1999 Türkiye için ‘özel öneme sahip’
yıllardan biriydi.
90’ların başından itibaren PKK ile savaş
görülmemiş bir ivmeyle yükselirken, güvenlik güçleri ve bürokrasisi eksenli
‘paralel’ bir devlet gücü palazlanmıştı ve bunlar, bir İslamcı-muhafazakar
koalisyonu olan Refahyol hükümetiyle, neredeyse iktidarı paylaşan bir başka
koalisyon ortağı gibi ‘uyumla’ çalışıyordu.
Buna benzer bir başka ‘çoklu koalisyon’,
31 Mart 1975’te kurulan ve ‘Milliyetçi Cephe’ olarak anılan AP-MSP-MHP
hükümetiydi: ‘Merkez sağcı’lar, muhafazakârlar, İslamcılar ve ülkücüler…
“Meclis’te Demirel, sokakta Türkeş” sloganı, bu neofaşist hükümetin ‘işlevini’
kısa yoldan açıklıyordu. 12 Mart 71 darbesine rağmen yeniden yükselişe geçen
işçi hareketi ve sola, sokakta Bozkurt dişlerini gösteriyorlardı. Bu sayede
sanayi burjuvazisinin ve dolayısıyla uluslararası sermayenin tedrici bir
desteğini de sağlamışlardı.
İşte 90’ların ikinci yarısındaki
‘Susurluk’ destekli Refahyol koalisyonu da buna benzer bir Milliyetçi Cephe
idi. İşçi hareketini 12 Eylül ezmiş, bu 90’lar MC’sinin ‘işlev’ alanı ise Kürt
savaşı olmuştu. Demirel ile Bozkurtlar arasındakine benzer bir ilişkinin,
Çiller ile (esasında resmi üniforma giymiş Bozkurtlar olan) özel harekatçılar
arasında kurulması tesadüf değildi. Demirel’in “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”
sözleriyle sahiplendiği ‘icraatı’, Çiller açıktan savunacaktı: “Devlet için
kurşunu yiyen de atan da şereflidir!”
Yargı ve ordu içindeki ‘endişeli laik
bürokrasi’, yargıçlar ve generaller, bu koalisyonun ‘büyük ortağı’ olan İslamcı
Refah’tan rahatsızdı. Büyük sermayenin ve halen kontrol edebildikleri medyanın
da desteğiyle bu hükümete ‘müdahale’ ettiler.
1999 bu ‘müdahale’nin ardından gidilen
ilk seçimin yılıydı ve bu yüzden önemliydi. Ama o yıl, bu seçimin sonucunu da
etkileyecek şekilde, çok daha önemli bir başka gelişme daha yaşandı. Abdullah
Öcalan, Batı’nın, özellikle de ABD’nin içinde olduğu bir süreçle Türkiye’ye
teslim edildi. ‘Postmodern darbe’cilerin musluklarını açtığı pop-milliyetçilik,
Kürt savaşının ‘nihai olarak kazanıldığına’ dair yanıltıcı bir ‘zafer’ imgesine
dönüştürülen bu olayla birlikte iyice genleşti. ‘28 Şubat sonrası’ yapılan ilk
seçimleri, ‘sol milliyetçi’ DSP/Ecevit ile ‘sağ milliyetçi’ MHP/Bahçeli ilk iki
sırada tamamladı. Düşten güçmüş, eriyip ufalmış bir ihtiyar görünümündeki
ANAP’ı da alarak koalisyon kurdular. Bahçeli, ‘ülkücü mafya’ parolasıyla 28
Şubatçıların hedefi olan ‘namlı ülkücülerden’ ayrı durmuş, dönemin
devletlularının amaç ve beklentileriyle daha uyumlu bir MHP-ülkücülük öne
sürmüştü. Meclis’teki yemin törenine türbanla gelen FP milletvekili Merve
Kavakçı için kürsüden “Burası devlete meydan okuyacak yer değildir, bu hanıma
haddini bildiriniz” diye bağıran Bülent Ecevit başbakan, Bahçeli onun
yardımcısıydı. MHP, 70’lerde ve 90’larda çeşitli ittifaklar kurduğu, kendisiyle
özdeş bir toplumsal zeminde bulunan İslamcı muhafazakarlara yönelik taarruz
esnasında ‘devletinin’ yanında yer almıştı; bugün, o ‘İslamcı’ların elindeki
devletin başka siyasal-toplumsal gruplara yönelik taarruzlarının da yanında yer
alması gibi…
Bugünkü iktidar koalisyonu da, 70’ler ve
90’larda, genellikle aynı terkiple ve defalarca kurulan ‘Milliyetçi Cephe’lerin
bir türevi durumunda. Bir haftadır; karşılıklı jestler ve övgülerle tazelenen,
pekiştirilen bu ittifakta, MHP’nin de bunca tutkulu ve mutlu görünmesinin
birden çok nedeni var. Mevcut iktidar karşısında yeniden ‘muhalefet’
pozisyonuna düşmenin MHP için ölümcül sonuçlar doğurabileceği açık. Üstelik
ittifak, 17 yıldır biraz uzağında kalınan devlet ‘nimetleri’ne erişmek
konusunda oldukça vaatkâr. Ama bunların dışında, Kürt sorunu karşısındaki tutum
da var bu ittifakın harcında. ‘Özlenen’ 90’lar atmosferini, yeni ve daha etkili
araçlarla yeniden üreten bir tutum bu. Son sürüm ‘Milliyetçi Cephe’nin temel
diskuru, karşılarında bir “CHP-HDP-PKK-FETÖ vd…” cephesi resmetmek olacak belli
ki.
1994’te Meclis bahçesinde tutuklanan
Leyla Zana; Türklere olduğu kadar Kürtlere de barışçıl olma mesajları veren
yordamına rağmen, ‘Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ kışkırtıcı bir inkarcılıkla
‘terör’ suçlamasına maruz bırakılmış ve 10 yıl boyunca özgürlüğü elinden
alınmıştı.
‘Başörtülü vekil’ Merve Kavakçı “devlete
meydan okumak’la suçlandığı sırada, Leyla Zana Ankara Merkez Kapalı
Cezaevi’ndeydi. 5 yılı aşkındır oradaydı ve 5 yıl daha orada kalacaktı.
Neredeyse tüm kurumların sıvılaşarak
içine aktığı dev bir ‘Devlet Güvenlik Mahkemesi’ potasına dönüşmüş olan bugünkü
devlet, ‘dünkü düşman’ Merve Kavakçı’yı Malezya Büyükelçiliği ile taltif
ederken, Leyla Zana’nın vekilliğini düşürüyor.
HDP’nin eş başkanları ve 10
milletvekili, yüzlerce seçilmişi, üyesi, seçmeni tutuklu. Ve Leyla Zana,
vekilliği düşürülen altıncı HDP’li… Ama onun vekilliğinin düşürülmesi, bir
yerinde saymayı; devletin ve onun Milliyetçi Cephelerinin döne dolana saplanıp
kaldığı bir noktayı, temsili ve dolaylı da değil, doğrudan işaret ettiği için
önem kazanıyor.
Leyla Zana 1994’te Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nde.
Sadece bir Kürdün değil, bir kadının da
üstelik en zorlu koşullara direnerek ‘makus talihini’ kırıp değiştirmesinin
sembollerinden olan Leyla Zana, ‘başına gelenlerle’, bir kez daha, eski-yeni
Türkiye’yi, onun bileşenlerini, olanaklarını ve sınırlanmışlığını açığa
çıkarıyor. 40 yıllık ‘Milliyetçi Cephe’ devletinin gelip gelip tosladığı duvarı
gösteriyor.
Hakkı Özdal
Gazete Duvar