Erdoğan Türkiyeyi en demokratik ülke
olarak pazarlamaya çalışıyor. Faşist baskı ve zulmün sınır tanımadan sürdüğü
Türkiye'de herkesin eşit olduğundan dem vuruluyor
Hatırlanacağı üzere; "Herkes
eşittir, ama bazıları daha eşittir" diye ünlü bir özdeyiş var. Gerçekten
de, İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi de, anayasalar, yasalar da "herkesin
eşit olduğunu" yazıyor. Oysa yaşam, tarih boyunca "bazılarının daha
eşit olduğunu" gösteriyor!
İşle insan hakları tartışması da bu
noktada başlıyor ve bu noktada düğümleniyor: Kim savunulacak?
Tarih boyunca haklar, dönemin ve
toplumun karakterine uygun biçimde farklılıklar taşımıştır. Ama bütün bu
farklılıklara karşın tek ve değişmeyen ortak bir nokta vardır: Ezenle
ezilen,sömüren sömürülen arasındaki çelişki. Hak arayışı, "haksızlığın
/sömürünün olduğu her yerde" vardır; "haksızlığa /sömürüye
karşı" gelişir.
Genel bir doğrudur. İnsanlık tarihi,
üretim ilişkilerinin belirlediği bir sınıf mücadeleleri tarihidir. İnsan
hakları, özgün koşullara bağlı farklılıklar göstererek bu genel doğrunun içinde
yer alır. Egemen sınıflar, ellerinde bulundurduktan devlet mekanizması ile
toplumdaki "hakları" düzenler. Üretici güçler emekçi sınıflar da yeni
haklar alabilmek ve kazanılmış haklan kendi yararlarına daha ileri götürebilmek
için mücadele eder. (İşçi sınıfının tüm dünyada yüzyıllar süren ve kanla
yazılmış mücadele tarihidir bugün grev hakkım yasalara geçiren). İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi dâhil, tüm yasalardaki haklar, hep uzun ve zorlu
mücadelenin sonunda alınabilmiştir. Daha açık deyişle, tarihin hiçbir döneminde
egemenler, hakları, "insanları sevdikleri için" yermiş değildir.
Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu örneğin 1600'lerde insan
haklarına ilişkin öncü yapıtlardan birini yazdığı için mahkeme tarafından
hakkında "iki kulağının kesilmesi, yüzünün dağlanması ve ömür boyu hapis
cezasına çarptırılması" kararı verilen İngiliz Bostwick'in sayesindedir.
Egemenlerin değil! Bugün insan haklarından söz edilebiliyorsa bu örneğin, 1908
yılında grevleri, ta İstanbul’dan Mecidiye Zırhlısı ile gönderilen askerler
tarafından kanla bastırılan Aydınlı Şark Demiryolları işçilerinin sayesindedir.
Egemenlerin değil! Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu, tarih
boyunca, hakları için dövüşen, işkence gören, öldürülen emekçilerin
sayesindedir. Egemenlerin değil!
Bu anlamda, insan haklarının içeriğinde
"emeğin hakkı" vardır. Yarattığı, ürettiği değerlere el konulan,
sömürülen sınıfların emeğinin karşılığını alma mücadelesi vardır. Bu zorlu
mücadelelerdir, köleci ve feodal toplumlarda görülmeyen bir biçimde
"evrensel" insan hakları tanımı ve "kabulünü" burjuva
toplumlara dayatan. Bu zorlu mücadeledir, "eşitlik" ilkesini
kâğıtlara geçirten.
Ne var ki, sömüren- sömürülen;
emek-sermaye çelişkisi, yani "eşitsizlik" sona ermedikçe, bu eşitlik
ilkesinin kağıt üstünde kalması da kaçınılmazdır. Bu eşitsizlik sona erene,
yani sosyalizm hedefine ulaşıncaya dek insan hakları mücadelesi de sona
ermeyecektir.
O nedenle, insan hakları mücadelesinden
söz edilirken sınıf mücadelesi anlaşılacaktır. Ezilen ve sömürülen sınıfın,
"emeğin" yanında olmak ve sınıf mücadelesinin yanı sıra, ezilen
ulusun, ezilen cinsin haklarının savunulması anlaşılacaktır.
İnsan haklarını savunurken kimin yanında
yer alacağız? hak aradığı için işten atılan akademisyeni-kamu emekçisinin
yanında mı yer alacağız, yoksa aynı organik fonksiyonlara sahip oldukları için
ortak ve soyut bir "insan" tanımlaması ile ikisini de
"eşit" mi göreceğiz?
Kürtlere yönelik baskı, zulüm ve
soykırım politikalarını görmezden gelip, Kürt politikacıların içeriye
tıkılmasını, katliam ve işkenceleri "demokrasinin zaferi" diye
alkışlayacak mıyız?
Ya da, "düşünce ve örgütlenme
özgürlüğü" adına faşist şeriatçı İslamcılar mı savunulacak?
Emek sömürüsünü meşru sayan, sınıflar ve
cinsler arasındaki eşitsizliğe Kuran süreleriyle kılıf giydiren bir ideolojinin
temsilcisi AKP iktidarı , Ayetullah Humeyni'nin İslam Devrimi öncesi Paris'te
söyledikleriyle nasıl örtüşüyor!
İşte, İranlı yazar Bahman Nirumard’ın
"İran: Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardımla" kitabından bir pasaj:
"(Ayetullah Humeyni) Söz ve düşünce
özgürlüğü, insanların temel haklarından biridir, diyordu. Hiç bir nedenle bu
kısıtlanamaz. Her vatandaş, kendi kaderini kendi çizmeli, diyordu. "Vatana
ihanet edenlerin" dışında, tüm politik partilere ve öz-güllere her
serbestliği tanıyacağına söz veriyordu. Halkı ezen tüm devlet kuruluşlarını
kaldıracağını söylüyordu. İran'da böyle kuruluşların yeri olmayacaktı. Radyo ve
televizyon halkın malıdır, diyordu. Hükümet, bunları denetlemeyecekti. Sansürü
tümüyle kaldıracağına söz veriyordu. Gelecekte İran'da herkes istediğini yazıp
okuyabilecekti. (...) İnanç özgürlüğünden söz ediyordu Şii molla. (...)
Kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikleri kaldıracağına söz veriyordu:
"Söz veriyorum ki, memleketimizin kadınları, meslek, meşgale ve gayet tabi
ki kıyafet tercihinde, bazı kaideler çerçevesinde tamamen serbest
olacaklarda-."
İşte Humeyni'nin sözleri, işte bugünkü
İran!
Humeyni bu sözlerinde ne kadar
"samimi" idiyse, Türkiye'deki "insan hakları ihlallerine müsaade
etmeme kararlılığındaki" devlet sözcüleri de o kadar samimi!
Ancak burada önemli olan ve altını
çizmek istediğimiz, devletin tutumu değil. Devletin, egemen sınıfların bir
aracı olarak emekçilerin, emekçi sınıf yada sınıflar ve ulusun karşısında,
insan hak ve özgürlüklerini yok saymaya devam ediyor.
Evet, bir yanda işçi ve emekçi sınıfı
bir yanda devlet. İnsan hakları savunucuları seçimini yapmak zorunda. Ama bu
simgeler, ezenin mi yoksa ezilenin mi yanında yer alınacağı sorusuna açık, net
bir yanıttır.
Tarihin çöplüğü, bu soruya yanlış yanıt
verenlerle dolu...