinde olan,
belirli bir eğitimi ve iş kurma kapasitesi olan bir insanın yine bir kaynağı
vardır. Ben bu işyerinden ayrılırım gider diğer işte çalışabilirim, gider orada
işçi olurum, öğretmen olurum, doktor olurum vs. Ama böyle bir vasfı yok, hele
yaralanmış, yaşlanmış, hele zaten yeterliliğinde sınırlar varsa, o zaman yeni
bir şey kurması çok zordur. Bu durumda olabilecek şey, tabii ki sosyal
kaynaklardan devletin ona destek sağlamasıdır, bu da sağlanmadığında işler
zorlaşır.
Dolayısıyla yoksulluk en önemli risk
faktörlerden?
Evet. Zaten zengin olmayan bir ülkede ve
çoğunluk çok sınırlı bir ücretle yaşarken, yoksulluğun artması bunları arttıran
bir şey oluyor. İşsizlik arttı, bununla birlikte uzun çalışma saatleri, mesai
saati dışı uzun çalışmalar ve tükenme öfkeyi ve tahammülsüzlüğü arttıran
şeylerdir.
Diğer yandan bedensel sağlık, kadın
olmak ve yalnız çocuklu bir kadın olmak diğer önemli risk faktörleri arasında.
Ya da “çoğunluktan” olmamak. Alevi olmak, Kürt olmak, Ermeni olmak, LGBTİ olmak
gibi. Yine Türkiye’nin bir gerçeği olarak mülteci olmak bütün bunları kapsayan
bir şey.
Malum, ülkemiz son üç yılda çatışmalar,
canlı bombalar eliyle toplu katliamlar, darbe vs gibi birbirinden ağır olaylar
yaşadı. 2017’ye de Reina katliamıyla girmiştik. Belki artık bombalar patlamıyor
ancak ağır iklim devam ediyor. Dolayısıyla endişelerimizi, güvensizliğimizi
yaratan zemin değişmedi. Gözleminiz ne, tüm bunlar örneğin yeni bir yılı
karşılama heyecanına, beklentilerimize nasıl yansıyor?
Reina’yı anmanız iyi oldu, kitlesel
şiddet bombaları her yerde patlayabiliyordu, Sultanahmet’te de, Beşiktaş
stadının yanında da, Ankara’da da olabiliyordu. Ama bombanın yılbaşında ve
Reina’da patlamasının etkisi büyük oldu. Daha tuzu kuru olup, halkın içine çok
karışmayanların bir bölümü Reina’nın müşteri kitlesi içindeydi ve onların da
hiç beklemediği bir şeydi Reina. Biz Hıristiyan bir ülke değiliz onun için
Noelimiz vs pek yoktur ama yeni yılı senelerdir çeşitli neşeli şekillerde
kutlarız. Geçen gün Ortaköy’e gittim. Epeydir gitmemiştim. Ortaköy’ün iki sene
öncesini hatırlıyorum, her yerde yeni yılla, yeni yılın neşesiyle ilgili
tabelalar, hediyelikler satan stantlar vardı. Bugün ama yeni yılın geldiğine
dair hiçbir işaret yok. Dolayısıyla geçen seneki olaydan sonra, hani neredeyse
yeni yıla girdiğimizi belli etmeyelim, bir şey olur gibi bir hava hakim. Bu
sadece yeni yıl yasaklarıyla ilgili değil, bir tür kapanma hali. Yeni yılın
özelliklerinden biri nedir? Ümit vermesi, bir başlangıç olması, işte sigarayı
bırakacağım, kilo vereceğim vs bunlar vardır. Bunlar işler veya işlemez ama bir
başlangıcın olabilmesi, beklentilerinizin olması, o heyecanı yaşamak hoş bir
şeydi. Zengin de olsak, yoksul da olsak böyle bir hoşluğu, güzelliği, ruhumuzu
zenginleştirmesi söz konusu. Yeni bir yıla başlamak gibi özel bir olayla ilgili
Türkiye olarak, dünya olarak paylaştığımız bir şeyken, bugün yok gibi
yaşıyoruz. Böyle bir şey hayatımızda olmasa, her yıl yaşamasak sorun değil, ama
bu sene yaşamadığımızı biliyoruz. Dolayısıyla yeni yıl değil de adeta matem
gelmiş gibi yaşanıyor; bu bizi kapatan, depresyona düşüren, umutsuzlaştıran bir
şey oluyor. Ama tabii, bunda yine yoksullaşmanın da payı var.
KİŞİLER ARASI İLİŞKİLERİN YERİNİ DİYALOG
DEĞİL ÇATIŞMA ALDI
‘Şiddet neden bu kadar arttı?’ sorusuna,
‘Çünkü bir toplumda bu kadar ardı ardına ve bu kadar yoğun şiddet yaşanırsa
kaçınılmaz olarak şiddet şiddeti doğurur’ yanıtı veriliyor. Öyle midir?
Tamam, bunun da yeri var, ama şunu da
çok iyi biliyoruz, en çok fiziksel ve cinsel istismarı yaşayan kadınlar ama
bakıyoruz kadınlar değil erkekler şiddeti uyguluyor. Yani kadınlar şiddete
maruz kalıyor diye neyse ki döven, cinsel istismar yapan bir grup olarak
artmıyorlar. Tabii ki yaşananlar şiddet ortamını kolaylaştıran bir şey ama o
bana hak verdiren bir şey değil ki. Öğretmenim, işçiyim, patronum beni
azarlamış olabilir ama bu gidip kardeşime şiddet uygulamama mazeret değil.
Tersine patronumun beni azarlamasının olumsuzluğunu bilirken, ben de kardeşime
aynı uygunsuz davranışı yapmamalıyım, buna özenmeliyim. Ama bunu öğreten bir
norm çerçevesi olması lazım. Bu bireysel olarak öğrenilen bir şey olmuyor.
Etraftakileri taklit etme şeklinde oluyor, özellikle gençlerde.
Burada hem güvensizlik hem de “şiddet
kullanarak, bağırıp çağırarak hakkımı elde ederim” düşüncesi var. Çözüm yöntemi
çatışma, bağırma. Yani diyalogun tam tersi. Barış sürecindeki diyalogun
kalkması gibi kişiler arası ilişkide de diyalogun yerini çatışma daha fazla almış
görünüyor. “Ben de bağırarak istediğimi yaptırırım” gibi bir anlayış herkesin
farklı farklı ortamlarda, farklı farklı kullandığı durumlar haline gelip,
birbirimize saygısız davranmayı, birbirimize ayrımcı davranmayı, tahammülsüz
davranmayı öğrenebiliyoruz. Ve tekrarlayabiliyoruz.
KAMU SAĞLIK HİZMETLERİNDE PSİKOTERAPİYE
YER YOK
Geçtiğimiz yıl antidepresan ilaçlarda
patlama yaşandığına dair pek çok haber okuduk. Yapılan araştırmaya göre;
Türkiye’de antidepresan kullanımı 9 yılda yüzde 160 artmış. Son bir yılda
yaklaşık 37 milyon kutu ilaç tüketilmiş. Antidepresan ilaçları çözüm mü?
Önce şunu söyleyeyim, üzülmek, sıkılmak
normal bir reaksiyondur. Ben düşüp de bacağım yaralanırsa acı duyarım ve buna
üzülürüm. Ağrı kesici ağrısını alır ama tedavi etmez. Antidepresan da bütün bu
olaylar karşısında tek başına bir çözüm değildir. Bir bu. İki, bütün bu
koşullar, yoksulluk, ayrımcılık, olumsuz muamelelere maruz kalma, çaresizlik,
güven duygusunun olmaması depresyonu üreten koşullar. Depresyon hayatın
herhangi bir devresinde yüzde 20 oranında var olabilen bir hastalık, ama artış
olduğunu biliyoruz. Antidepresan ilaçlar depresyonun bazılarında bir tedavi
yöntemidir, bazen psikoterapiyle birlikte bir yöntemdir, bazen de psikoterapi
tek başına bir yöntemdir. Gel gör ki, bütün bu yoksulluk ve yoksunluk
koşullarında kamusal sağlık hizmetlerini kullanan birisi, tedaviye gittiği
zaman kendisine 10 dakikalık süre ayrılıyor. 10 dakikada bir kişiyle tanışıp,
onun zorluğunun ne olduğunu anlamamız ve tedavisini önermemiz mümkün değildir.
İlacın yeri var, psikoterapinin yeri var; yani ikisinin birden yeri var ama
kamu sağlık hizmetlerinde psikoterapiye yer yok. Psikoterapiye para yok,
psikoterapi yapan arkadaşlarımızın birçoğu bunu kendi mesai zamanlarında
yapıyorlar. Çünkü on dakikada bir hasta görmek zorundalar. Kamuda dedim, fakat
son zamanlarda özel psikiyatri polikliniklerinde çalışan doktor arkadaşlarımıza
da, ‘bize yeterince kar sağlamıyorsun, çok yavaş hasta bakıyorsun’ diye 10
dakika değilse bile 40 dakikalık süreyi çok buluyorlar. Sağlıkta sürümden
kazanılmaz. Çünkü sağlıkta kaliteli iş için zaman verirsek, o hasta daha az
gelir.
ŞAŞIRTICI OLAN ORTAYA ÇIKMASI DEĞİL, BU
KADAR KOLAY KAPATILMASI
Sonuncusu geçtiğimiz günlerde İzmir
Dikili’deki bir tarikat yurdunda ortaya çıkan ve en ağır şiddet biçimlerinden
biri olan çocuğa yönelik cinsel istismar ve şiddet örneklerinin dini vakıflara
bağlı yurtlarda yaşanıyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Aslında en beklediğim şeydi. Çünkü söz
hakkının, hayır demenin, itiraz etmenin fiziksel ve manevi değerlerle
yasaklandığı toplumlarda ve gruplarda istismarın ve bunun gizlenmesinin daha
yoğun olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu şaşırtıcı değil, çünkü tek başına ne
din, ne eğitim, ne para ahlakı getirmiyor. Din ahlakla ilgili bir şey olduğu
için bekliyoruz ve olmamasını gördüğümüzde gocunuyoruz. O yüzden de diyelim ki
matematik öğretmeninin istismarıyla, din öğretmeninin istismarına baktığımızda
çocuk din öğretmeninkinden daha fazla etkileniyor. Çünkü matematik öğretmeni
matematik öğretiyor. Ondan başka bir değeri öğrenmiyor. Öbüründen aynı zamanda
korumayı, iyiliği, günahı sevabı öğreniyor. Dolayısıyla burada daha zorlayıcı,
daha travmatize edici bir şey söz konusu. Burada beni ve hepimizi şaşırtan
bunların ortaya çıktığında bu kadar kolay kapatılması. Diğer yandan bu kapatma
çabası bütün dinlerde de böyle.
Yine çok vahim bir şey, çocuklara,
kadınlara karşı hep çok olumsuzluk var ama bu sene çok ayyuka çıktı. Hani 19
Mayıs’larda kısa etek giyilmesin, şort giyilmesin derken şimdi eşofman gibi
aslında son derece aseksüel, bol ve sporla ilgili bir kıyafete bile söz söyleniyor.
Toplumu sindirmeye, korkutmaya yönelik bu kadar abuk sabuk söylemler basında
yer bulabiliyor Yani, beş yaşındaki bir çocuğa ya da yedi yaşındaki bir çocuğa
nasıl denilebilir ki, “sen bunu giyme, yoksa başına kötü bir şey gelir.”
Üstelik bunları söyleyen abuk sabuk adamlar da diyemeyiz, çünkü söyleyenler ya
dekan, ya ilahiyatçı ya da sosyolog!
BARIŞ GİRİŞİMİ RUH SAĞLIĞIMIZ İÇİN DE
ÖNEMLİYDİ
Önemli başlıklardan biri de kutuplaşma,
“Toplum karpuz gibi ortadan ikiye bölündü!” Son dönemde, özellikle referandumun
ardından ülkedeki kutuplaşma bu keskinlikte ifade ediliyor. Ötekileştirici,
ayırımcı nefret dilinin hemen her gün kullanımının ruh sağlığımıza etkisi için
ne söylersiniz?
Ben ve öteki diye ayırdıkça, bunu başka
partiler, görüşler çerçevesinde arttırdıkça birbirini tanımama ve yabancılaşma
artıyor. Yabancılaşma ve uzaklaştırma sürekli kabahati öbürünün üzerine atma ve
sanki o yok olunca ortalık temiz olacak gibi. Oysa birkaç sene önce bir süre
olan barış girişimi çok önemli bir hamleydi. Ruh sağlığı için de çok önemliydi.
Türkiye’nin belirli bölgelerinde ve belirli gruplar özellikle Kürtler
kendilerini daha rahat güvenli hissediyorlardı. Bu sadece Kürtlere ilişkin
değil, Türklere ilişkin de, Ermenilere ilişkin de bir araya gelme, anlamaya
doğru bizi yakınlaştırmıştı. Ancak sonra barış yürüyüşü yapılmak istendi
Ankara’da 102 kişi öldü, daha sonra iki kişi daha hayatını kaybetti 104’e
çıktı. O bir barış toplantısıydı. Yine Suruç’a oyuncak vermeye gitti gençler,
öldürüldüler. Bugün Roboski’de anma yapılıyor, aileden bir kişi gidecek
deniyor. Kardeşi ölmüş, çocuğu ölmüş, aileden bir kişi gidecek! Yine Türkiye’de
daha önce görmediğimiz bir şey olması bakımından, ölülere saygısızlık yapıldı.
Mezarlar açıldı, tahrip edildi, bunun içinde sivil mezarlar da var. Bir
milletvekilimizin annesinin ölüsünün mezardan çıkartılması gibi bir şey söz
konusu oldu. Böyle bir şeyin daha önce olduğunu hatırlamıyorum.
TELEVİZYON ÇOK SEYRETMEYİN AMA
YAŞANANLARDAN DA HABERDAR OLUN, FARKINDA OLUN
Bir de şu var; “Kardeşim, bu memlekette
bir günde olanlar Avrupa’da 1 yılda olmuyor. Yine de kimsenin sesi çıkmıyor!”
Duyarsızlaştık mı?
Çok fazla olay olunca, biz ne düşünceye
sahip olursak olalım, bu olaylara az üzülelim, çok üzülelim fark etmez, hepimiz
bir hayat sürüyoruz. Belki sabahleyin çocuğu okula gönderiyoruz, kendimiz işe
gidiyoruz, pazara gidip alışveriş ediyoruz… o hayatımızı götürmek zorundayız.
Ben hep Ensar Vakfı’ndaki istismarı ya da müftü nikahı ile evlendirmenin çoğul
evliliklere götüreceğini ya da şurada atılan bombayı, burada tutuklanan
gazeteciyi düşünürsem, herhangi bir şey yapamam. Hayatımı sürdürmek zorundayım.
Çünkü hayatımı sürdüremezsem, temel ihtiyaçlarımı sağlayamazsam, ben geriye
gidersem o zaman her şeyim kötüye gidecek.
Yani bu kayıtsızlık ya da bencillik
değil?
Bencillik dememiz şart değil. Çünkü ben
evimin kirasını vereceğim, çocuğumla akşam iki saat güler yüzle oynayacağım.
Bunu yapmak için konuyu kapatmak zorundayım. Ama hayatımı sürdürürken dengeli
biçimde mücadele için ve bunları unutmamak için bir yer ayırmam gerekiyor.
Kendini kapatma bir tür savunma
mekanizması mı?
Evet. Bazen de doğru bu. Biz travmayı
her an hatırlarsak bu bir hastalığa, zorluğa götürüyor bizi. Ama tabii yok
saymak, olmamış gibi davranmak da diğer uç. O zaman birbirimize, bunu hiç mi
görmüyorsun diye tepki vermek lazım. Çünkü bu bir inkar biçimi. Ve inkarı çok
seviyoruz.
Şu da son dönemin rutin tepkisi haline
geldi: Artık haber izlemiyorum, siyasetçileri dinlemek istemiyorum!... Bu
apolitikleşmeyi doğurmaz mı?
Çok televizyon seyretmeyin, sosyal
medyada vahşet içeren haberleri sürekli izlemeyin evet, ama bunlardan haberdar
olun. Bunların farkında olun ve kendi bulunduğunuz yerde ne yapabileceğiniz
üzerine kafa yorun. Mesela, çok güzel bir mücadele örneği ,birkaç yerde veliler
laik eğitim için buluşuyorlar. O veliler arasında eminim ki aralarında farklı
partilere oy verenler var ama hepsinin ortak isteği çocuğunun iyi bir eğitim
alması, laik bir eğitim görmesi. Bu sistemde eğitimin ne kadar kötüye gittiğini
gördüğü, özel okulun bunun bir çözümü olmadığını, kamuda sağlıklı eğitim
sağlanmasını düşünen veliler arasında böyle bir biraraya gelme, bütünleşme
oldu. Keşke çok yerde olsa. Yine Yalova’da gördüm, başka yerlerde de farklı
örnekleri oldu; kuaför, camına “burada çocuk gelinin saçı yapılmaz” diye yazdı.
O yazı çok şey öğretiyor. Bir terzi de “ben çocuk geline gelinlik dikmiyorum”
diye yazmıştı. Bunlar önemli şeyler.
DAYANIŞMA, YARALARIMIZIN SARILMASINI
SAĞLAYABİLİR
Gerek bireysel, gerekse toplum olarak
ruh sağlımızı korumak, iyileştirmek için ne yapmalı?
Panzehir işbirliği, dayanışma, iletişim,
birlikte düşünme ve sakin düşünme. Gazeteci davalarını görüyoruz, barış için
akademisyenlerin davalarını görüyoruz, kadın cinayetleri ile ilgili davaları
görüyoruz. Gazetecilik özgürdür, savunma bir haktır, yahut akademisyenler barış
isteyebilir diye kişilerin bir araya gelmesi kuşkusuz önemli. Bu tabi en başta,
bir araya gelenler için çok doyurucu ama bir araya gelemeyen belki hapishanede
ya da evinin bir köşesinde ya da memleketin bir köşesinde izleyenler için de o
bir umut işareti. Feminist politikanın en önemli sloganı “Kişisel olan
politiktir” idi. Mor Çatı’nın ilk kitapçığının adı “Bağır herkes duysun”du.
Yani susmayacağız. Susmamak demek küfretmek değil, susmamak birine ceza vermek
değil, “Hayır, bu oluyor ama ben buna itiraz ediyorum” demek. Bu dayanışma
ancak bize enerji verebilir, bu dayanışma ancak toplumsal bir rahatlık
verebilir. Bu arada da bireysel yaralarımızın ya da hastalıklarımızın,
zorluklarımızın sarılması için bir ortam sağlayabilir. Kiminin daha uzun bir
tedaviye ihtiyacı vardır, kiminin daha azdır ama ön koşul olarak işbirliği,
dayanışma, çatışmasız ortam, barış ve demokrasi.
Bunu yapmamak, itiraz etmemek bizi daha
mı fazla etkiliyor peki?
O, depresyon yapıcı bir şey. Depresyonda
insan içine çekilir, hareketsiz kalmak ister, boynunu bükmek ister ama
yapabileceği ilk fırsatta kişinin hareket etmesi, yürümesi, aktivite yapması
önerilir. Bunları yapabildiği zaman depresyonu da yenebilir. Bu da depresyonu
yenmenin bir parçasıdır. Dolayısıyla susmak koruyucu değil. Çünkü susmak,
kapatmak, örtmek anlamına geliyor.
serpil İlgün
Evrensel