Sosyolojik kavramlar, zamana ve mekâna
göre farklı anlamlar taşıyabilirler. “Barışı Kurmak” kavramı da bunlardan
birisidir.
Cezaevi koşullarında, kısıtlı imkânlarla
avukatlarıma aktarabildiğim kadarıyla bazı röportajlara cevap olmaya
çalışıyorum. Röportajların birinde kendim ile ilgili olarak “benim rolüm ve
misyonum; savaşı büyütmek değil, barışı kurmaktır” demiştim. Bu tespitimin bazı
tartışma ve değerlendirmelere konu edildiğini izliyor ve duyuyorum. Şüphesiz
eleştiri mekanizması, örgütlü mücadelemizin temel harcı ve dinamizm kaynağıdır.
Tüm bu eleştirilere saygı duyduğumu belirtmekle birlikte, bazı hususlara
açıklık getirme ihtiyacı duyuyorum.
Her şeyden önce günümüzde barış kavramı,
silahların sustuğu, çatışmanın durduğu anı karşılayan bir kavram değildir.
Geçmişte, savaşın bitmesi barışın ortaya çıkması için yeterli görülüyordu.
Ancak günümüzde barış hali, daha geniş olarak ele alınmakta, çatışma
potansiyelinin da ortadan kalktığı durumu ifade etmektedir.
Savaşın durması, silahların susması ve
hatta silahlanmanın bırakılması başlı başına barışın gerçekleşmesi için yeterli
değildir. Ekonomik, siyasal, fiziki ve psikolojik şiddetin hüküm sürdüğü
devletlerarası ilişkilerde, devlet-toplum-birey, kadın-erkek, yöneten-yönetilen
ve işveren-işçi gibi tüm ilişkilerde barışın kazanabilmesi, çatışma
potansiyelinin de ortadan kalkmasına bağlıdır.
Prof. Dr. Mithat Sancar bu durumu,
negatif ve pozitif barış olarak kavramsallaştırmıştır. Çatışmanın durduğu,
ancak çatışmayı yaratan sorunun çözülmediği hale “negatif barış” derken;
çatışma potansiyelinin de ortadan kalktığı eşitlikçi, adil bir çözümün üzerine
inşa edilmiş hale de “pozitif barış” demiştir. Dolayısıyla günümüzde barış,
savaşın bittiği durumlarda kendiliğinden ortaya çıkmadığı gibi çıkması da
mümkün değildir. Barış, ancak inşa edilebilir. Bir yandan çatışma ve savaş
devam ederken, diğer yandan barışı kurmak, inşası için de özgün ve kararlı bir
mücadele yürütmek gerekir.
Demokratik siyaset, kadın hareketi,
özgür basın alanı, kültür alanı, demokratik gençlik hareketi, emek hareketi vb.
sivil alanlar, barışın inşasından bir bütün olarak ilk elden sorumludurlar.
Toplumu ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal açıdan kendi yeterliliğini
sağlayabileceği örgütlülükler aracılığı ile bir tür “toplumsal öz savunma”
disiplinine kavuşturmak, barışın inşasının bir parçasıdır. Bununla birlikte,
sosyo-psikolojik ortamı hazırlamak, uluslararası diplomatik ilişkileri barışın
inşası için değerlendirmek, toplumu barış konusunda kitlesel olarak harekete
geçirebilmek, barışın inşası konusundaki diğer gereklilikler ve aynı zamanda
sorumluluklardır.
Hiç şüphesiz, Kürt Halk Önderi Sayın
Öcalan’ın koşulları ve imkânları uygun olsaydı, barışın kurulması ve inşası
konusunda herkesten daha etkili ve sonuç alıcı bir çalışma ortaya koyabilirdi.
Sayın Öcalan, ağır tecrit koşullarına rağmen 19 yıldır “barışın inşası”
konusunda son derece güçlü perspektifler ortaya koymuş, fırsat buldukça da
avukatları veya heyetler aracılığıyla bunları pratikleştirmeye çalışmıştır.
İmralı’da kendisiyle defalarca yüz yüze görüşme şansı bulanlardan biri olarak,
bu muazzam çabaya ve derinliğe bizzat tanıklık ettiğimi de belirtmem gerekir.
Bütün bunlarla birlikte “barışı inşa
etme” görev ve sorumluluğunun da Sayın Öcalan’a yüklenmesi hakkaniyete ne kadar
uygundur? Sayın Öcalan, ağır tecrit koşullarındayken, “barışı da sen kur”
diyerek sorumluluğu kendisine atmak ne kadar ahlakidir?
Elbette ki, Sayın Öcalan’ın bir önderlik
rolü ve misyonu vardır. Bu rol tarihseldir, kurumsaldır ve mücadele içinde
emekle şekillenmiştir. Sayın Öcalan, önderlik misyonu ile barışın muhatabıdır.
Olası müzakerelerin de “baş müzakereci”sidir. Başka muhataplar yaratmaya çalışmak
sonuçsuz ve anlamsız kalmaya mahkûmdur.
Barışı kurmak ve barış sürecinin
muhatabı olmak, birbirini tamamlayan, bütünleyen, iç içe geçmiş ortak bir barış
mücadelesiyle mümkündür. Kavramları yerli yerine oturtmak, kişileri de buna
göre değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Son zamanlarda açık ve kapalı imalar
yolu ile şahsımı ve Sayın Öcalan’ı karşı karşıya getirmeye yönelik sergilenen
tutum ve çabalar iyi niyetli değildir. En hafif değerlendirmeyle “gaflet”tir.
Demokratik siyaseti, halkın seçilmiş iradesi
olarak hak ettiği saygın konumuna layık bir tutumla değerlendirmek, bütün
dostlarımızdan en büyük beklentimizdir. Demokratik siyaseti ve öncülerini
hiçleştiren, değersizleştiren anlayışlar sorgulanmaya muhtaçtır.
Her kavramın başına “demokratik” yazmakla
demokrat olunmuyor. Demokrasi bir kültürdür, yaşam tarzıdır. Kendinden
başlayarak herkesin ve bütün alanların demokrasi ölçüleri çerçevesinde kendini
özeleştiriye tabi tutması ve halka hesap vermesi, mücadelemizin hamlesel
çıkışları açısından bir lüks değil, zorunluluktur. Niyet okumalar üzerinden
değil, pratiklerimiz üzerinden eleştiri geliştirmek, özeleştirilerimizi de
pratikte vermek daha anlamlı olur.
İçeride ve dışarıda kahramanca direnen
tüm arkadaşlarıma en içten selam ve sevgilerimle.
Selahattin Demirtaş
Edirne Cezaevi