13 Mayıs 2018 Pazar

Kutsanma-lanetlenme cenderesinde: Kadın ve anne..!


En zorlu, en çaresiz anlarımızda tüm sözcükler gider bir sözcük kalır geriye “anne”... Her şey bittiğinde yürek başladığı yere döner; anneye... Doğurmak işi, yaratmak fiilini de üretendir. Peki analık kutsal mıdır? İşte bu kutsallık mevzusunda bir tuzak var. Kutsalın olduğu yerde lanetli de vardır. Kutsal kadın belirlenen sınırların dışına çıktığında bir anda lanetlenebilir, sanıldığının aksine o sınırlar çok hassastır. Lanetlenmekten kurtulmak, kutsanmadaki tuzağı görmek ve buradan gelecek payeleri reddetmekle başlar.
KADIN YÜKLÜYMÜŞ’
Bu cümle “Kadın gebeymiş” anlamında kullanılır Anadolu’da... Hamile kadının yükü sadece bir bebek değildir oysa. Kucağına aldığı çocukla beraber pek çok sorumluluk, toplumsal, ailevi beklenti çöker omuzlarına.
Anneler Günü’nde birden anımsanır kadın emeğinin annelik biçimindeki ifadelerinin yüceliği. Anaların ayakları altındaki cennetten ya da ana gibi yar bulunamayacağından söz ederler. Adamların ağzından annelikle ilgili ağdalı laflar sünerken, analıklarından yaralı kadınlar bir günlük kutsamanın şaşkınlığını yaşar. Yıllardır saksıda yetiştirilen sardunyalara bir kez dönüp bakmayan, kadın birkaç günlüğüne evden uzaklaşsa çiçekleri sulamak zahmetine katlanamayan eşler, oğullar annelere güller taşıyacak, sonra da yeterince mutlu olmayan eşlerin, annelerin yüzünün güldürülemeyeceğinden, karamsar “yaradılış”ından yakınacaktır. Diğer yandan televizyonlar aracılığıyla evden eve gezen nutuklarda analar kutsanacak, bir yalan ağızdan ağıza büyütülecektir. Kadınlar kimse üzülmesin diye heyecanlıymış, mutluymuş gibi yapacak, “Bak bugün sana kahvaltı hazırlatmadım al sana hazır kahvaltı” böbürlenmelerine maruz bırakılacaktır. Eli kolu olanın kendi ütüsünü yapabileceği, kahvaltı hazırlamanın anneliğe aslında dahil olmadığı, pekala babaların da bu işi yapabileceği konuşulmayacak, neden Babalar Günü’nde ütülerin, elektrik süpürgelerinin indirime girmediği gündem edilmeyecektir. İşte lanetleme tam da burada gelir. Bunları gündem eden kadın kötü, susup hediyesine razı gelen, minnet duyan kadınsa iyi olacaktır. Bu toplumsallaşmış ikiyüzlülükte şikayet eden kadını lanetlemek ve şükreden kadını kutsamak seçenekleri karşı karşıya durur.
ANNELİK ÇOĞU ZAMAN AŞKLI BİR KAVUŞMA AMA BİR VAZGEÇİŞ DE AYNI ZAMANDA...
Anne olma deneyimi kadınlara farklı farklı duygularla gelir. Kimi kadın zamanla alışır bebeğine, anneliğine, kimisi için hayatının en olağanüstü deneyimidir, kimi için pişmanlıktır. Her bir duygu doğal ve olası. Hangi kadının hangi durumda bu deneyimi nasıl yaşayacağını öngörmek de zordur. Çünkü gebelik sürecine, doğumun nasıl geçtiğine, kadının sosyal desteğinin olup olmamasına, biyolojik ve fiziksel pek çok faktöre bağlıdır. Aynı kadın farklı durumlarda farklı hissedebilir. Hal böyleyken, annelik deneyimini aşklı bir kavuşma olarak karşılamayan kadınlar yoğun bir suçluluk hissedebilirler. Çünkü daha baştan toplumda kabul gören ve kabul görmeyen annelik halleri vardır. Bebeği kabul etme, emzirme, sakinleştirebilme görevlerini yerine getirip getiremediği başkaları tarafından değerlendirilmeye başlanan kadın, annelik rolünün kendi benliğinde dahi ne denli talepkar bir alan açtığını daha baştan fark eder.
Anne olan kadınların yaşadığı coşku geleceğe ve yeniye dairken, çocuktan önceki yaşamlarına veda ettikleri için de hüzün hissederler. Çocuktan önceki yaşamında bir statüsü olmayan ancak bir çocuk doğurduğunda yaşadığı toplumda değer kazanan bir kadın için hüzün daha az, coşku daha yoğun (Bu da bebeğin sağlıklı olup olmamasına ve cinsiyetine bağlı olarak değişebilir) yaşanabilirken, doğumdan önceki yaşamında kendini bir kadın olarak değerli hisseden annenin hüznü daha görünür olabilir. Yitirdiğimize ilişkin hüzün duymak da bebeğimize bakarken gözümüzün parlaması kadar doğalken, asıl sorun diğer insanların nasıl davrandığıdır. Gelecek nesli yetiştirme işi, tek tek annelerin üzerine yıkılamaz, toplumsal bir sorumluluk ve görev alanıdır bu. Ama bırakalım kamusal sorumlulukları yerine getirecek kurumlar aramayı, bebekle ilgili anne ile eşit sorumluluk alacak babaları bulmak bile zor oluyor kadınlar için...
O zaman sorun kadınların anne olduklarında kimi zaman olumsuz duygular hissetmelerinde mi? Yoksa anne olduklarında hatta hamile kaldıklarında hayatlarındaki pek çok şeyden mahrum hale gelmelerine neden olan toplumsal koşullarda mı? Kadınların penceresinden hayata baktığımızda gördüklerimiz nasıl da değişiyor öyle değil mi?
'MAKBUL' ANNE MUTLU MUDUR, YA DA BU SORU KİMİN UMURUNDA?
Son yıllar, sağcılaşma, sermayenin merkezileşmesi, parlamenter demokrasileri asgari zemine geri çekme dönemi olarak ilerliyor. Kadınlar muhafazakarlaşma süreçlerinde saldırıya ilk uğrayanlar oluyor. Türkiye’de AKP iktidarına tekabül eden bu dönemin “makbul” yani kabul edilebilir kadını muhakkak anne olmak zorunda, makbul anne ise, en az 3 çocuk doğuran, kesinlikle kürtaj olmayan, doğum kontrolüne karşı, çocuklarını vatana “hibe” eden kadın olarak iktidardaki erkekler tarafından defalarca yeniden tanımlanıyor. Eski tip fetvalar gibi, kadının hamileyken sokakta yürümesinin erkekler için kışkırtıcılığından, kahkaha atan kadının “edepsiz”liğinden ulu orta söz ediliyor.
Ancak “mahrem”indeki insanlara tebessüm edebilen, kahkaha atması, kıkırdaması yasaklanan, sevişmesi değil üremesi beklenen, doğum kontrolünü, kürtajı telaffuzu günah olan bir kadın mutlu olabilir mi? Olamayacağı çok açık. Peki yaşadığı şeyi mutluluk sanması sağlanabilir mi? Zor. Ama mutsuzluğunu telaffuz etmesi engellenebilir. Genellikle bunu yaparlar. Sessizleşir kadınlar kendi dertlerine ve yaralarına dair... Evlenmeden öncesini anlatmaya zorladığınızda kadınları, “Ben kızken öyle çok gülerdim ki...”, “Okusaydım çok iyiydi benim derslerim” ya da “Öğretmenim böyle yetenek bulunmaz, konservatuara hazırlayalım seni dedi de babam olmaz öyle şey diye kızdı” diye başlayan yarım düşlerini dinlersiniz mutfak köşelerinde...
'İYİ' ANNELER... PEKİ ONLAR NELER YAŞIYOR?
Devletin “makbul” annesinin karşısında “orta sınıf"tan kadınların üzerinde de “iyi” anne olmakla ilgili yoğun bir baskı var. Çocuğunu organik gıdalarla beslemek, zihin gelişimini destekleyecek eğitim modellerini araştırmak, en eğitici oyuncakları bulmak, aynı zamanda doğum sonrası kilolarını hızla vermek, şık giyinmek, güzel görünmek ve iş yaşamını, sosyal sorumluluklarını da aksatmamak gibi yükümlülükler, kadının yükünün ne denli ağır olduğunu gösteriyor. Üstelik burada kaderini kendisi dışında birilerinin eline teslim etmiyor görünen kadın, içselleştirilmiş bir dizi beklenti üzerinden kendi kendini zorluyor çoğu zaman.
Bir zamanların ped (tuhaf biçimde kadın bağı olarak Türkçeleştiriliyor) reklamında (epeydir televizyon ve reklam izlemeye dayanamadığımdan daha güncel bir örneğim yok) “çocuk da yaparım kariyer de” sözlerini neşe içinde şakıyan kadınlar geliyor aklıma “iyi” anne örnekleri üzerine düşününce. Çocuğun hayatını en işlevsel biçimde planlamak, onu kurstan kursa taşımak, onunla geçirilen zamanı “yetiştirmek, büyütmek, eğitmek” gibi tanımlar üzerinden “projelendirmek” bu tür bir anneliğin en belirgin özellikleri. Bir işe dönüşen annelik deneyimini yaşayan kadın, iş yerinde “kariyer yapmak” için uğraş vermeyi de sürdürür elbette. “Kariyer yapmak”, kendini gerçekleştireceğin bir işte özgürleştirici bir çalışma içinde olmakla aynı şey değildir, birbirlerine benzemezler bile. Kadın hem anneliğinde hem çalışma yaşamında yoğun bir rekabet alanının içinde bulur kendini.
Derken küçük burjuvazinin dar ideolojik alanına hapsolur anneler ve çocuklar. Yani, bütün o koşturmaca, kurslar, eğitimler, sınavlar (annenin iş, çocuğun okul yaşamında içine girdiği) küme düşmek (işçi sınıfının alt katmanları arasına karışmak) korkusuyla kamçılanırken bir yandan da lig yükselmek (sınıf atlamak) hayalleriyle beslenir. Yabancılaştırıcıdır artık korkular ve hayaller.
Makbul anneden biraz daha güçlü olsa da “iyi” anne olmaya çalışan kadın da erkek egemen kapitalist sistemin başka bir “kutsama” oyununa gelmiş, karşılanması olanaksız beklentileri çoktan göğüslemiştir.
MAKBUL YA DA İYİ ANNE MUTSUZLUKLARI
Konuşması, düşünmesi, hissettiklerinin farkına varması, kendini ifade etmesi engellenen bir kadın akması engellenen bir nehir gibi birikir. Sonra ne mi olur? O su kendi yatağına zarar verir. Toprağı zorlar, etrafındaki yaşamı da... Kadınların sustuğu yerden bedenleri konuşmaya başlar. Nedeni bulunamayan ağrılar sırtta, başta, bacaklarda dolaşır. Beden, adeta hakları elinden alındığı için isyan eder.
Kendi bedenini, yaşamını kontrol etmekten uzaklaşan kadın kaygılara boğulur. Bir anne olarak çocuğuna neyi öğreteceği, öğütleyeceği diğerlerinin bileceği iştir. Başkalarının istediği yemekleri yapmak ya da yapılmasını organize etmek işiyle meşgulken kendisinin ne yemek istediğini unutur, ne izlemek ne okumak istediğini de, nasıl eğlendiğini, ardından sevişmenin, arzunun ne demek olduğunu... Çocuklar büyüdükçe unutuşları da artar. Artık onların kendisine ihtiyacı olmadığını anladığında ömrünü adadıkları çekip gittiğinde yas, keder, depresyon gelir can yoldaşlığına. Başka türlü nasıl olabilirdi ki?
NASIL BİR ANNELİK? = NASIL BİR TOPLUM?
Nasıl bir annelik?” sorusunun yanıtını içinde bulunduğumuz koşullar içinde arıyoruz ve bu koşullar bizi çoğu zaman çaresiz bırakıyor. Kreşler, devlet okullarındaki eğitimin niteliğinin düşmesi, sağlık sistemindeki sorunların artışı, erişilebilir ücretsiz nitelikli ruh sağlığı hizmetinin yokluğu, yoksulluk, işsizlik sorunlarının tamamı anneleri yoğun biçimde etkiliyor. Çocuklarına sunamadığı olanakları düşünerek suçluluk duyan, sunduğu olanaklardan geriye düşmekten kaygılanan anneler genel olarak iyi hissetmiyorlar ve mutlu değiller. Babaların da annelerle birlikte ebeveyn sorumluluklarını alması, eşit biçimde paylaşması acil bir gündem elbette. Bunun için erkeklik ve kadınlık, annelik ve babalık rol ve kimliklerini sorgulamak, sorgulatmak, yeniden tanımlamak çok önemli, bu konudaki çalışmalar çok kıymetli. Bununla beraber büyürken çocukları desteklemekle ilgili sorumlulukların toplumsallaştırılması da son derece önemli.
Kat kat binalardaki kutu kutu evlerimizde ayrı ayrı yemekler pişirmekle uğraşıyoruz, birer birer çocuklarımızla ilgileniyoruz. Çocuklarımız sıkıntıdan patlıyorken biz yorgunluktan ölüyoruz. Oysa binaların altında, sitelerin içinde yemekhaneler olsa yemek yapma sorumluluğunu paylaşsak çocukların birlikte büyüyebileceği, oynayabileceği, kimi işlerini kendilerinin yapacağı yetemedikleri yerde bizlerin sırayla sorumluluk aldığı ortak çocuk alanları oluşturabilsek hayat daha kolay ve keyifli olmaz mıydı? Böylesi hem akılcı olurdu hem duygusal olarak tatmin edici. Peki neden olmuyor? Birilerinin işine gelmiyor. Bizim tek tek olmamız, annelik yükümlülükleriyle, çalışan sorumluluklarıyla boğuşmamız, birbirimizi itip kaktığımız iş basamaklarında ömür tüketmemiz, bu yaşam biçimini doğuran üretim ilişkilerinden ayrıcalık elde eden birilerinin tercihi, bizimse zorunluluğumuz oluyor. Bu zorunlulukların getirdiği yorgunlukların, mutsuzlukların altında ezilmekten kurtulabilmek ve çocuk doğurmadan değerli olmayacağımızı söyleyenlere, kürtaj hakkımıza dil uzatanlara, kaç çocuk doğuracağımıza karışanlara, nasıl annelik yapacağımıza ilişkin dışardan ve yukarıdan konuşanlara karşı kendimizi savunabilmek için kadın dayanışmasını yükseltmemiz gerektiği apaçık ortada. Ancak kadın dayanışmasının açtığı yoldan, kendimizi yeterli hissettiğimiz ebeveynlik deneyimlerini çoğaltabilir, maruz kaldığımız haksızlıkları azaltabilir ve çocuklarla ilgili sorumlulukların bir bölümünü annelerin üzerinden alabilecek nitelikli kurumların sayısını artırabiliriz.
Banu BÜLBÜL/Psikolog
Evrensel