Yönetici öğretir, yönetici
düşünür, yönetici konuşur, yönetici etkinlikte bulunur; diğerleri ise hep
öğrenen,
hakkında karar verilen, dinleyen,
söyleneni yapan konumundadırlar; sonunda yanılsama (İnsanların kendi katkıları olmadan
kurumun kendinden menkul hareketi yanılsaması) gerçeğe dönüşür insanlar
kendi emekleri önemsiz göründüğü ölçüde pasif seyircilere dönüşerek, her şeyi
yöneticiden çözmesini beklerler. Fazla bir çaba harcamadan da, toplumsal
iradelerini temsil ettiğini varsaydıkları, yöneticinin eylemiyle, eylemde
bulunduklarını sanmaya başlarlar. Tıpkı günümüz düzen sendikaları, partileri,
okulları, futbol ve medya seyirciliği, her türden memur zihniyeti gibi! Böylece
her türlü söz, düşünce, eylem hakkı ve yetkisi kitleden koparak kurumdaki
uzmanlaşmış görevlilere ve yöneticilere geçer. Ortak ihtiyaç ve amaçlarını
gerçekleştirmek amacıyla kurumu bir araç olarak oluşturan insanlar,
kendi kendinin amacı haline gelen kurumun basit aileleri derekesine düşerler.
İşbölümü gereği kendi içinde özel
bir manevi iklim gelişmiş kurum, onu oluşturan insanları dünyanın geri kalanından
(kurumun sınırlı ilgi alanları dışında) yalıtmakla ve farklı toplumsal ilgi ve
emek alanlarına
duyarsızlaştırmakla kalmaz,
yaşanan toplumsal sorunlar ne olursa olsun bağımsız inisiyatif, yaratıcılık,
duyarlılık diye bir şey bırakmaz.
İşte düzen kurumlarının, onları
oluşturan insanlar üzerinde böylesine manyetik-tutucu bir etkisi vardır.
Kuşkusuz bunlar her bir kurum
için mutlaklaştırılamaz, genel bir eğilim olarak vardır. Öyle ki, tek tek
bireyleri bağlı oldukları aile, okul, sendika, din vb. gibi kurumların manyetik
etkisinden koparmak, devrimcileştirmek için çoğunlukla farklı dayanaklara, yani
daha büyük bir çekim gücü olan alternatif kurumlara, "kurum olmayan
kurum" olarak sosyal devrim örgütüne ihtiyaç vardır.
Toplumu, tüm ekonomik-siyasi-toplumsal-kültürel
bağıntılarıyla kökünden ve bütünden değiştirmek gibi bir kaygısı olmayan, dar
anti-faşist anti-emperyalist küçük
burjuva devrimci örgütle bunu başaramaz.
Çünkü
onların toplumun mevcut aile, sendika, okul, hatta bazılarının din kurumlarıyla
bir sorunu olmadığı gibi, çoğunlukla bu düzen kurumlarını kendi içlerinde
yeniden üretirler. Devrimci adı altında bu kurumların manevi iklimi görece
değişse de, özleri aynı kaldığı sürece örgüt içinde düzeni yeniden üretmeyi
sürdürürler. Örneğin devrimci eğitim adi altında, kadro adaylarına burjuva
saçmalıkları yerine devrimci bilgi ve inançların verilmesi, eğitim kurumunu
özünde farklılaştırmaz.
Çünkü
sorun kadrolara bir şeyler öğretmekten çok, kendi bağımsız çabasıyla da her
durum ve koşulda "öğrenmesini ve öğretmesini öğrenmek"tir. Sınırlı
anti-faşist devrimci kişilik, devlete militanca kafa tutsa da, düzenden
bütünüyle kopamaz, çünkü diğer düzen kurumlarıyla ilişkisini ve dolayısıyla
onlar tarafından olduğu gibi belirlenmeyi sürdürür. Devrimci faaliyet sırasında
devrimci belirlenim içindeyse de, ailesinin, sendikanın, medyanın vb.
içindeyken onların belirilmesine kapılıverir.
Devrimci sınıf savaşımında, aile
(devrimcilerin, devrimci tutsakların aileleri, vb.), medya sendika, alevi ve
hemşehri dernekleri vb. gibi kurumları değerlendirmek kuşkusuz önem taşır.
Fakat savaşımın salt buna indirgenmesi, düzenle sınırların hızla erimesine yol
açabilir. Bu egemen kurumların kitleler gözündeki saygınlığının ve meşruluğunun
gerçekte, düzenin kitleler gözündeki saygınlığı ve meşruluğunun bir yani olduğu
unutulmamalıdır. Örneğin, tutsak ailelerinin ve anaların savaşımda bugün öne
çıkan öneminden ötürü, düzenin en tutucu ve körleştirici kurumlarından aile
kurumuna bir meşruluk ve idealleştirme kazandırmamaya dikkat etmek gerekir.
"Analar yoldaş olmalı" cümlesi, bu konudaki komünist yaklaşımı
yeterince güçlü biçimde özetler. Daha yaygın olan ise, çoğu ailenin kendi
çocuğu ile sınırlı duyarlılığıdır. Tıpkı mevcut sendika isçilerin kendi
sektörel talepleriyle sınırlı "duyarlılığı" gibi. Yılan kendilerine
dokununca hareketlenmeleri, ama onun dışında kıyamet kopsa dönüp bakmamaları,
bu egemen kurumların, egemen kurum olarak kaldıkça, tutucu, körleştirici ve
parçalayıcı doğasının tersinden bir kanıtıdır olsa olsa.
Diğer taraftan, "bireysel
özgürlüğü boğduğu için her türlü kurum ve otorite reddedilmelidir'' diyen ve
sanki mevcut kurumların alternatifiymiş gibi liberal bireyciliği ya da
özyönetimciliği çıkaran anarşizm, sinsi bir devrim düşmanlığı olmaktan ileri
gitmez.
Marksizmin, 'insanlar kendi
tarihlerini kendileri yaparlar, fakat keyfi olarak değil, verili toplumsal
koşullar içerisinde, onlar tarafından belirlenerek ve onları dönüştürerek'
bilimsel doğrusu kurumlar açısından şu anlama gelir: Bireyler toplumsal olarak
(maddi yasam koşulları ve bu koşullara dayan toplumsal ilişkilerle, aynı
zamanda bu ilişkilerin yoğunlaşmış, görece kemikleşmiş bir biçimi olarak
toplumsal kurumlar yoluyla) belirlenir.
Fakat bu mutlak bir belirlenme değildir;
egemen toplumsal kurumlar, toplumsal ilişkilerdeki keskin çelişkileri görece
donduran bir özelliğe sahip olsalar da, onlar da çelişkiden muaf değildir. Bir
kurum ilk bakışta ne kadar ideal ve donmuş görünürse görünsün, çelişkiler
kurumlar içerisinde de hükmünü yürütür ve kurumlar yoluyla belirlenen insanlar,
kurumları dönüştürür. Tıpkı dinin, ailenin vb. tarih boyunca ve günümüzde halen
geçirdiği evrim gibi.