Diyarbakır’ın
içerisine koştum. Tabut yaptırdım. 60 liraya kefen aldım, pamuk aldım. Bir de
formal diye bir ilaç al dediler. Cenaze bozulmasın diye. 20 liraydı sanıyorum,
bir de o ilaçtan aldım. Bir hoca geldi, morgdan çıkardık, tabuta koyduk.
Belediyeden bir memur getirdim. Üzerine, taşınmasında bir sakınca yoktur diye
bir damga bastı, bir yazı verdi elime. İmam, ”Bana 5 lira vereceksin. Oğluna
otopsi yaptım, emeğim geçti” dedi. ”Sen niye otopsi yaptın ki oğluma? Oğlum
öldürüldü mü? Bir de öldürülmüş insana, nasıl öldürülmüş diye paramparça ettin
sen benim oğlumu” dedim. ”Defol şurdan gözüm görmesin seni” dedim. Sonra tabutu
iki tekerlekli arabalar var, hamallar omuzlarına takıyorlar, onunla taşıyorlar
yükü. Öyle bir hamal getirtmiştim. Cenazeyi oradan çıkartmıştık, tabutu indirdi
hamala 5 lira verecektim. ”Ne oldu, bu ne oldu, nedir?” dedi. ”Oğlum” dedim.
”Solcu diye burada öldürüldü. Onun cenazesi” dedi. Adam ağladı, ‘5 liranı almıyorum’
dedi.
*
* * * *
İbrahim
1949 yılında Çorum’un Alaca’ya bağlı Karakaya köyünde doğdu. Biz küçük bir
aileydik. Bir çift öküz, bir inek, bir kaç tane de koyunumuz vardı. Bütün
servetimiz buydu. Ve bir çift öküze yetecek arazimiz vardı. İlk çocukluk çağında
yaptığı iş, koyunları gütmekti. Annesine ekmek götürürdü çapa tarlasına ve
diğer işlerde de yardımcı oluyordu. Okul çağına gelince, bizim köyde okul
olmadığından, Karamahmut diye bir köy vardı bize iki saat uzaklıkta, bu köyde
de kız kardeşlerim vardı, onların yanına ilkokula gönderdim. Bir ve ikinci
sınıfı Karamahmut’ta okudu. Dersleri fevkaledeydi. Üçüncü sınıfta yine Çorum’un
Ortaköy diye başka bir köyünde okudu. Dört ve beşinci sınıfı Alacahöyük’te
okudu. İlkokulu orada bitirdikten sonra, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’na girmek
için, Alaca’da imtihana girdi ve imtihanı kazandı. Bütün her şeyimizi seferber
ediyorduk onun arkasından. Oradan izne geldiğinde bir gün şöyle bir olay oldu:
Köyümüzde Hasan Ağa diye çok fakir biri vardı. Topal ailesi ve kafadan sakat
kızları vardı. Köyün danasını güdüyordu. Onlara çok saygı gösteriyordu. ”Bu
adam” diyordu, ”yalansız. İşte, evden çıkıp danasını güdüyor, gene evine
getiriyor, kimse hakkında kötü bir şey düşünmüyor. Dürüst bir insan. Bileğinin
gücüyle karnını doyuruyor. Bunlara saygı duymak gerekir” dedi.
Kendisi
de bizzat tarlada, çapanda çalışırdı. Ben inşaat ustalığı yapıyordum köylerde,
o annesinin yanında, onun her türlü yardımına koşuyordu. Gençler, onun
arkadaşları, izne geldiklerinde, köyümüz ağaçlık bir köydür, sayfiye yerlerinde
dolaşırken, o mutlaka gidip tarlayı sürüyordu. Tırpanı da o yapıyordu. Herkes
‘bravo’ diyordu bu davranışına. Herkes ona gıpta ediyordu; çünkü diğer çocuklar
bunu yapmıyorlardı, onlar öğretmen adaylarıydılar. Köye geldiler mi,gezip dolaşıyorlardı
kısa kollu gömleklerle. Bunun öyle bir tavrı yoktu, çalışmaya veriyordu bütün
gücünü. Hasanoğlan’da Musa Okay diye bir öğretmenden etkilenmişti. Biz o zaman
koyu Demokrat Parti’liydik. Menderes’çiydik. Çünkü Menderes köylere yol
yaptırmıştı, su getirtmişti, okul yaptırmıştı. Halk Partisi ‘aşar’ diye bir
vergi vergiyordu, bir çift öküze, ata yetecek arazi veriyordu. Köylü kendi
yapıyordu okulunu, bir baskı bunalımı içinden çıkmışlardı. Menderes çok
sevilirdi. İbrahim, benimle o seneden sonra siyasi meseleleri konuşmaya
başladı. Ben, Menderes’i övüyorum, o dinliyor, gidiyor, biraz dolaşıyor veya
çalışıyor, birkaç gün ya da birkaç saat sonra geliyor benimle bu siyasi
konuları tekrar tartışıyor. Beni Halk Partisi seviyesine getirmişti, yani benimsetmişti.
Sonra köydeki belli kişilere köydeki akrabalara bazı dergiler falan
gönderiyordu.
Cafer
diye bir öğretmen Hasanoğlan’da bir yazı yazmasını istemiş, bu ”Yeşili
sevmiyorum” diye bir yazı yazmış. ”Sen Kızılı mı seviyorsun?” diye bizimkine
baskı uygulamaya başlamış. Birkaç sefer tokatlamış falan. Bayağı rahatsız
etmişti. Dersleri çok iyi olduğu için, Hasanoğlun’dan, İstanbul Çapa Yüksek
Öğretmen Okulu’na aday gösterilmişti. Çapa’nın imtihanını kazandı.
Adını
hatırlayamıyorum, bir federasyon kuruldu. Onun şubesini kurmuştu. Orda bir
bildiri yayınlamış. Vay efendim, içimizde komünist varmış da, bilmiyoruz diye
saldırılara maruz kalmıştı. O zaman okul müdürü Ayhan Doğan diye birisi vardı.
Ayhan Doğan da buna baskı uygulamaya başlamıştı. Sonra Silivri’nin Değirmen
köyü diye bir yerde bir arazi olayı oldu. Orada köylülerin müşterek arazileri
mi varmış, Ermeniler mi bırakmış, Rumlar mı bırakmış gitmiş. Göçmenlere vermiş
devlet arazinin bir bölümünü, bir bölümünü de bir ağa işgal etmiş. İbrahim
oraya gitti. Köylüler, oradaki araziyi işgal etmişler, jandarmayla çatışmışlar.
Sonra, hakkında dava açıldı. İbrahim yazı yazmıştı bir gazetede, bu Değirmen
köyü olayı hakkında. ”Kaba kuvveti övdü” diye dava açıldı. Sonra Ayhan Doğan’ın
başına tabanca kabzasıyla vurmuştu. Onun için bir dava açıldı. Yurttan alındı,
okulun nizamlarına uymadığı için yatılılığı kaldırıldı. Sonra, okullarında
işgal oldu, meskeni ihlal davası açıldı.
Milli
Eğitim Bakanlığı ve devletin manevi şahsiyetini tahkir ettiği için bir dava
açıldı. Sonra zorla polis bunu yurttan çıkardı. Biz Danıştay’a dava açtık,
Danıştay yürütmeyi durdurdu. 60 gün içerisinde okula geri çağrılması
gerekiyordu. Fakat Danıştay’ın kararını uygulamadılar. Ta 12 Mart dönemine
kadar, biz tazminat davası açtık. Bizim tazminat davasını Necdet Helvacı
üstlenmişti. Bizim maddi durumumuz pek iyi olmadığı için ücret ödeyememiştik, o
da istememişti. Davaya bakmadı. Necdet Helvacı davayla hiç ilgilenmedi. Davamız
sürüncemede kaldı. 12 Mart’ta Nihat Erim bunların her birini bir tarafa dağıttı.
Ankara’da Adakale diye bir sokakta bir gazete çıkarıyordu öğrenciler. Bu da
orda yazı yazıyordu. O sırada işte ne oldu bilmiyorum, orası dağıldı. İbrahim
kaçmak zorunda kaldı.
Bir
ara eve geldi. Dışarı gideceğini söyledi. ”Seni teslim edeyim” dedim. ”Beni
kendi ellerinle vurdurursun” dedi. ”Polis gelir, bir oldu bittiye getirir, beni
kurşuna dizerler. Teslim etme, sonra ebedi unutamazsın beni” dedi. Onun da
yüzüne gelip pek de direnemedim. Sonra ara ara gidiyordu. Çorum çevresinde
dolanıyordu. Orda köylülerle ilişkisi vardı. İstanbul’da da o Ayhan Doğan
hadisesi yüzünden 45 gün Sağmacılar’da kalmıştı.
10
yaşında bir oğlum vardı. Bir gün, onunla başka çocuklar geziye çıkmışlar.
Öğretmenleri de yanında. Derede toprakları eşelerken, üç tane bavul buluyorlar.
Bavulun içinden, Türkiye’nin bölge bölge haritaları, hangi bölgede, kimler
halkı sömürüyorlar, oradaki üstünlüklerini nasıl sağlıyorlar, bunlar
yazılıymış. Tarımla uğraşan Çorum’da kiremit fabrikalarını, toprak ağalarının
falan yerleri haritalar üzerinden gösterilmiş. Nerde, ne şekilde milletin emeği
sömürülüyorsa, o haritalar üzerinden gösteriliyormuş. Bu bavulları öğretmen Ali
almış götürmüş, sonra emniyete verilmiş. Ana Tamir Fabrikası’nda çalışıyordum.
Benim işyerine geldiler. İdareden beni çağırdılar. Fabrika müdürü Albay İbrahim
Aksu diye biri vardı. Beni nizamiyeye çağırdılar. Geldim. ”Hemen elbiseni
değiştir, arkadaşlarla gideceksin” dedi. Değiştirdim, geldim. Esmer, babayiğit
bir adamdı. Nizamiyeden çıktık. ”Emniyete gideceğiz” dedi. ”Neye gideceğiz”
dedim. ”Niye gideceğimizi sen bilirsin” dedi. Arabaya bindik gittik. Müdür
azılı düşmanıydı devrimcilerin. Artık İbrahim de aranıyordu.
O
günlerde bir haber çıktı. ”Doğu Perinçek 11 kişiyle yakalandı. İbrahim
Kaypakkaya, TKP-ML’yi kurdu. 60 kadar militanla Güneydoğu’da halkın arasında
çalışacak” diye bir açıklama. Sanıyorum Günaydın gazetesinde o zaman okudum.
İbrahim’in Güneydoğu’da olduğunu o yazıdan öğrendim. İbrahim gitmişti artık.
Aradan bir 8 ay geçti herhalde. Bir gün işten geldim. Bizim eve bazı insanlar
toplanmışlar, oturuyorlardı. Ben, ”Bu ne haldır acaba, niye geldiler acaba”
diye düşündüm. Gelen misafire de ”niye geldin?” denilmez. İbrahim’in
yakalandığını öğrenmişler radyodan. Radyoyu açın da haberleri dinleyelim dedim.
”Açmayalım, konuşuyoruz” dediler. Saat 9’da ben kendim onlara danışmadan açtım.
Özet veriyordu. Ali Haydar Yıldız öldü, İbrahim Kaypakkaya yaralı olarak ele
geçti, diye bir haber verdi. Ben kalktım evin içinde dolaşmaya başladım. Onlar,
”çıkmadık canda bir ümit vardır, üzülme” dediler. ”Keşke ölseydi, orada aldığı
kurşunla, bir defa ölecekti. Şimdi on defa, yüz defa öldürecekler” dedim. Ben
kendimi teskin etmek için dolaşıyordum.
Ertesi
gün gazetelerde yazdı. Fabrikadan izin istedim. Vermediler. Gazeteyi alıp
hastaneye gittim. Bir doktora gazetedeki durumu izah ettim. Diyarbakır’a
gideceğim dedim. Doktor galiba Karadenizli’ydi. Rapor verdi, istirahat verdi.
Kızdı da bir taraftan, böyle bir çocuğun peşine düşme diye. İstirahat alıp 28.
Tümen’e gittim. Orada bir üsteğmen’e anlattım. Bu konuda bir bilgi verin nerede
diye. ”Diyarbakır’dan Tunceli’ye götürüldü galiba” dedi. Oraya geldim. Bir
başçavuşa rica ettim. ”Oğlum hakkında bir bilgi edinebilir miyim” diye.
Başçavuş üzüldü. ”Gel içeri, gitme. Senin aleyhine olur” dedi. Ben ısrar ettim.
Elimdeki çantayı oraya bıraktırdı. Yanıma iki muhafız kattı. İçeri gönderdi.
Salonda bir teğmen oturuyordu. Sarışın babayiğit bir teğmen. O da içeri
girmememi istedi ama ben ısrar ettim. Aldı beni üsteğmene götürdü. Kapıyı
vurdu. Gel diye bir ses geldi. Esmer, böyle suratsız bir üsteğmendi. Pek şişman
da değil, orta kesim bir adamdı. ”Ne var?” dedi. İbrahim Kaypakkaya’nın
babasıymış kendisinden bir haber almak için rica etti, ısrar etti getirdim.
Üsteğmen: ”Canavarın babası, katilin babası” dedi. ”Hemen bunu tevkif
etmeliyim” dedi. ”Senin oğlunla ilişkin var” dedi. Bana çıkıştı. ”Beyefendi,
canavardır belki, katildir, ama benim oğlum. Hiç olmazsa bir defa sağ mı ölü mü
diye hatırını sorayım” dedim. ”Mümkün değil seni tutuklamam gerekiyor” dedi. Teğmen
bana çık diye işaret etti. Dışarı çıktım.
Nizamiyede
askerlerden bir tanesi yanıma geldi, tanımış beni. ”Arap amca niye geldin
buraya” dedi. ”Benim oğlum burada, tutukevinde, yaralı, onu görmek için geldim”
dedim. O asker bizi tanıyormuş köyden, bizim eve gelmiş, misafir olmuş. Ağladı
ben öyle deyince, beni de duygulandırdı. Sonra oradan bir haber alamayınca
şehrin içinde yürüdüm. Giderken yine sağlı sollu askeri nizamiyeler gördüm.
Oralardan sordum yine haber alamadım. Türk Haberler Ajansı Güneydoğu İlleri
bürosuna gittim. Orada gazeteciye durumu aktardım. Hiçbir şekilde İbrahim’le
görüşemedim. Döndüm.
İbrahim’den
bir mektup geldi. Kısa bir mektup. ”Ayakkabılarım hiç kalmadı, sırtımda elbisem
hiç kalmadı, olanların önemi yok beni merak etmeyin. Benim sağlığım yerinde.
Bana elbise, iç çamaşır, havlu, ayakkabı getir. Zamanı tayin edemiyorum. Saatim
yok. Bana bir de saat getir” diye bir mektup.
Bu
ihtiyaçlarını mümkün olduğunca tamamlayıp tekrar Diyarbakır’a gittim. Bu sefer
yerini öğrenmiştim. Hangi nizamiyeden girebileceğimi söylemişti mektupta. O
yere geldim. Geldiğimde oradaki astsubay bir sürü engeller çıkarmasına rağmen
rica ettim, içerideki nizamiyeye kadar gittim. Orada çavuşlar oturmuşlardı.
Yeniden kimlik tespiti yapıyorlardı. Mahkumun nesi olduğunu, yakınlık
derecesini tespit ediyorlardı. Ben İbrahim Kaypakkaya’nın babasıyım. Oğlumla
görüşmeye geldim. Bunun için buradayım dedim. Sonradan öğrendim, topçu teğmeni
olan Mevlut Karaaslan: ”Siz aşiret misiniz?” falan dedi. Evet aşiretim dedim.
”Siz allahsınız” dedi. ”Siz allah peygamber tanımazsınız” dedi. ”Sizin her
şeyiniz Hz. Ali’dir” dedi. Ben: ”Komutanım, herkes allahı’ı peygamberi
tanıyordur. İnsanlar gruplaşmışlar o ona demiş sen allahsızsın, o ona demiş
peygambersizsin ama hepsinin allahı var. Ben buna inanmıyorum” dedim. Diyanet
İşlerinden bir kitabını okumuştum o zaman Kemal Edip Kürkçüoğlu diye birinin,
Menderes zamanında yazılmış. ”İmanda Birlik Vatanda Birlik” diye, 16 küçük
sayfa bir kitabı vardı. ”La ilahe illallah muhammeden resul allah” diyen
herkes, ümmet safındadır, diyordu. Bunu ona anlattım. Neticede,
görüştürmediler.
”Mektup
yaz” dediler. ”Sadece iyiyiz, sağlık durumundan endişe ediyoruz. Nasılsın gibi
böyle bir mektup yazacaksın” dediler. Öyle bir mektup yazdım. Birisi mektubu
götürmüş. Oradan bir asker geldi, ”oğlunun selamı var” dedi. ”Merak edilecek
bir durumu yok. Ayakları donmuştu, parmakları kesildi” dedi. ”Spor yapmaya,
ayağa kalkmaya çalışıyor” dedi. Ben, İbrahim yarım idam oldu öyleyse, İbrahim
yok oldu, bunu söyler misin falan dedim. Oradaki bir üsteğmen dedi ki: ”İbrahim
senin dediğin gibi sıradan bir insan değil. Onun sol kolunu da kesseler, sadece
sağ kolu kalsa kendisini rahat rahat geçindirecek, yaşamını sürdürecek bir
insan. Oğlun senin bildiğin gibi zayıf iradeli bir insan değil” dedi. Bir defa
yüzünü göreyim dedim, ama göstermediler. Yine görüşmeden çıktım geldim.
İşte
o gidişimdeydi. Bala’dan gidiyordu yol. Kırşehir’den Kayseri üzerinden
gidiyordu. Gölbaşını aşıp. O rampayı tırmanıyorduk. Önümde iki subay
oturuyordu. Rütbelerini kesin bilmiyorum ama üsteğmen, binbaşı gibiydiler. ”Ben
de Diyarbakır’a gidiyorum” dedim. ”Niye gidiyorsun” dediler. ”Oğlum Diyarbakır
Askeri Tutukevinde, onu görmek için gidiyorum” dedim. ”İsim ne?”, ”İbrahim
Kaypakkaya” dedim. ”Oğlun eline sağ geçmeyecek” dediler.
Üçüncü
gidişimden 9 gün önce bir mektup gelmişti. ”Soruşturmam bitti, artık,
görüşmemiz için hiçbir engel yok. Görüşebiliriz. İstanbul’da bir olaydan
savunmamı istiyorlar. ” diye yazıyordu.
Zaman
çok geçtiği için olayları hatırlamıyorum. İstanbul’a gittim. Salman Kaya’yı
bulamadım, İbrahim Türk’ü buldum. İbrahim Türk o zaman bir bildiri
yayınlamıştı. O bildiriyi bana verdi. İşte savunması bunun için isteniyor dedi.
19 Mayıs günü akşam saat 7’de 1973’te, buradan Diyarbakır’a yürüdüm. Sabah
pazar günüydü vardığımda. 20 Mayıs’tı.
Diyarbakır’da
Dağkapı diyorlar, buradan Mardinkapı’ya yürürken hep düşünüyordum. Akşam etmeye
çalışıyordum. Ertesi gün gittim yine görüştürmediler. ”Üçüncü gelişim
görüşemediğim oğlumla” dedim. ”Ne olur beni görüştürün, engellemeyin.” Ricama
dayanamadı. İçeriye yolladı. Yine Ahmet Yarbay var, o kimlik tespiti yapan sıra
çavuşları var. Gene aynı sözlerle karşılaştım. Yarbayın yanına vardım. Yarbay
gene kulübeye geçmemi söyledi. Mevlüt Karaaslan gene oradaydı. Bu sefer hiç
konuşmadılar. Yazlık gömlek giymişti, kısa kollu, o Merzifonlu üsteğmen gene
oradaydı, o üzgündü. Bana hiçbir şey söylemedi. İbrahim ölmüştü artık.
Hiçbirisi böyle o eskiden olduğu gibi konuşmuyor, susuyor falan. O belinde
tabancası, kısa kollu gömleği, mağrur bir şekilde gidip geliyor Mevlüt
Karaaslan. Sonra yarbay geldi. Ben kulübeye geldikten sonra elinde bir kağıt
vardı. O üsteğmene verdi. ”Sen bu işlemleri yap” dedi. Orada duran bir jip
vardı. Bindirdiler beni jipe, yola düştük. Ergani’den çıkışa doğru, araba hızla
gidiyor. Acaba, oğlumla ilgili bir soru mu soracaklar, ifade mi alacaklar diye
içimde bazı tereddütlü düşünceler vardı. Sonra orayı da geçtik. Sıkıyönetim
Komutanlığına gidiyormuşuz. Oraya vardık. Şoför bana ”siz arabada bekleyin” dedi.
Kendisi binaya girdi. Tekrar geldi. Beni çağırdı, koştum vardım. Şoföre
soruyordum, ”İbrahim burada mı, beni burada mı görüştürecekler” diye
soruyordum. İçimde bir sıkıntı vardı. Şoför de ”yok amca, burada olmaz” diyor.
Şoför de biliyor muydu? Neyse içeri girdik. Soldan bir odaya beni koydu. Orada
bir sivil adam oturuyordu. ”Sen bekle, sigara yak” falan dedi bana. Fakat
içimde bir sızı, ben odanın içerisinde gidip geliyorum böyle, ”sigara falan
yakmam” dedim. Biraz sonra kapı açıldı.
O
zaman sıkıyönetim komutanı Şükrü Olcay’dı, tuğgeneral. O tuğgeneral, bir albay,
hapishane müdürü Ahmet yarbay, kapıdan içeri girdiler. Ve bende kapı açılır
açılmaz geri dönmüştüm. O paşa böyle beni aşağıdan yukarıya doğru ciddi bir
biçimde süzdü. ”İbrahim'in nesisin?” dedi. ”Babasıyım” dedim. ”Bunu doğrudan
doğruya söylemek olmaz ya, ben söyleyeceğim. İbrahim öldü” dedi. Ben,
görüşeceğiz diye bildiri almış getirmiştim, bilinçli yapayım savunmamı diyor,
ben görüşme ümidi ile gitmişken, o bana öldü dedi. Şuursuzca, ben ”Neye öldü,
İbrahim benden daha 9 gün önce mektup yazıp savunmasını yapmak için bilgi
istedi, nasıl ölür?” diyordum. ”Burada intihar etti, öldü” dedi. ”Öldürdünüz
İbrahim’i” dedim. ”Öldürdünüz’ dedim. ”Sus ulan, ayağımın altına alırım seni”
dedi. Üzerime yürüdü. ”Zaten tepelemişsin” dedim. ”Ben 15 sene emek verdim,
benim gibi inşaat ustası olmasın, belli bir mevki adamı olsun diye” dedim.
”Öldürmedin de ne yaptın? Benim bütün düşüncelerimi kökünden yıktın sen” dedim.
”Öldür, hadi beni de öldür” dedim. Gene üzerime yürüdü, sus mus dedi. Tehdit
etti falan ama mümkün değil, susmadım. ”Cenazem nerede, cenazeyi verin” dedim.
”Vermeyeceğim” dedi. ”Ne yapacaksınız ifadesini mi alacaksınız” dedim. ”Sus
diyorum, seni tepelerim” dedi. ”Tepele” dedim, ”ben buna hazırım. ”Uğraştık,
bağrıştık falan ettik. Nihayet düşündü, ”Sana pahalıya mal olur. Götüremezsin,
pahalıya mal olur” dedi. Çoluğumun çocuğumun rızkını keserek onu okuttum,
üzülmedim. Son masrafına da bir gecekondum var, onu satacağım, bana acıdığını
söyleme” dedim. Döndü hapishane müdürü, Ahmet yarbaya ”Belgelerini düzenleyin
de cenazesini verin” dedi. Oradan çıktım, jipe atladım.
Askeri
hastaneye gittik. Orada morga koymuşlardı. Bana oradan, ”git tabut getir”
dediler. Diyarbakır’ın içerisine koştum. Tabut yaptırdım. 60 liraya kefen
aldım, pamuk aldım. Bir de formal diye bir ilaç al dediler. Cenaze bozulmasın
diye. 20 liraydı sanıyorum, bir de o ilaçtan aldım. Bir hoca geldi, morgdan
çıkardık, tabuta koyduk. Belediyeden bir memur getirdim. Üzerine, taşınmasında
bir sakınca yoktur diye bir damga bastı, bir yazı verdi elime. İmam, ”Bana 5
lira vereceksin. Oğluna otopsi yaptım, emeğim geçti” dedi. ”Sen niye otopsi
yaptın ki oğluma?Oğlum öldürüldü mü?Bir de öldürülmüş insana, nasıl öldürülmüş
diye paramparça ettin sen benim oğlumu” dedim. ”Defol şurdan gözüm görmesin
seni” dedim. Sonra tabutu iki tekerlekli arabalar var, hamallar omuzlarına
takıyorlar, onunla taşıyorlar yükü. Öyle bir hamal getirtmiştim. Cenazeyi
oradan çıkartmıştık, tabutu indirdi hamala 5 lira verecektim. ”Ne oldu, bu ne
oldu, nedir?” dedi. ”Oğlum” dedim. ”Solcu diye burada öldürüldü. Onun cenazesi”
dedi. Adam ağladı, ‘5 liranı almıyorum’ dedi. Onun ağlaması beni temelli
rahatsız etti. İyice katılaşmıştım. Karşımda bana ağlayan birini görünce
rahatım bozuldu. Oradan araba aramaya çıktım. 1700 lira istiyorlardı. Ben 1200
lirayla gitmiştim. 500 lira falan kalmıştı. Mümkün değil o parayı
karşılayamıyordum. Bir de peşin istiyorlar. ”Seni tanımıyoruz” diyorlar. Gene
şoförün biri dedi ki: ”Uçağa git. Uçak ucuz götürür” dedi, tek yönlü olduğu
için. Uçağın yerini tarif etti. Oraya gittim. Oraya vardığımda 210 lira tabut
dediler, 245 lira da sana alırız dediler. ”Biletini verelim. Bu parayı
verebilir misin?” dediler. Tabii dedim. Vardı o kadar param. Akşam altıya
bileti verdiler. Bir 20 lira verdim, pikap tuttum.
Cenazeyi
hastaneden alıp havaalanına götüreceğim. Orada iki takımla, iki arabayla asker
geldi, geçmiş gün iyi hatırlamıyorum. Askeri inzibat geldi. O Mevlüt Karaaslan
yine oradaydı. Belinde tabancası, kısa kollu gömleğiyle. Ahmet yarbay,
hapishane müdürü de oradaydı. Askerlere arabanın arkasına tabutu koydurdular.
Mevlüt Karaaslan, ”Bin” dedi. Arabanın üstüne, tabutun yanına bindim. Oraya bir
de çanta konmuş. Benim kafam karmakarışık olmuş, çantayı kim getirdi farkına
varmadım. Arabanın önüne düştüler. Ahmet yarbay, ”adamı niye tabutun yanına
bindiriyorsun, şoför mahali boşken” dedi. ”Oradan aşağı in şoför mahaline bin”
dedi. Bindim. Havaalanı o inzibat arabaları önümüzde biz ortada.
Havaalanında,
nasıl olduysa, polisin biri, benim cebimdeki bildiriyi buldu. Bu nedir falan,
sorguya çekiyorlar beni. Bildiriyi alıkoymaya çalışıyor. ”Kardeşim bak işte
mektup: Oğlum benden savunmasını yapmak için bilgi istiyor, savunmasını
istedikleri suç bu bildiriymiş, İstanbul’dan avukattan aldım. Savunmasını
yapabilmesi için kendisine getirdim. Bunu birine okumak için getirmedim. Bir
yerlerde propagandasını yapmadım bu bildirinin. Niye alıkoyuyorsunuz siz?”
dediğimde ”Hayır efendim” dedi. ”Nasrettin Hoca, yorgan gitti kavga bitti demiş,
sen oğlunun ölümünü duyduğun anda bu bildiriyi cebinden çıkarıp atacaktın”
dedi. ”Yahu kardeşim, sen bir evlat acısı gördün mü?Ben sabah kalktım
nizamiyeye geldim, akşam altı buçuk oldu ben bir lokma koymadım ağzıma. Kaldı
ki üzerimdeki bildiri aklıma gelecek. Nereden düşünebilecektim bunu?” dedim.
”Sen kalkmışsın bana yorgan gitti, kavga bitti diyorsun. ”
İşte
böyle Çorum’a götürüp cenazesini defnettim İbrahim’in. İbrahim’in ölümünden
sonraydı, Siverek’ten olduğunu, adının Fatma Erez ya da Zeren olduğunu söyleyen
bir kadın geldi. ” İbrahimle hücrelerimiz yan yanaydı, geldiler İbrahim’le
tartıştılar. Sonra alıp götürdüler. İbrahim’in ayak seslerini, konuşmalarını
dinliyordum. Geceleyin de ölü olarak getirip hücresine attılar. Sabahleyin
intihar etti diye yaygara kopardılar”. O kasketli fotoğrafının Gaziantep’de
çekilmiş olduğunu söyledi, onu da o getirdi. ”Onun da bir eli bir ayağı
zincirliydi, mektuplarını yazamıyordu. Yazılarımız, isterseniz bakın, birbirine
benziyor. Mektupların bir bölümünü ben yazıyordum. İbrahim yazamıyordu” dedi.
Çantadan
bir mektup çıkardı. Hatıra defterine yapıştırmış: ”Babacığım” diyor: ”Ben
Tunceli’ye kadar takibatsız gelmiştim. Burada bir mağarada kalıyorduk. Bu
mağarada uzun süre kaldık. Artık, kalmamalıydık. Bazı kişiler tarafından
bilinmeye başlamıştı. ”Arkadaşlarından birisinin dışarıda gözcülük yaptığını,
kendilerinin de o Fehmi Altınbilek’in komutasındaki komando birliği tarafından
sarıldığını, birden uyanıp karşısında görünce ıslık çaldığını, dışarı
fırladıklarını, Ali Haydar Yıldız’ın ve kendisinin de orada vurulduğunu
anlatıyordu. Ali Haydar Yıldız ölmüş, o da ölü numarası yapmış. Askerler
gelmiş, bunu tekmeleyip geçmiş. Öteki arkadaşları kaçmış bir iki kişi. Biri
uçurumdan aşağı atmış kendini, yakalanmamak için. Onlar uzaklaştıktan sonra
yaralı olarak kalkmış. Ali Haydar’ı kucaklamış kaldırmak için. Ali Haydar orada
ölmüş. Onun öldüğünü görünce kendisi kaçmaya başlamış askerler dönmeden. Gene
bir mağaraya sığınmış. İki üç gün kalmış mağarada. Oradan bir köye gitmiş, çok
kan kaybetmiş. Ayakları zaten donmuş. Köyde bir öğretmenle karşılaşmış.
Öğretmen ben devrimciyim demiş. Bunu görünce tanımış zaten. Resimleri
dağıtılmış. Sana yardım edeyim demiş, ben seni tanıdım demiş. Başka imkanı
olmadığı için kabul etmiş. İçeri girer girmez, öğretmen kapıyı çekip üstünü de
kilitleyince anlamış tuzağa düştüğünü, ama güçsüz kaldığı için kapıyı söküp
kaçamamış. Fehmi Altınbilek denilen adam evi çevirmiş. ”Bu vaziyette nasıl
kaçıp kurtuldun?” diye sorunca, ”senin gibilerin elinden nasıl kurtulmak
gerekiyorsa, o şekilde canımı dişime taktım kaçtım” diye cevap vermiş. Oradan
da alıp Mirik mezrasından Kutudere karakoluna kadar yalınayak götürmüşler.
Karın, buzun içinde. Sık sık kendisini yere atıyormuş, tekmeleyip
kaldırıyorlarmış. Ondan sonra, gene orada şunu diyordu: ”Beni oradan gene
Diyarbakır’a götürmek için arabaya bindirdiler, gözlerimi bağladılar, bir yerde
arabadan indirdiler. Yerde tahminen altmış santim kadar kar vardı. ”Seni mayın
tarlasına sürüyoruz” dediler. Sonra etrafımı kurşun yağmuruna tuttular. Ben,
zaten bu ölümü hesaba katmıştım. Ve sonra arabaya aldılar, Diyarbakır’a
götürdüler. ” İşte İbrahim, böyle anlatıyordu.
Ben,
bir şiir yazmıştım.
”GÖRÜŞMEYE
GELMİŞTİM YANINA
FAŞİST KÖPEK KIYMIŞ SENİN CANINA
KALMAYACAK O KÖPEĞİN YANINA
GEL GİDELİM OĞUL BİZİM İLLERE
ANADOLU’YA
FAŞİST KÖPEK KIYMIŞ SENİN CANINA
KALMAYACAK O KÖPEĞİN YANINA
GEL GİDELİM OĞUL BİZİM İLLERE
ANADOLU’YA
DOĞU
BATI DEMEM, VATANINDASIN
BİR İZ BIRAKTIN Kİ TA CANIMDASIN
KİMSEDEN KORKMUYORUM SEN YANIMDASIN
GEL GİDELİM OĞUL BİZİM İLLERE
ANADOLU’YA
BİR İZ BIRAKTIN Kİ TA CANIMDASIN
KİMSEDEN KORKMUYORUM SEN YANIMDASIN
GEL GİDELİM OĞUL BİZİM İLLERE
ANADOLU’YA
ANKARA’YA
KESİLDİ YOLUM
ORADA ÇEVRİLDİ HEP SAĞIM SOLUM
NE YAPSALAR YIKILACAK BU ZULÜM
İŞTE GELDİK OĞUL BİZİM İLLERE
ANADOLU’YA ”
ORADA ÇEVRİLDİ HEP SAĞIM SOLUM
NE YAPSALAR YIKILACAK BU ZULÜM
İŞTE GELDİK OĞUL BİZİM İLLERE
ANADOLU’YA ”
İşte
yazıyoruz. Emekli oldum, o şartlar altında. Söyleyeceğim önemli bir şey daha
var. İbrahim ölmüştü artık, ben o fabrikada çalışıyordum. Gene, İbrahim Aksu
fabrika müdürü. Bir gün, bir adam geldi ”fabrika müdürü seni istiyor
personelden” diye. Oraya gittim. Bir personel şefimiz var, Süleyman Yolcu diye.
Bir kağıt çıkarttı bana, üzerini de başka bir kağıtla kapatmış, altta bir imza
yeri var. ”Burayı imzala” dedi. ”İmzalamazsam ne olur?” dedim, ”Üst tarafını
niye görmüyorum, niye üst tarafını okumuyorum?” dedim. ”İmzalayacaksın” dedi.
Bu arada fabrika müdürü yoktu. Birden kapıdan başını uzattı ”imzalayacaksın
burayı” dedi. ”İdama götürecekseniz götürün” dedim imzaladım. Sonra ”oku”
dediler, üstünden kağıdı kaldırdılar. Şu yazılıydı: ”Oğlum falanca köyün Sinan
Cemgil’i falan ihbar eden muhtarını öldürdüğünden, kendisinin idam edileceği
korkusuyla intihar etmiştir. Oğlum hakkında kimseyi suçlu bulmuyorum. İntihar
ederek ölmüştür. Ve kimse hakkında bir dava açmayacağım. Kimseden dava talebim
yoktur. ” diye bir yazı yazılmıştı. İmzayı attıktan sonra okudum.
Bütün
oğullarımız ve kızlarımız için, dava taleplerimiz vardır! Vardır!
Ali Kaypakkaya