En zorlu, en çaresiz anlarımızda tüm sözcükler gider bir
sözcük kalır geriye “anne”... Her şey bittiğinde yürek başladığı yere döner;
anneye... Doğurmak işi, yaratmak fiilini de üretendir. Peki analık kutsal
mıdır? İşte bu kutsallık mevzusunda bir tuzak var. Kutsalın olduğu yerde
lanetli de vardır. Kutsal kadın belirlenen sınırların dışına çıktığında bir
anda lanetlenebilir, sanıldığının aksine o sınırlar çok hassastır.
Lanetlenmekten kurtulmak, kutsanmadaki tuzağı görmek ve buradan gelecek
payeleri reddetmekle başlar.
‘KADIN YÜKLÜYMÜŞ’
Bu cümle “Kadın gebeymiş” anlamında kullanılır
Anadolu’da... Hamile kadının yükü sadece bir bebek değildir oysa. Kucağına
aldığı çocukla beraber pek çok sorumluluk, toplumsal, ailevi beklenti çöker
omuzlarına.
Anneler Günü’nde birden anımsanır kadın emeğinin annelik
biçimindeki ifadelerinin yüceliği. Anaların ayakları altındaki cennetten ya da
ana gibi yar bulunamayacağından söz ederler. Adamların ağzından annelikle
ilgili ağdalı laflar sünerken, analıklarından yaralı kadınlar bir günlük
kutsamanın şaşkınlığını yaşar. Yıllardır saksıda yetiştirilen sardunyalara bir
kez dönüp bakmayan, kadın birkaç günlüğüne evden uzaklaşsa çiçekleri sulamak
zahmetine katlanamayan eşler, oğullar annelere güller taşıyacak, sonra da
yeterince mutlu olmayan eşlerin, annelerin yüzünün güldürülemeyeceğinden,
karamsar “yaradılış”ından yakınacaktır. Diğer yandan televizyonlar aracılığıyla
evden eve gezen nutuklarda analar kutsanacak, bir yalan ağızdan ağıza
büyütülecektir. Kadınlar kimse üzülmesin diye heyecanlıymış, mutluymuş gibi
yapacak, “Bak bugün sana kahvaltı hazırlatmadım al sana hazır kahvaltı”
böbürlenmelerine maruz bırakılacaktır. Eli kolu olanın kendi ütüsünü
yapabileceği, kahvaltı hazırlamanın anneliğe aslında dahil olmadığı, pekala
babaların da bu işi yapabileceği konuşulmayacak, neden Babalar Günü’nde
ütülerin, elektrik süpürgelerinin indirime girmediği gündem edilmeyecektir.
İşte lanetleme tam da burada gelir. Bunları gündem eden kadın kötü, susup
hediyesine razı gelen, minnet duyan kadınsa iyi olacaktır. Bu toplumsallaşmış
ikiyüzlülükte şikayet eden kadını lanetlemek ve şükreden kadını kutsamak
seçenekleri karşı karşıya durur.
ANNELİK ÇOĞU ZAMAN AŞKLI BİR KAVUŞMA AMA BİR VAZGEÇİŞ DE
AYNI ZAMANDA...
Anne olma deneyimi kadınlara farklı farklı duygularla
gelir. Kimi kadın zamanla alışır bebeğine, anneliğine, kimisi için hayatının en
olağanüstü deneyimidir, kimi için pişmanlıktır. Her bir duygu doğal ve olası.
Hangi kadının hangi durumda bu deneyimi nasıl yaşayacağını öngörmek de zordur.
Çünkü gebelik sürecine, doğumun nasıl geçtiğine, kadının sosyal desteğinin olup
olmamasına, biyolojik ve fiziksel pek çok faktöre bağlıdır. Aynı kadın farklı
durumlarda farklı hissedebilir. Hal böyleyken, annelik deneyimini aşklı bir
kavuşma olarak karşılamayan kadınlar yoğun bir suçluluk hissedebilirler. Çünkü daha
baştan toplumda kabul gören ve kabul görmeyen annelik halleri vardır. Bebeği
kabul etme, emzirme, sakinleştirebilme görevlerini yerine getirip getiremediği
başkaları tarafından değerlendirilmeye başlanan kadın, annelik rolünün kendi
benliğinde dahi ne denli talepkar bir alan açtığını daha baştan fark eder.
Anne olan kadınların yaşadığı coşku geleceğe ve yeniye
dairken, çocuktan önceki yaşamlarına veda ettikleri için de hüzün hissederler.
Çocuktan önceki yaşamında bir statüsü olmayan ancak bir çocuk doğurduğunda
yaşadığı toplumda değer kazanan bir kadın için hüzün daha az, coşku daha yoğun
(Bu da bebeğin sağlıklı olup olmamasına ve cinsiyetine bağlı olarak
değişebilir) yaşanabilirken, doğumdan önceki yaşamında kendini bir kadın olarak
değerli hisseden annenin hüznü daha görünür olabilir. Yitirdiğimize ilişkin
hüzün duymak da bebeğimize bakarken gözümüzün parlaması kadar doğalken, asıl
sorun diğer insanların nasıl davrandığıdır. Gelecek nesli yetiştirme işi, tek
tek annelerin üzerine yıkılamaz, toplumsal bir sorumluluk ve görev alanıdır bu.
Ama bırakalım kamusal sorumlulukları yerine getirecek kurumlar aramayı, bebekle
ilgili anne ile eşit sorumluluk alacak babaları bulmak bile zor oluyor kadınlar
için...
O zaman sorun kadınların anne olduklarında kimi zaman
olumsuz duygular hissetmelerinde mi? Yoksa anne olduklarında hatta hamile
kaldıklarında hayatlarındaki pek çok şeyden mahrum hale gelmelerine neden olan
toplumsal koşullarda mı? Kadınların penceresinden hayata baktığımızda
gördüklerimiz nasıl da değişiyor öyle değil mi?
'MAKBUL' ANNE MUTLU MUDUR, YA DA BU SORU KİMİN UMURUNDA?
Son yıllar, sağcılaşma, sermayenin merkezileşmesi,
parlamenter demokrasileri asgari zemine geri çekme dönemi olarak ilerliyor.
Kadınlar muhafazakarlaşma süreçlerinde saldırıya ilk uğrayanlar oluyor.
Türkiye’de AKP iktidarına tekabül eden bu dönemin “makbul” yani kabul
edilebilir kadını muhakkak anne olmak zorunda, makbul anne ise, en az 3 çocuk
doğuran, kesinlikle kürtaj olmayan, doğum kontrolüne karşı, çocuklarını vatana
“hibe” eden kadın olarak iktidardaki erkekler tarafından defalarca yeniden
tanımlanıyor. Eski tip fetvalar gibi, kadının hamileyken sokakta yürümesinin
erkekler için kışkırtıcılığından, kahkaha atan kadının “edepsiz”liğinden ulu
orta söz ediliyor.
Ancak “mahrem”indeki insanlara tebessüm edebilen, kahkaha
atması, kıkırdaması yasaklanan, sevişmesi değil üremesi beklenen, doğum
kontrolünü, kürtajı telaffuzu günah olan bir kadın mutlu olabilir mi?
Olamayacağı çok açık. Peki yaşadığı şeyi mutluluk sanması sağlanabilir mi? Zor.
Ama mutsuzluğunu telaffuz etmesi engellenebilir. Genellikle bunu yaparlar.
Sessizleşir kadınlar kendi dertlerine ve yaralarına dair... Evlenmeden öncesini
anlatmaya zorladığınızda kadınları, “Ben kızken öyle çok gülerdim ki...”,
“Okusaydım çok iyiydi benim derslerim” ya da “Öğretmenim böyle yetenek
bulunmaz, konservatuara hazırlayalım seni dedi de babam olmaz öyle şey diye
kızdı” diye başlayan yarım düşlerini dinlersiniz mutfak köşelerinde...
'İYİ' ANNELER... PEKİ ONLAR NELER YAŞIYOR?
Devletin “makbul” annesinin karşısında “orta
sınıf"tan kadınların üzerinde de “iyi” anne olmakla ilgili yoğun bir baskı
var. Çocuğunu organik gıdalarla beslemek, zihin gelişimini destekleyecek eğitim
modellerini araştırmak, en eğitici oyuncakları bulmak, aynı zamanda doğum
sonrası kilolarını hızla vermek, şık giyinmek, güzel görünmek ve iş yaşamını,
sosyal sorumluluklarını da aksatmamak gibi yükümlülükler, kadının yükünün ne
denli ağır olduğunu gösteriyor. Üstelik burada kaderini kendisi dışında
birilerinin eline teslim etmiyor görünen kadın, içselleştirilmiş bir dizi
beklenti üzerinden kendi kendini zorluyor çoğu zaman.
Bir zamanların ped (tuhaf biçimde kadın bağı olarak
Türkçeleştiriliyor) reklamında (epeydir televizyon ve reklam izlemeye
dayanamadığımdan daha güncel bir örneğim yok) “çocuk da yaparım kariyer de”
sözlerini neşe içinde şakıyan kadınlar geliyor aklıma “iyi” anne örnekleri
üzerine düşününce. Çocuğun hayatını en işlevsel biçimde planlamak, onu kurstan
kursa taşımak, onunla geçirilen zamanı “yetiştirmek, büyütmek, eğitmek” gibi
tanımlar üzerinden “projelendirmek” bu tür bir anneliğin en belirgin
özellikleri. Bir işe dönüşen annelik deneyimini yaşayan kadın, iş yerinde
“kariyer yapmak” için uğraş vermeyi de sürdürür elbette. “Kariyer yapmak”,
kendini gerçekleştireceğin bir işte özgürleştirici bir çalışma içinde olmakla
aynı şey değildir, birbirlerine benzemezler bile. Kadın hem anneliğinde hem
çalışma yaşamında yoğun bir rekabet alanının içinde bulur kendini.
Derken küçük burjuvazinin dar ideolojik alanına hapsolur
anneler ve çocuklar. Yani, bütün o koşturmaca, kurslar, eğitimler, sınavlar
(annenin iş, çocuğun okul yaşamında içine girdiği) küme düşmek (işçi sınıfının
alt katmanları arasına karışmak) korkusuyla kamçılanırken bir yandan da lig
yükselmek (sınıf atlamak) hayalleriyle beslenir. Yabancılaştırıcıdır artık
korkular ve hayaller.
Makbul anneden biraz daha güçlü olsa da “iyi” anne olmaya
çalışan kadın da erkek egemen kapitalist sistemin başka bir “kutsama” oyununa
gelmiş, karşılanması olanaksız beklentileri çoktan göğüslemiştir.
MAKBUL YA DA İYİ ANNE MUTSUZLUKLARI
Konuşması, düşünmesi, hissettiklerinin farkına varması,
kendini ifade etmesi engellenen bir kadın akması engellenen bir nehir gibi
birikir. Sonra ne mi olur? O su kendi yatağına zarar verir. Toprağı zorlar,
etrafındaki yaşamı da... Kadınların sustuğu yerden bedenleri konuşmaya başlar.
Nedeni bulunamayan ağrılar sırtta, başta, bacaklarda dolaşır. Beden, adeta
hakları elinden alındığı için isyan eder.
Kendi bedenini, yaşamını kontrol etmekten uzaklaşan kadın
kaygılara boğulur. Bir anne olarak çocuğuna neyi öğreteceği, öğütleyeceği
diğerlerinin bileceği iştir. Başkalarının istediği yemekleri yapmak ya da
yapılmasını organize etmek işiyle meşgulken kendisinin ne yemek istediğini
unutur, ne izlemek ne okumak istediğini de, nasıl eğlendiğini, ardından
sevişmenin, arzunun ne demek olduğunu... Çocuklar büyüdükçe unutuşları da
artar. Artık onların kendisine ihtiyacı olmadığını anladığında ömrünü
adadıkları çekip gittiğinde yas, keder, depresyon gelir can yoldaşlığına. Başka
türlü nasıl olabilirdi ki?
NASIL BİR ANNELİK? = NASIL BİR TOPLUM?
“Nasıl bir annelik?” sorusunun yanıtını içinde bulunduğumuz
koşullar içinde arıyoruz ve bu koşullar bizi çoğu zaman çaresiz bırakıyor.
Kreşler, devlet okullarındaki eğitimin niteliğinin düşmesi, sağlık sistemindeki
sorunların artışı, erişilebilir ücretsiz nitelikli ruh sağlığı hizmetinin
yokluğu, yoksulluk, işsizlik sorunlarının tamamı anneleri yoğun biçimde
etkiliyor. Çocuklarına sunamadığı olanakları düşünerek suçluluk duyan, sunduğu
olanaklardan geriye düşmekten kaygılanan anneler genel olarak iyi hissetmiyorlar
ve mutlu değiller. Babaların da annelerle birlikte ebeveyn sorumluluklarını
alması, eşit biçimde paylaşması acil bir gündem elbette. Bunun için erkeklik ve
kadınlık, annelik ve babalık rol ve kimliklerini sorgulamak, sorgulatmak,
yeniden tanımlamak çok önemli, bu konudaki çalışmalar çok kıymetli. Bununla
beraber büyürken çocukları desteklemekle ilgili sorumlulukların
toplumsallaştırılması da son derece önemli.
Kat kat binalardaki kutu kutu evlerimizde ayrı ayrı
yemekler pişirmekle uğraşıyoruz, birer birer çocuklarımızla ilgileniyoruz.
Çocuklarımız sıkıntıdan patlıyorken biz yorgunluktan ölüyoruz. Oysa binaların
altında, sitelerin içinde yemekhaneler olsa yemek yapma sorumluluğunu paylaşsak
çocukların birlikte büyüyebileceği, oynayabileceği, kimi işlerini kendilerinin
yapacağı yetemedikleri yerde bizlerin sırayla sorumluluk aldığı ortak çocuk
alanları oluşturabilsek hayat daha kolay ve keyifli olmaz mıydı? Böylesi hem
akılcı olurdu hem duygusal olarak tatmin edici. Peki neden olmuyor? Birilerinin
işine gelmiyor. Bizim tek tek olmamız, annelik yükümlülükleriyle, çalışan
sorumluluklarıyla boğuşmamız, birbirimizi itip kaktığımız iş basamaklarında
ömür tüketmemiz, bu yaşam biçimini doğuran üretim ilişkilerinden ayrıcalık elde
eden birilerinin tercihi, bizimse zorunluluğumuz oluyor. Bu zorunlulukların
getirdiği yorgunlukların, mutsuzlukların altında ezilmekten kurtulabilmek ve
çocuk doğurmadan değerli olmayacağımızı söyleyenlere, kürtaj hakkımıza dil
uzatanlara, kaç çocuk doğuracağımıza karışanlara, nasıl annelik yapacağımıza
ilişkin dışardan ve yukarıdan konuşanlara karşı kendimizi savunabilmek için
kadın dayanışmasını yükseltmemiz gerektiği apaçık ortada. Ancak kadın
dayanışmasının açtığı yoldan, kendimizi yeterli hissettiğimiz ebeveynlik
deneyimlerini çoğaltabilir, maruz kaldığımız haksızlıkları azaltabilir ve
çocuklarla ilgili sorumlulukların bir bölümünü annelerin üzerinden alabilecek
nitelikli kurumların sayısını artırabiliriz.
Banu BÜLBÜL/Psikolog
Evrensel