Acı çektiğimiz doğrudur; en az acımızı
öfkeye dönüştürdüğümüz kadar!
Hayır acılarımız için sadece gözyaşı
dökmekle yetinmeyeceğiz; elbette öfkeleneceğiz!
Ümit İlter’in, “yanar kavrulur bedenimiz
sevdiklerimiz/ yanar kavrulur/ külümüz kalır geriye rüzgârda savrulur/ sözümüz
kalır/ bir de öfkemiz, bir de öfkemiz, bir de öfkemiz/ öfkeliyiz/ kül savrulur,
söz kalır, öfke büyür/ büyüyor,” dizelerini düşünerek hüznün bizi teslim
almasına göz yummayacağız.
Bizi, var eden öfke dolu acının bizleri
daha güçlü kılacağı gün gibi aşikardır.
Mezar başında dökülen gözyaşlarıyla,
haykırışlarla sınırlanamayız.
Yüreğimizin başındaki acıları unutup/
unutturmayacağız. “Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa
insandır”; , “Nasıl ki elmas yontulmadan mükemmelleşmezse, insan da acı
çekmeden olgunlaşamaz”; “Duyduğum acıyı göstermemek yetmiyordu, acı duymamak
gerekiyordu,” uyarılarını “es” geçmeyeceğiz!
Unutulmuş şeylerin yenileceği
bilinciyle, unutmayacağız/ unutturmayacağız!
Bize reva görülen acıları unutmamak,
Onları ölümsüzleştirmektir; Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç
kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür,” saptamasındaki üzere…
“ Ölümden sonra hiçbir şey yok”,
“Nascentes morimur/ Doğumdan itibaren ölüyoruz”, “Buraya kadarmış”, “Hayat
işte, bir varmış bir yokmuş” diyenleri ciddiye alamayız, almıyoruz,
almayacağız!
Ölümsüzlükün felsefesi bu değil, olamaz
da elbet…
Sokrates felsefeyi (yani felsefenin
bütününü) “ölüm için hazırlık” olarak tanımlarken; ‘Eşkıya’ filmindeki
Baran’ın, “Korkma, sadece toprağa gideceksin... Sonra toprak olacaksın... Sonra
sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin... Oradan özüne
ulaşacaksın... Çiçeğin özüne bir arı konacak... Belki o arı ben olacağım,”
sözlerini hatırlayacaksınız.
“Cennete ve cehenneme, hurilere,
kaynayan kazanlara” yani ölüme mündemiç hurafelere aldırmayın sakın ola!
Edip Cansever’in, “En büyük limanlara
demirlemiş/ En büyük gemiler gibi/ Kımıldamıyor gözbebekleri/ Ölü mü denir
şimdi onlara,” dizeleriyle tariflenen ölüm(süzlük) biz devrimciler için “son”
denilen yerde yeniden hayata, kavgaya dönme ihtimalidir.
“Nasıl” mı? “Hepimiz bir arada yaşamak
zorundayız: canlılar ve ölüler,” deyişindeki üzere…
Biz hep beraber yaşıyoruz:
Suruç’takiler, Roboskî’dekiler, 10 Ekim’dekiler ve benzerleri…
O hâlde kim öldü diyebilir Onlara?
Sakın unutmayın biz yani mücadelemiz var
olduğu sürece “Ölüm yoktur”.
Böylesi bir ölümsüzlük, tarihimizi
oluşturan temel bir dinamiktir. Çünkü Onlar tarihi kanlarıyla sulayarak
yeşerttiler.
İşte tam da bunun içindir ki
ölümsüzlükle hayat yeşerip, çoğalır; “Yaşamıyor olmak hiç de korkunç bir şey
değil; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak
hiçbir şey yoktur,” diyen Epikuros’un ifadesindeki üzere…
İnsanın dünyadaki en büyük korkusu,
insandır,” diye tarif ettiği tabloda korku hayal gücünü beslerken; kimseye
“Eyvallah”ı olmayanın, kimseden de korkusu yoktur.
İnsanlığın en eski ve en güçlü
duygusudur korku; en eski ve en güçlü korku da bilinmeyenin korkusudur.
Korkaklar ecelleri gelmeden, her gün
ölürler; ölümsüzler için bu bir keredir; çünkü Onlar korkusuz yaşarlar.
Tam da bunun için “Umut, cesaretin
yarısıdır, Çalış ve ümit et” ilkesinden hareketle…
Kolay mı?
“Bütün insanların yaşamını gündüz
düşleri kateder boydan boya”; ve “Umutsuzluk, kendini bile sevmemektir,” notunu
düştükleri umut, gelecekten ödenmek üzere alınmış borçtur. Umutsuzluğu
örgütlenip kavgaya katılarak kovalım.