1 Ocak 2018 Pazartesi

Faşist baskı,zulüm ve yoksulluğun yarattığı Psikolojik sorunları çözmenin Panzehir işbirliği ve dayanışma..!

2017’ye Reina katliamıyla giren Türkiye, 2018’e de süren çatışma ve operasyonların yanında, OHAL rejimi altında eğitimden sağlığa, yargıdan ekonomiye daha da bozulan göstergelerle girmiş oldu. Milliyetçi ve dini söylemlerin daha fazla kullanımı, AKP siyasetinin kendisine muhalif herkesi düşman, darbeci, gayri milli olarak nitelemesi; içerde ve dışarıda belirsizlik ve öngörülmezliğin artması... Bugün ilk gününe girdiğimiz 2018’in heybesi tüm bunlardan sebep şimdiden dolu aslında.
Peki, siyasal ve ekonomik göstergelerin bozulması toplumsal ruh sağlığımızı nasıl etkiliyor? Televizyon ekranlarındaki son dakikaların, haber bültenlerinin flash haber sunumlarının etkisini yitirdiği bir ülkede, travmalarımızla nasıl başa çıkacağız? Yoksullukla şiddet arasında nasıl bir ilişki var? Kutuplaşma ruh sağlığımıza nasıl etki ediyor? Tepki vermemek kayıtsızlık mı, kendini koruma mı? Endişe, güvensizlik, korku, umutsuzluk halleriyle nasıl mücadele edilebilir?
Travmalar, şiddetin ruh sağlığı üzerindeki etkileri, ayrımcılık, homofobi ve ırkçılık üzerine klinik çalışmalarının yanı sıra, kadın ve insan hakları savunuculuğu üzerine çalışmalarıyla da tanınan Prof. Dr. Şahika Yüksel yanıtladı.
Gündelik konuşmalarımızda artık daha fazla psikolojimizin bozulduğundan yakınıyoruz, vaziyetlerimize teşhisler koyuyoruz ama tanımlamalarımız ne kadar doğru? Nedir ruh sağlığı?
Bunun için Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlık tanımına bakmak en uygunu olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü ruh sağlığını, kişinin bedensel, psikolojik ve sosyal bütünlüğünü uygun şekilde yaşayabilmesi olarak tanımlıyor. Yani ruhsal, sosyal ve fiziksel boyutların tümünü içeriyor ruh sağlığı. Bunlara bağlı olarak da sağlığımız iyi ya da kötü oluyor. Ruh sağlığımızın yerinde olması için de birtakım ideal koşulların yani, kişinin güvenli bir ortamda barınması, ısınması, yemesi, içmesi, bir miktar eğlenmesi, dinlenmesi gibi temel ihtiyaçlarının temin edilmesi ve bunun temininin bozulmayacağına ilişkin bir beklentinin olması gerekiyor. Ruhsal durumumuzu belirleyen üç zaman var; geçmiş zamanımız, şimdiki zamanımız ve gelecek zamanımız. Eğer geçmişte çok olumsuz deneyimler varsa, biz “yeniden o olumsuzluk olur mu” diye endişe edebiliriz. Gelecekle ilgili olumsuzlukların olacağına dair ipuçları alırsak ruh sağlığımız yine olumsuz etkilenir.
Ruh sağlığının olumsuz etkilenmesi, her durumda baş etmesi zor büyük sıkıntılara evrilir mi?
Hayır, ruh sağlığının olumsuz etkilenmesi demek mutlaka büyük bir ruhsal hastalık çıkacak anlamına gelmiyor. Kişinin kendini endişeli, kaygılı, yetersiz, kuşkucu hissetmesi gibi şeyler düşük dozda olabilir; böyle olursa önemli değil ama o düşük doz artarsa işte o zaman sıkıntı. Örneğin hep güvensizlik hissedersiniz ama güvensizlik duygusu bir sene devam ederse, bu bizim keyfimizi ciddi şekilde etkileyen bir durum olur. Dolayısıyla temel ihtiyaçların sağlanmaması, güvenli bir ortamda yaşamamak ve bunların düzelmesiyle ilgili çaresizlik hissedildiğinde ruh sağlığımız olumsuz etkilenecektir.
Kaygı, endişe, güvensizlik toplumun tüm kesiminde görülüyor. Peki, herkesi aynı düzeyde mi etkiler?
Bunun kaynaklarla çok ilgisi var. Basit bir örnek vereyim; diyelim bir deprem oldu; deprem, zengini de fakiri de bir göz odada oturanı da malikanede oturanı da etkileyebilir. Ama malikanesi yıkılan asgari de olsa konforlu bir yere geçerse, o depremin sarsıntısını hissetmiş, geçici bir zorluk yaşamış ama yaşam koşullarını yeniden yoluna koymuş biridir. Fakat, depremi bir göz odada yaşayan, üstelik kiracı olduğu için bir tazminat alması da mümkün olmayan -nitekim Adapazarı depreminde bunlar çokça yaşanmıştı- kaybolanın yerine yeniden kaynak imkanı bulamıyorsa, o zaman etkilenmenin olumsuz olduğunu biliyoruz. Bu sadece para anlamında değil. Tabii ki maddi gücünün olması önemli ama diyelim ki bedensel sağlığı yerinde olan, belirli bir eğitimi ve iş kurma kapasitesi olan bir insanın yine bir kaynağı vardır. Ben bu işyerinden ayrılırım gider diğer işte çalışabilirim, gider orada işçi olurum, öğretmen olurum, doktor olurum vs. Ama böyle bir vasfı yok, hele yaralanmış, yaşlanmış, hele zaten yeterliliğinde sınırlar varsa, o zaman yeni bir şey kurması çok zordur. Bu durumda olabilecek şey, tabii ki sosyal kaynaklardan devletin ona destek sağlamasıdır, bu da sağlanmadığında işler zorlaşır.
Dolayısıyla yoksulluk en önemli risk faktörlerden?
Evet. Zaten zengin olmayan bir ülkede ve çoğunluk çok sınırlı bir ücretle yaşarken, yoksulluğun artması bunları arttıran bir şey oluyor. İşsizlik arttı, bununla birlikte uzun çalışma saatleri, mesai saati dışı uzun çalışmalar ve tükenme öfkeyi ve tahammülsüzlüğü arttıran şeylerdir.
Diğer yandan bedensel sağlık, kadın olmak ve yalnız çocuklu bir kadın olmak diğer önemli risk faktörleri arasında. Ya da “çoğunluktan” olmamak. Alevi olmak, Kürt olmak, Ermeni olmak, LGBTİ olmak gibi. Yine Türkiye’nin bir gerçeği olarak mülteci olmak bütün bunları kapsayan bir şey.
Malum, ülkemiz son üç yılda çatışmalar, canlı bombalar eliyle toplu katliamlar, darbe vs gibi birbirinden ağır olaylar yaşadı. 2017’ye de Reina katliamıyla girmiştik. Belki artık bombalar patlamıyor ancak ağır iklim devam ediyor. Dolayısıyla endişelerimizi, güvensizliğimizi yaratan zemin değişmedi. Gözleminiz ne, tüm bunlar örneğin yeni bir yılı karşılama heyecanına, beklentilerimize nasıl yansıyor?
Reina’yı anmanız iyi oldu, kitlesel şiddet bombaları her yerde patlayabiliyordu, Sultanahmet’te de, Beşiktaş stadının yanında da, Ankara’da da olabiliyordu. Ama bombanın yılbaşında ve Reina’da patlamasının etkisi büyük oldu. Daha tuzu kuru olup, halkın içine çok karışmayanların bir bölümü Reina’nın müşteri kitlesi içindeydi ve onların da hiç beklemediği bir şeydi Reina. Biz Hıristiyan bir ülke değiliz onun için Noelimiz vs pek yoktur ama yeni yılı senelerdir çeşitli neşeli şekillerde kutlarız. Geçen gün Ortaköy’e gittim. Epeydir gitmemiştim. Ortaköy’ün iki sene öncesini hatırlıyorum, her yerde yeni yılla, yeni yılın neşesiyle ilgili tabelalar, hediyelikler satan stantlar vardı. Bugün ama yeni yılın geldiğine dair hiçbir işaret yok. Dolayısıyla geçen seneki olaydan sonra, hani neredeyse yeni yıla girdiğimizi belli etmeyelim, bir şey olur gibi bir hava hakim. Bu sadece yeni yıl yasaklarıyla ilgili değil, bir tür kapanma hali. Yeni yılın özelliklerinden biri nedir? Ümit vermesi, bir başlangıç olması, işte sigarayı bırakacağım, kilo vereceğim vs bunlar vardır. Bunlar işler veya işlemez ama bir başlangıcın olabilmesi, beklentilerinizin olması, o heyecanı yaşamak hoş bir şeydi. Zengin de olsak, yoksul da olsak böyle bir hoşluğu, güzelliği, ruhumuzu zenginleştirmesi söz konusu. Yeni bir yıla başlamak gibi özel bir olayla ilgili Türkiye olarak, dünya olarak paylaştığımız bir şeyken, bugün yok gibi yaşıyoruz. Böyle bir şey hayatımızda olmasa, her yıl yaşamasak sorun değil, ama bu sene yaşamadığımızı biliyoruz. Dolayısıyla yeni yıl değil de adeta matem gelmiş gibi yaşanıyor; bu bizi kapatan, depresyona düşüren, umutsuzlaştıran bir şey oluyor. Ama tabii, bunda yine yoksullaşmanın da payı var.
KİŞİLER ARASI İLİŞKİLERİN YERİNİ DİYALOG DEĞİL ÇATIŞMA ALDI
‘Şiddet neden bu kadar arttı?’ sorusuna, ‘Çünkü bir toplumda bu kadar ardı ardına ve bu kadar yoğun şiddet yaşanırsa kaçınılmaz olarak şiddet şiddeti doğurur’ yanıtı veriliyor. Öyle midir?
Tamam, bunun da yeri var, ama şunu da çok iyi biliyoruz, en çok fiziksel ve cinsel istismarı yaşayan kadınlar ama bakıyoruz kadınlar değil erkekler şiddeti uyguluyor. Yani kadınlar şiddete maruz kalıyor diye neyse ki döven, cinsel istismar yapan bir grup olarak artmıyorlar. Tabii ki yaşananlar şiddet ortamını kolaylaştıran bir şey ama o bana hak verdiren bir şey değil ki. Öğretmenim, işçiyim, patronum beni azarlamış olabilir ama bu gidip kardeşime şiddet uygulamama mazeret değil. Tersine patronumun beni azarlamasının olumsuzluğunu bilirken, ben de kardeşime aynı uygunsuz davranışı yapmamalıyım, buna özenmeliyim. Ama bunu öğreten bir norm çerçevesi olması lazım. Bu bireysel olarak öğrenilen bir şey olmuyor. Etraftakileri taklit etme şeklinde oluyor, özellikle gençlerde.
Burada hem güvensizlik hem de “şiddet kullanarak, bağırıp çağırarak hakkımı elde ederim” düşüncesi var. Çözüm yöntemi çatışma, bağırma. Yani diyalogun tam tersi. Barış sürecindeki diyalogun kalkması gibi kişiler arası ilişkide de diyalogun yerini çatışma daha fazla almış görünüyor. “Ben de bağırarak istediğimi yaptırırım” gibi bir anlayış herkesin farklı farklı ortamlarda, farklı farklı kullandığı durumlar haline gelip, birbirimize saygısız davranmayı, birbirimize ayrımcı davranmayı, tahammülsüz davranmayı öğrenebiliyoruz. Ve tekrarlayabiliyoruz.
KAMU SAĞLIK HİZMETLERİNDE PSİKOTERAPİYE YER YOK
Geçtiğimiz yıl antidepresan ilaçlarda patlama yaşandığına dair pek çok haber okuduk. Yapılan araştırmaya göre; Türkiye’de antidepresan kullanımı 9 yılda yüzde 160 artmış. Son bir yılda yaklaşık 37 milyon kutu ilaç tüketilmiş. Antidepresan ilaçları çözüm mü?
Önce şunu söyleyeyim, üzülmek, sıkılmak normal bir reaksiyondur. Ben düşüp de bacağım yaralanırsa acı duyarım ve buna üzülürüm. Ağrı kesici ağrısını alır ama tedavi etmez. Antidepresan da bütün bu olaylar karşısında tek başına bir çözüm değildir. Bir bu. İki, bütün bu koşullar, yoksulluk, ayrımcılık, olumsuz muamelelere maruz kalma, çaresizlik, güven duygusunun olmaması depresyonu üreten koşullar. Depresyon hayatın herhangi bir devresinde yüzde 20 oranında var olabilen bir hastalık, ama artış olduğunu biliyoruz. Antidepresan ilaçlar depresyonun bazılarında bir tedavi yöntemidir, bazen psikoterapiyle birlikte bir yöntemdir, bazen de psikoterapi tek başına bir yöntemdir. Gel gör ki, bütün bu yoksulluk ve yoksunluk koşullarında kamusal sağlık hizmetlerini kullanan birisi, tedaviye gittiği zaman kendisine 10 dakikalık süre ayrılıyor. 10 dakikada bir kişiyle tanışıp, onun zorluğunun ne olduğunu anlamamız ve tedavisini önermemiz mümkün değildir. İlacın yeri var, psikoterapinin yeri var; yani ikisinin birden yeri var ama kamu sağlık hizmetlerinde psikoterapiye yer yok. Psikoterapiye para yok, psikoterapi yapan arkadaşlarımızın birçoğu bunu kendi mesai zamanlarında yapıyorlar. Çünkü on dakikada bir hasta görmek zorundalar. Kamuda dedim, fakat son zamanlarda özel psikiyatri polikliniklerinde çalışan doktor arkadaşlarımıza da, ‘bize yeterince kar sağlamıyorsun, çok yavaş hasta bakıyorsun’ diye 10 dakika değilse bile 40 dakikalık süreyi çok buluyorlar. Sağlıkta sürümden kazanılmaz. Çünkü sağlıkta kaliteli iş için zaman verirsek, o hasta daha az gelir.
ŞAŞIRTICI OLAN ORTAYA ÇIKMASI DEĞİL, BU KADAR KOLAY KAPATILMASI
Sonuncusu geçtiğimiz günlerde İzmir Dikili’deki bir tarikat yurdunda ortaya çıkan ve en ağır şiddet biçimlerinden biri olan çocuğa yönelik cinsel istismar ve şiddet örneklerinin dini vakıflara bağlı yurtlarda yaşanıyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Aslında en beklediğim şeydi. Çünkü söz hakkının, hayır demenin, itiraz etmenin fiziksel ve manevi değerlerle yasaklandığı toplumlarda ve gruplarda istismarın ve bunun gizlenmesinin daha yoğun olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu şaşırtıcı değil, çünkü tek başına ne din, ne eğitim, ne para ahlakı getirmiyor. Din ahlakla ilgili bir şey olduğu için bekliyoruz ve olmamasını gördüğümüzde gocunuyoruz. O yüzden de diyelim ki matematik öğretmeninin istismarıyla, din öğretmeninin istismarına baktığımızda çocuk din öğretmeninkinden daha fazla etkileniyor. Çünkü matematik öğretmeni matematik öğretiyor. Ondan başka bir değeri öğrenmiyor. Öbüründen aynı zamanda korumayı, iyiliği, günahı sevabı öğreniyor. Dolayısıyla burada daha zorlayıcı, daha travmatize edici bir şey söz konusu. Burada beni ve hepimizi şaşırtan bunların ortaya çıktığında bu kadar kolay kapatılması. Diğer yandan bu kapatma çabası bütün dinlerde de böyle.
Yine çok vahim bir şey, çocuklara, kadınlara karşı hep çok olumsuzluk var ama bu sene çok ayyuka çıktı. Hani 19 Mayıs’larda kısa etek giyilmesin, şort giyilmesin derken şimdi eşofman gibi aslında son derece aseksüel, bol ve sporla ilgili bir kıyafete bile söz söyleniyor. Toplumu sindirmeye, korkutmaya yönelik bu kadar abuk sabuk söylemler basında yer bulabiliyor Yani, beş yaşındaki bir çocuğa ya da yedi yaşındaki bir çocuğa nasıl denilebilir ki, “sen bunu giyme, yoksa başına kötü bir şey gelir.” Üstelik bunları söyleyen abuk sabuk adamlar da diyemeyiz, çünkü söyleyenler ya dekan, ya ilahiyatçı ya da sosyolog!
BARIŞ GİRİŞİMİ RUH SAĞLIĞIMIZ İÇİN DE ÖNEMLİYDİ
Önemli başlıklardan biri de kutuplaşma, “Toplum karpuz gibi ortadan ikiye bölündü!” Son dönemde, özellikle referandumun ardından ülkedeki kutuplaşma bu keskinlikte ifade ediliyor. Ötekileştirici, ayırımcı nefret dilinin hemen her gün kullanımının ruh sağlığımıza etkisi için ne söylersiniz?
Ben ve öteki diye ayırdıkça, bunu başka partiler, görüşler çerçevesinde arttırdıkça birbirini tanımama ve yabancılaşma artıyor. Yabancılaşma ve uzaklaştırma sürekli kabahati öbürünün üzerine atma ve sanki o yok olunca ortalık temiz olacak gibi. Oysa birkaç sene önce bir süre olan barış girişimi çok önemli bir hamleydi. Ruh sağlığı için de çok önemliydi. Türkiye’nin belirli bölgelerinde ve belirli gruplar özellikle Kürtler kendilerini daha rahat güvenli hissediyorlardı. Bu sadece Kürtlere ilişkin değil, Türklere ilişkin de, Ermenilere ilişkin de bir araya gelme, anlamaya doğru bizi yakınlaştırmıştı. Ancak sonra barış yürüyüşü yapılmak istendi Ankara’da 102 kişi öldü, daha sonra iki kişi daha hayatını kaybetti 104’e çıktı. O bir barış toplantısıydı. Yine Suruç’a oyuncak vermeye gitti gençler, öldürüldüler. Bugün Roboski’de anma yapılıyor, aileden bir kişi gidecek deniyor. Kardeşi ölmüş, çocuğu ölmüş, aileden bir kişi gidecek! Yine Türkiye’de daha önce görmediğimiz bir şey olması bakımından, ölülere saygısızlık yapıldı. Mezarlar açıldı, tahrip edildi, bunun içinde sivil mezarlar da var. Bir milletvekilimizin annesinin ölüsünün mezardan çıkartılması gibi bir şey söz konusu oldu. Böyle bir şeyin daha önce olduğunu hatırlamıyorum.
TELEVİZYON ÇOK SEYRETMEYİN AMA YAŞANANLARDAN DA HABERDAR OLUN, FARKINDA OLUN
Bir de şu var; “Kardeşim, bu memlekette bir günde olanlar Avrupa’da 1 yılda olmuyor. Yine de kimsenin sesi çıkmıyor!” Duyarsızlaştık mı?
Çok fazla olay olunca, biz ne düşünceye sahip olursak olalım, bu olaylara az üzülelim, çok üzülelim fark etmez, hepimiz bir hayat sürüyoruz. Belki sabahleyin çocuğu okula gönderiyoruz, kendimiz işe gidiyoruz, pazara gidip alışveriş ediyoruz… o hayatımızı götürmek zorundayız. Ben hep Ensar Vakfı’ndaki istismarı ya da müftü nikahı ile evlendirmenin çoğul evliliklere götüreceğini ya da şurada atılan bombayı, burada tutuklanan gazeteciyi düşünürsem, herhangi bir şey yapamam. Hayatımı sürdürmek zorundayım. Çünkü hayatımı sürdüremezsem, temel ihtiyaçlarımı sağlayamazsam, ben geriye gidersem o zaman her şeyim kötüye gidecek.
Yani bu kayıtsızlık ya da bencillik değil?
Bencillik dememiz şart değil. Çünkü ben evimin kirasını vereceğim, çocuğumla akşam iki saat güler yüzle oynayacağım. Bunu yapmak için konuyu kapatmak zorundayım. Ama hayatımı sürdürürken dengeli biçimde mücadele için ve bunları unutmamak için bir yer ayırmam gerekiyor.
Kendini kapatma bir tür savunma mekanizması mı?
Evet. Bazen de doğru bu. Biz travmayı her an hatırlarsak bu bir hastalığa, zorluğa götürüyor bizi. Ama tabii yok saymak, olmamış gibi davranmak da diğer uç. O zaman birbirimize, bunu hiç mi görmüyorsun diye tepki vermek lazım. Çünkü bu bir inkar biçimi. Ve inkarı çok seviyoruz.
Şu da son dönemin rutin tepkisi haline geldi: Artık haber izlemiyorum, siyasetçileri dinlemek istemiyorum!... Bu apolitikleşmeyi doğurmaz mı?
Çok televizyon seyretmeyin, sosyal medyada vahşet içeren haberleri sürekli izlemeyin evet, ama bunlardan haberdar olun. Bunların farkında olun ve kendi bulunduğunuz yerde ne yapabileceğiniz üzerine kafa yorun. Mesela, çok güzel bir mücadele örneği ,birkaç yerde veliler laik eğitim için buluşuyorlar. O veliler arasında eminim ki aralarında farklı partilere oy verenler var ama hepsinin ortak isteği çocuğunun iyi bir eğitim alması, laik bir eğitim görmesi. Bu sistemde eğitimin ne kadar kötüye gittiğini gördüğü, özel okulun bunun bir çözümü olmadığını, kamuda sağlıklı eğitim sağlanmasını düşünen veliler arasında böyle bir biraraya gelme, bütünleşme oldu. Keşke çok yerde olsa. Yine Yalova’da gördüm, başka yerlerde de farklı örnekleri oldu; kuaför, camına “burada çocuk gelinin saçı yapılmaz” diye yazdı. O yazı çok şey öğretiyor. Bir terzi de “ben çocuk geline gelinlik dikmiyorum” diye yazmıştı. Bunlar önemli şeyler.
DAYANIŞMA, YARALARIMIZIN SARILMASINI SAĞLAYABİLİR
Gerek bireysel, gerekse toplum olarak ruh sağlımızı korumak, iyileştirmek için ne yapmalı?
Panzehir işbirliği, dayanışma, iletişim, birlikte düşünme ve sakin düşünme. Gazeteci davalarını görüyoruz, barış için akademisyenlerin davalarını görüyoruz, kadın cinayetleri ile ilgili davaları görüyoruz. Gazetecilik özgürdür, savunma bir haktır, yahut akademisyenler barış isteyebilir diye kişilerin bir araya gelmesi kuşkusuz önemli. Bu tabi en başta, bir araya gelenler için çok doyurucu ama bir araya gelemeyen belki hapishanede ya da evinin bir köşesinde ya da memleketin bir köşesinde izleyenler için de o bir umut işareti. Feminist politikanın en önemli sloganı “Kişisel olan politiktir” idi. Mor Çatı’nın ilk kitapçığının adı “Bağır herkes duysun”du. Yani susmayacağız. Susmamak demek küfretmek değil, susmamak birine ceza vermek değil, “Hayır, bu oluyor ama ben buna itiraz ediyorum” demek. Bu dayanışma ancak bize enerji verebilir, bu dayanışma ancak toplumsal bir rahatlık verebilir. Bu arada da bireysel yaralarımızın ya da hastalıklarımızın, zorluklarımızın sarılması için bir ortam sağlayabilir. Kiminin daha uzun bir tedaviye ihtiyacı vardır, kiminin daha azdır ama ön koşul olarak işbirliği, dayanışma, çatışmasız ortam, barış ve demokrasi.
Bunu yapmamak, itiraz etmemek bizi daha mı fazla etkiliyor peki?
O, depresyon yapıcı bir şey. Depresyonda insan içine çekilir, hareketsiz kalmak ister, boynunu bükmek ister ama yapabileceği ilk fırsatta kişinin hareket etmesi, yürümesi, aktivite yapması önerilir. Bunları yapabildiği zaman depresyonu da yenebilir. Bu da depresyonu yenmenin bir parçasıdır. Dolayısıyla susmak koruyucu değil. Çünkü susmak, kapatmak, örtmek anlamına geliyor.
serpil İlgün

Evrensel