20 Kasım 2016 Pazar

Kim İçin İnsan Hakları?

Erdoğan Türkiyeyi en demokratik ülke olarak pazarlamaya çalışıyor. Faşist baskı ve zulmün sınır tanımadan sürdüğü Türkiye'de herkesin eşit olduğundan dem vuruluyor
Hatırlanacağı üzere; "Herkes eşittir, ama bazıları daha eşittir" diye ünlü bir özdeyiş var. Gerçekten de, İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi de, anayasalar, yasalar da "herkesin eşit olduğunu" yazıyor. Oysa yaşam, tarih boyunca "bazılarının daha eşit olduğunu" gösteriyor!
İşle insan hakları tartışması da bu noktada başlıyor ve bu noktada düğümleniyor: Kim savunulacak?
Tarih boyunca haklar, dönemin ve toplumun karakterine uygun biçimde farklılıklar taşımıştır. Ama bütün bu farklılıklara karşın tek ve değişmeyen ortak bir nokta vardır: Ezenle ezilen,sömüren sömürülen arasındaki çelişki. Hak arayışı, "haksızlığın /sömürünün olduğu her yerde" vardır; "haksızlığa /sömürüye karşı" gelişir.
Genel bir doğrudur. İnsanlık tarihi, üretim ilişkilerinin belirlediği bir sınıf mücadeleleri tarihidir. İnsan hakları, özgün koşullara bağlı farklılıklar göstererek bu genel doğrunun içinde yer alır. Egemen sınıflar, ellerinde bulundurduktan devlet mekanizması ile toplumdaki "hakları" düzenler. Üretici güçler emekçi sınıflar da yeni haklar alabilmek ve kazanılmış haklan kendi yararlarına daha ileri götürebilmek için mücadele eder. (İşçi sınıfının tüm dünyada yüzyıllar süren ve kanla yazılmış mücadele tarihidir bugün grev hakkım yasalara geçiren). İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dâhil, tüm yasalardaki haklar, hep uzun ve zorlu mücadelenin sonunda alınabilmiştir. Daha açık deyişle, tarihin hiçbir döneminde egemenler, hakları, "insanları sevdikleri için" yermiş değildir. Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu örneğin 1600'lerde insan haklarına ilişkin öncü yapıtlardan birini yazdığı için mahkeme tarafından hakkında "iki kulağının kesilmesi, yüzünün dağlanması ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılması" kararı verilen İngiliz Bostwick'in sayesindedir. Egemenlerin değil! Bugün insan haklarından söz edilebiliyorsa bu örneğin, 1908 yılında grevleri, ta İstanbul’dan Mecidiye Zırhlısı ile gönderilen askerler tarafından kanla bastırılan Aydınlı Şark Demiryolları işçilerinin sayesindedir. Egemenlerin değil! Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu, tarih boyunca, hakları için dövüşen, işkence gören, öldürülen emekçilerin sayesindedir. Egemenlerin değil!
Bu anlamda, insan haklarının içeriğinde "emeğin hakkı" vardır. Yarattığı, ürettiği değerlere el konulan, sömürülen sınıfların emeğinin karşılığını alma mücadelesi vardır. Bu zorlu mücadelelerdir, köleci ve feodal toplumlarda görülmeyen bir biçimde "evrensel" insan hakları tanımı ve "kabulünü" burjuva toplumlara dayatan. Bu zorlu mücadeledir, "eşitlik" ilkesini kâğıtlara geçirten.
Ne var ki, sömüren- sömürülen; emek-sermaye çelişkisi, yani "eşitsizlik" sona ermedikçe, bu eşitlik ilkesinin kağıt üstünde kalması da kaçınılmazdır. Bu eşitsizlik sona erene, yani sosyalizm hedefine ulaşıncaya dek insan hakları mücadelesi de sona ermeyecektir.
O nedenle, insan hakları mücadelesinden söz edilirken sınıf mücadelesi anlaşılacaktır. Ezilen ve sömürülen sınıfın, "emeğin" yanında olmak ve sınıf mücadelesinin yanı sıra, ezilen ulusun, ezilen cinsin haklarının savunulması anlaşılacaktır.
İnsan haklarını savunurken kimin yanında yer alacağız? hak aradığı için işten atılan akademisyeni-kamu emekçisinin yanında mı yer alacağız, yoksa aynı organik fonksiyonlara sahip oldukları için ortak ve soyut bir "insan" tanımlaması ile ikisini de "eşit" mi göreceğiz?
Kürtlere yönelik baskı, zulüm ve soykırım politikalarını görmezden gelip, Kürt politikacıların içeriye tıkılmasını, katliam ve işkenceleri "demokrasinin zaferi" diye alkışlayacak mıyız?
Ya da, "düşünce ve örgütlenme özgürlüğü" adına faşist şeriatçı İslamcılar mı savunulacak?
Emek sömürüsünü meşru sayan, sınıflar ve cinsler arasındaki eşitsizliğe Kuran süreleriyle kılıf giydiren bir ideolojinin temsilcisi AKP iktidarı , Ayetullah Humeyni'nin İslam Devrimi öncesi Paris'te söyledikleriyle nasıl örtüşüyor!
İşte, İranlı yazar Bahman Nirumard’ın "İran: Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardımla" kitabından bir pasaj:
"(Ayetullah Humeyni) Söz ve düşünce özgürlüğü, insanların temel haklarından biridir, diyordu. Hiç bir nedenle bu kısıtlanamaz. Her vatandaş, kendi kaderini kendi çizmeli, diyordu. "Vatana ihanet edenlerin" dışında, tüm politik partilere ve öz-güllere her serbestliği tanıyacağına söz veriyordu. Halkı ezen tüm devlet kuruluşlarını kaldıracağını söylüyordu. İran'da böyle kuruluşların yeri olmayacaktı. Radyo ve televizyon halkın malıdır, diyordu. Hükümet, bunları denetlemeyecekti. Sansürü tümüyle kaldıracağına söz veriyordu. Gelecekte İran'da herkes istediğini yazıp okuyabilecekti. (...) İnanç özgürlüğünden söz ediyordu Şii molla. (...) Kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikleri kaldıracağına söz veriyordu: "Söz veriyorum ki, memleketimizin kadınları, meslek, meşgale ve gayet tabi ki kıyafet tercihinde, bazı kaideler çerçevesinde tamamen serbest olacaklarda-."
İşte Humeyni'nin sözleri, işte bugünkü İran!
Humeyni bu sözlerinde ne kadar "samimi" idiyse, Türkiye'deki "insan hakları ihlallerine müsaade etmeme kararlılığındaki" devlet sözcüleri de o kadar samimi!
Ancak burada önemli olan ve altını çizmek istediğimiz, devletin tutumu değil. Devletin, egemen sınıfların bir aracı olarak emekçilerin, emekçi sınıf yada sınıflar ve ulusun karşısında, insan hak ve özgürlüklerini yok saymaya devam ediyor.
Evet, bir yanda işçi ve emekçi sınıfı bir yanda devlet. İnsan hakları savunucuları seçimini yapmak zorunda. Ama bu simgeler, ezenin mi yoksa ezilenin mi yanında yer alınacağı sorusuna açık, net bir yanıttır.
Tarihin çöplüğü, bu soruya yanlış yanıt verenlerle dolu...