Yakın geçmişte yapılan birçok çalışma, yalnızlık sorununun 2030 yılına dek Batılı ülkelerde bir salgın boyutuna ulaşma yolunda ilerlediğini gösteriyor. Bu alanda çalışan en yetkin araştırmacılardan biri, yalnızlığın bir “halk sağlığı krizi” salgını şeklinde, obeziteden daha büyük boyutlarda bir soruna dönüşmek üzere olduğunu ifade ediyor.
Cosmos magazine'de yayımlanan bir makaleden aktarılan bilgiye göre, ABD’nin Utah eyaletinde bulunan Brigham Young Üniversitesi’nden Julianne Holt-Lunstad, bu ay Washington’da düzenlenen 125. Amerikan Psikoloji Birliği Yıllık Kongresi için yeni bir makale hazırladı.
Lunstad’ın yayını iki farklı vaka incelemesinin birleşimine dayanıyordu. İlk olarak, 300 bin kişiyi kapsayan 148 adet incelemede, aile veya bir toplulukla kurulan sosyal bağların, herhangi bir sebebe bağlı ölüm riskini yüzde 50 azalttığını ortaya koyuyor.
Bu inceleme, Kuzey Amerika, Avustralya veya Avrupa’da yaşayan 3.4 milyon kişiyi içine alan 70 farklı araştırmanın çalışmanın da yolunu açtı. Bu soruşturmalar, toplumsal izolasyona, yalnızlığa veya tek başlarına yaşayan insanların sağlık durumuna ilişkin sonuçlara odaklandı. Bulgular üç koşulun hepsinin tek tek veya bir aradayken erken ölüm riskini arttırdığına işaret ediyor.
Obeziteden daha tehlikeli boyutta
Her çalışmada risk artış oranının ya obeziteye eşit ya da daha fazla düzeyde olduğu görülüyor.
Holt-Lunstad, “Başka insanlara sosyal açıdan bağlı olmak, yaygın görülen insanî bir ihtiyaç olarak kabul ediliyor,” diyor.
“Hem kişisel refah sağlamak hem de hayatı sürdürmek, çok önemli iki önceliğimiz. Uçtaki örneklere gelirsek; örneğin bakıcı hizmeti altındayken bedensel temastan yoksun olan bebeklerin büyüme konusunda geride kaldıklarını ve kimi zaman da hayatlarını kaybettiklerini gösteriyor; aslında ‘toplumsal izolasyon’ veya ‘bir hücreye kapatma’, toplumsal alanda bir ceza biçimi olarak kullanılıyor.”
Holt-Lunstad, 2015 yılında yalnızlığın sağlık üzerindeki etkileri konusunda ufuk açıcı bir araştırma yayınladı. Perspectives on Psychological Science (Psikoloji Bilimi Perspektifleri) dergisinin yayınladığı bu çalışma, sosyal ayrımcılık, yalnızlık veya tek başına yaşamanın, erken ölüm riskini sırasıyla yüzde 29, yüzde 26 ve yüzde 32 oranlarında arttırdığını ortaya koyan bir durum incelemesi niteliğindeydi.
Bu öncü araştırma, yalnızlığı depresyon hâli veya fakirlik gibi başka bir etkenin olumsuz sonucu olarak görme eğilimi gösteren daha önceki araştırmaların odağını değiştirmemiz noktasında bilim insanlarına yardımcı oldu.
Alan araştırmacıları açısından ilk zorluklardan biri, yalnızlık ve sosyal izolasyonun yüksek düzeyde bireysel anlamlar içermesi; bu sebeple durumun detaylı bir tanımını yapmak da oldukça zor. Bu durumu bir “kontrol listesi yaklaşımı” (olguların özelliklerini tespit etmek için hazırlanan “normlar” listesinin kullanıldığı karşılaştırmalı yöntem) kullanarak tanımlamaya çalışmak, genellikle beklenmedik sonuçlar ortaya çıkarıyor.
Yalnızlık, ''Tek kişilik bir oyun''
Avustralya’nın Queensland şehrindeki Southern Cross Üniversitesi’nde sosyal araştırmalar profesörü olan Dr. Mark Hughes, bu yılın başlarında verdiği bir röportajda “Yalnızlık, kişisel bir deneyimdir,” diyor.
Hughes “Bu, yeterli toplumsal bağlara sahip olmadığınız duygusundan kaynaklanıyor. Hayat biçiminize karşı içsel ve duygusal bir tepki” diyor ve ekliyor: “Bence, yalnızlık durumunun kişilerce gönüllü olarak bildirilmesiyle buna karşı tedbirler her zaman alınabilir,” .
Geniş resmin gösterdikleri (yalnız yaşayanların sayısı artmakta ve kamu sağlığı açısından ciddi sonuçlar söz konusu) büyük oranda tartışmasız olsa bile, yalnızlığın seviyesini ve yaşattığı deneyimi birbirinden ayırt etmek sanıldığı kadar kolay değil.
2016 yılında Avustralya’da faaliyet gösteren “Lifeline” (Hayat Çizgisi) adlı kriz yardım organizasyonu, araştırmalarını yalnızlık üzerinde yoğunlaştırdı. Araştırmaya katılanların yüzde 80’inin yalnız yaşam koşullarında zor dönemler geçirdiklerini ifade ettiği açıklandı.
Göze çarpan bir başka husus ise, kendilerini “çok sık” yalnız hissettiklerini aktaran katılımcıların yüzde 60’ının bir eşle (sevgili ya da evli olarak) birlikte yaşıyor oluşu ve birçoğunun çocuğunun olması.
Diğer taraftan, 2009 yılında yayınlanan araştırmaların sonuçları, genel kanının aksine, yalnızlık düzeylerinin, ‘bireysellik’ ve ‘bağımsızlığın’ elde edilmesi gereken bir erdem olarak görüldüğü toplumlara oranla, aile odaklı olan geleneksel toplumlarda daha yüksek olduğunu ortaya koymuştu.
Sonuçlar farklılaşsa bile, yalnızlığın toplum sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin yürütülen çok sayıda araştırma, yaşın ilerlemesiyle birlikte izolasyon oranının da yükseldiğini açığa çıkardı. Holt-Lunstad, toplumun yaşlı kesiminin git gide nüfusun daha büyük kesimini oluşturmaya devam etmesi noktasında uyarıda bulunuyor; zira durum gün geçtikçe kötüleşiyor. “Yaşlanan nüfus oranı arttığı sürece, halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkisinin de artmasını bekliyoruz,” diyor. “Gerçekten de dünyadaki birçok ülkede ciddi bir ‘yalnızlık salgınıyla’ karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Önümüzde duran diğer sorunsa, buna karşı ne gibi önlemler almamız gerektiği meselesi.”