Şimdi ilk sorumuz şu. Geçmişinizi ana
hatlarıyla anlatır mısınız? Bu yere gelişinizin hikayesi nedir?
TD - Önce doğumumdan başlayarak
özetlemeye çalışayım. 1934 yılında Sivas'ın Sarkışla ilçesinin Altın köyünde
doğmuşum. Şimdi, Gümüştepe adıyla anılıyor. 5 yaşındayken, babam anamları alıp,
babasının topraklarının bulunduğuna inandığı Ağrı'nın Tutak ilçesine götürdü.
Fakat, oraya gittiğinde baktı ki, ağalar bu topraklarını almışlar,
sahiplenmişler. Ortada kaldı. Biraz dini bilgisi vardı. Onunla, imam olmaya
koyuldu, Tutak'ın kimi köylerinde imamlık yaptı. Sonra, Muş'un köylerine geçti
ve ben daha altı, yedi yaşıma gelirken -ki, ben okula verilmedim, babam bu
okulları gavur okulu sayıyordu ve vermiyordu- götürüp beni Kürt hocaların içine
bıraktı. Ağrı'nın Tutak ilçesine bağlı Kargalık köyünde Şeyh Ramazan diye biri
vardı. Onun himayesinde öğrenciler okuyordu. Arapça okuyorlardı. Ben, Molla
Nadir Efendi bir de hafız vardı, Türk, esasen başlangıcı onda okumuştum.
Sonradan hafız oradan gitti, ben Kürtçe'yi öğrendim.
Kürtçe'yi sonradan mı öğrendiniz?
TD- Evet. Çok kısa süre sonra öğrendim
Kürtçeyi.
Ana diliniz değil yani?
TD- Değil. Kürtçeyi öğrendikten sonra
başladım hocadan Arapça'yı Kürtçe anlamı ile okumaya ve giderek ben Türkçe'yi
unuttum. Sürekli Kürtçe konuşuyordum çünkü. Kürt öğrenciler arasında. Orada
Kürt öğrenciler yani çevreden gelen öğrenciler köylü tarafından idare edilirdi.
Camide yatıp kalkardık. Ve "ratip" denilen bir yöntem vardı. O
yöntemle, kazanlar içerisine besin maddeleri, yiyecekler toplanırdı ve
karıştırılırdı. Etli, sütlü, tatlı hepsi aynı kazanın içerisinde
karıştırılırdı. Sonra bölüştürülürdü. Herkes tabağına, tabağı olmayan ekmeğinin
üzerine..-lavaş denen bir açık ekmek vardı-. Bu şekilde bir geçim sağlanırdı.
Oradaki öğrenciler, mollalar tarafından yetiştirilirdi.. "Sarf" ve
"Nahv" ile yani bir Arapça gramerle 15 yıl uğraşılırdı. Ama benim bir
hedefim vardı. Babam belirlemişti o hedefi. Kafama aşılamıştı: "Basra ve
Kuffe'de olmayacak ölçüde 'alim' olcaksın"..Onların "oniki ilim"
dedikleri ilimlerin tümünü bir iki yıl içerisinde bitiriverdim. Onların en son
kitapları olan "Cem-ül Cevam"ı okudum.. Ben madem ki Türk'tüm,
öyleyse, Türk'lerde geçerli olan Hanefi mezhebinin usulüne göre okumalıyım
dedim. O nedenle çıktım, Kayseri, Adana. Sivas'ta bulabildiğim hocaların yanına
gittim okumaya… O usulle de yani Hanefi usulünce de "mücaz" oldum.
İcazet verilen kişiye mücaz deniyor. İcazet alınacak düzeye Hanefi usulünce de
ulaştım. Bu arada askerliğim gelmişti. Askerlikten önce, gittim girdim müftülük
vaizlik sınavlarına. Dediler ki, "sen çocuksun, çok iyi biliyorsun ama biz
çocuğu müftü, vaiz yapmayız. Sen şimdi askerliğini yap, gel, ondan
sonra.."
Nerede askerlik yaptınız efendim?
TD- Kütahya'da ve Adana'da İncirlik'de
yapmıştım.
Hangi yıllar olduğunu hatırlıyor
musunuz?
TD- 1955-57. İyi Türkçe konuşmayı
askerlikte elde ettikten sonra, İstanbul'a geldim. İstanbul'da Üçbaş ve
İsmailağa medreseleri vardı. Bir derneğin organizasyonunda Arapça eski usulle
talebe yetiştiriyorlardı. Müftü, vaiz yetiştirme yoluna gidiyorlardı.
Karagümrük'te değil mi efendim?
TD - Çarşamba'da. Orada kimi derslere
hoca bulunamamış. Mesela mantıktan, kelamdan Usûl-i Fıkıhtan falan hocalar
bulunamamış. Kendimi orada buldum. Orada yüksek düzeyde sayılan dersleri
okutmaya çalıştım. O zaman Mahmut Bayram vardı. Vaizdi, oranın hocaları
arasındaydı. Hatta sonra, alçakgönüllülükle benim derslerime devam etti.
"Ben de okumuştum, ama böyle okumamıştım," diyerek. Salih Şeref
vardı. Yani, İstanbul'un ileri gelen hocaları ile görüşüyorduk. Onlar da kimi
derslere geliyorlardı ama, aşağı düzeydeki derslere geliyorlardı. Sonra gidip
bir de müftülük vaizlik sınavlarına katılmayı düşündüm ve katıldım
öğrencilerimle birlikte. Onlardan da birçoğu kazandı. Mahmutpaşa İlkokulu'nun
dışarıdan bitirme sınavlarına girdim. Kısa zamanda diplomayı almamış olsaydım,
müftülüğe atamam yapılmayacaktı. İlk görevim Tekirdağ'a oldu.
İlk vazife alışınız hangi yıllarda
efendim?
TD- 58'in sonları idi.
Peki onun öncesine geçsek, sizin
yetiştirdiğiniz talebeler arasında belli mevkilere gelmiş kimseler var mı?
TD- Evet, müftü, epeyce vaiz var.
Medresede okuttuklarınızdan
bahsediyorum. Kim bunlar, şu anda aklınızda olan var mı?
TD- Mesela, İzmir Karşıyaka müftüsüydü
şimdi emekli oldu galiba. Abdullah Arılık vardı. Sizin Zaman Gazetesinde zaman
zaman yazılar yazdığını söyleyen, çeviriler yapan Salih Uçan benim talebelerim arasında
idi.
Sonra müftülük ve ondan sonra müftülükte
sürgünler. Sürgünlerin başlaması (1962-1965 yılları), Atatürkçü çizgideki
davranışlarım yüzünden olmuştu.
Hangi yıllara rastlıyor ilk
sürgünleriniz?
TD- 62-65 yıllarına. Alışılmadık bir
müftü olmuştum. Nedeni şuydu: Ben, Sivaslı sayıyordum kendimi. Sivas camilerine
gidip gördükçe bakıyordum rahleler oraya buraya asılmış, çok berbat. Bunlar
niye burada duruyor falan diyordum. Ondan sonra imamları vardı. Abdestlerini
tutamayacak kadar yaşlıydı bunlar. Daha göreve gelir gelmez, haftasında 15 tane
imamın görevine son verdim. Bunlar zengin insanlardı. Bunların çoğunun oğulları
yargıç, doktor ve daha başka etkin görevlerdeydi. Tabii, bunlar bana orada
sorun çıkardılar.
Çirkinlikleri gidermek, camileri park
yerine getirmek, Sivas'ın köylerini ağaçlandırmak yoluna gittim. Müftülük
lojmanı yapmak yerine, hastane önerdim. O hastane, göğüs hastalıkları
hastanesi, ki, şimdi çok güzel bir hastanedir... Sonra onlardan, imamlardan,
beklemedikleri şeyleri isteyince söylenmeye başladılar. Toplu halde sinemaya
götürüyordum. Kurs açmıştım. Onlara konferans vermeyi, grup çalışmalarını
öğretme yoluna gitmiştim. Milli Eğitim' ile işbirliği yaparak diploma sağlamaya
yönelmiştim ki,.. ve sıkıcı bulununca söylendiler, "Bu müftü kafirdir,"
dediler. Hatta, "Komünisttir," dediler. Arkasından bir baktım
nakiller. En büyük darbeyi ben Halk Partisi'nden yedim. Şaşılası bir şeydir ki,
kendim de Halk Partili olarak ileri sürülüyordum. O zaman "Yeni
İstanbul", "Yeni İstiklal" diye bir takım gazeteler, mecmualar
falan vardı. Orada komünistliğim, içkiyi severliğim yazıldı, sabaha kadar içki
içmişim ki, ağzıma damlasını koymuyordum. Yani, içkiyle miçkiyle hiç
tanışmamıştım.
… Bende inanç devrimi neden oldu? Ya da
neden inançsızlık oluştu? Onu belirteyim: Doğru bilime yönelmiştim. Çok büyük
kütüphanelere gittim. O zaman ben İslam'ın kökenini gördüm, okudum.
Söylencelerden de okudum. Bir gün "Sümer Efsanesi" ile karşılaştım.
Sümerler'de bir Tufan efsanesi. Baktım, Tevrat'ta var, Kur'an'da var. Bu bir
efsane, nasıl olur da Tevrat'ta, Kur'an'da olabilir? Milattan önce 3000 yılında
kaleme alındığı sanılıyor. İslam' dan, hatta Kur'an'dan çok önce. Peki,
bunlarda olan, Kutsal kitaplarda ne arıyor? Sonra, Hammurabi Yasaları'nın kimi
maddeleri Tevrat'a aynen geçmiş, ondan sonra Kur'an'a da yansımış, yani
sarsılmalar benim öyle başladı.
… Bence din insanlığa çok şey
yitirtmiştir. Dinsizlik ne kazanır? Önce bu yitirilen şeyleri bir daha yitirme
durumuna düşmemeyi kazanır. Dinler neyi yitirtmiştir? Bana göre dinler insana
gözyaşı getirmiştir, ölümler getirmiştir. İslam da bunların arasındadır. Bugün
Yahudiler eğer Filistinlilere birtakım zulümler yapıyorlarsa, bence bunların
Yahudiliğin içindeki Yehova'nın, Tevrat Yehovası'nın insanların kafasına
aşıladıklarının çok büyük etkisi vardır. "Gidin, vurun, acımayın." en
büyük etkisi vardır. İslam öyle olmuştur. Muhammed döneminde de öyle olmuştur.
Ebu Bekir döneminde de, daha sonraki dönemlerde de. Ebu Bekir döneminde,
"Riddet" (dinden dönme) olaylarında, belgelere göre, ateş havuzları
açılmıştır. O ateş havuzlarına insanlar inançlarından dolayı atılmış,
yakılmışlardır. Muhammed'den sonraki dönemde, Osman döneminde bir Cemel olayını
anımsıyoruz. Bu Cemel olayında, iki yanda da Muhammed' in arkadaşları vardı.
Bir yanda, 400 kadar "biat-ı Rıdvan"da bulunmuş olan kişi vardı.
Başlarında Ali, Muhammed' in damadı. Öbür yanda, yine cennetle müjdelenmişler
vardı. İki kesim birbirine saldırıyorlardı, öldürmek için ve o olayda
tarihlerin bizlere kaydettiğine göre, 15 bin kişi hayvan boğazlanır gibi
boğazlanmıştır. 656 yılında… 13 bin kişi Aişe tarafından, 2 bin kişi de Ali
tarafından. Şimdi bunlar ki, Muhammed' in "Eshabi Kennucumi bi
eyyıhimiktedeytüm ihtedeymüs", yani "benim ashabım birer yıldız
gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" dediği birer yıldız
saydığı kişilerdi. Bunlar öyle olunca ondan sonra aynı tutumu sürdüren
kimselerin bulunması şaşırtıcı değildir. Ondan sonra görüyoruz. Neler
yitirtmiştir din? Aklın, bilimin yolunda olmaya çalışan birçoklarının öldürülmesine
neden olmuştur. Çünkü, "irtidâd" yani "dinden çıkma" bütün
mezheplere göre ölüm hükmünü içine alıyor. Mezhepler arasında ihtilaf yok.
Sadece, "istilabe" yani tövbeye davet gerekli mi gereksiz mi? Bu
konuda tartışıyorlar. Yoksa, bir insan eğer düşüncelerinde bir gelişme olmuş,
inancında gelişme olmuş ya da inançsızlığa düşmüşse, ya da bir başka inanca
geçmişse bunun mutlaka öldürülmesi gerekiyor, Kur'an ve hadis hükümlerine göre…
Bir İsa, "Bir yanağına vurulursa, öbür yanağını uzat," derken, öbür yanda
diyor ki, "Ben Dünya'ya barış için gelmedim, savaş için geldim." Bu
da İncil' den…
… ve ben hadisleri hep İslam dünyasında
en sağlam kabul edilenlerden aldım. Ben hadisçi, fıkıhçıyım… bir hadis ne
ölçüde doğru olur, ne ölçüde olmaz onu da bilirim… dikkat ediyorum, sağlam
hadislerin dışındaki hadislere yer vermiyorum..
… Dinleri şöyle ayırmak mümkün. Dinlerin
kimi, insanlığın yaşamına bütünüyle el atmıştır. Dünya yaşamını yatak odalarına
varıncaya kadar girmiştir. Yahudilik ve İslam böyledir. Kimi de bu kadar el
atmamıştır, sadece inanç dünyalarında vardır. Ama, bir ceza hukuku, bir miras
hukuku, bir devletler hukuku, bir bilmem ne hukuku türünden şeyleri yoktur.
Hıristiyanlık böyledir. Ben, insanlığın yaşamına bütünüyle el atmış olanları,
insanlar için daha zararlı görüyorum. Aslında, hepsi, bana göre, binlerce yıl
öncesinin düşüncelerini, inançlarını taşıyıp getirmekte birleşiyorlar. Biri
falanca diyor, biri filanca diyor, sözler değişiyor ama, öz değişmiyor. Hepsi
aynı kalıptan.