Ne demişler, “hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür”; yani, insan hafızası
unutma özürlüdür. Hele bizim belleksiz halkımızınki… Nitekim yine seçim geldi
gevşedi yaylar, tatlı su solcumuz CHP diye ağlar.
O halde naapıyoruz? Unutmuyoruz, unutturmuyoruz. Hadi başlayalım:
CHP son birkaç yıl içinde yurdum muhalifini dehşetten dehşete düşürdü.
Savaş tezkerelerinin altına imza atmaktan, milletvekili dokunulmazlığının
kaldırılmasını onaylamasına; Yazıcıoğlu çıkışından, Afrin Operasyonu’na
yaklaşımına, şaşkınlıklardan şaşkınlık beğendik.
Biz CHP’ye şaşırmalara doyamadık.
Sanki Dersim Katliamı’ndan, Hayata Dönüş Operasyonu’na; 15-16 Haziran Olayları’ndan,
azınlıkları ezen Varlık Vergisi’ne; Erdal Eren’in asılmasından, Maraş
Katliamı’na kadar hangi kanlı ya da kirli taşı kaldırsak altından çıkan, T.C.
faşizminin en büyük teminatlarından biri olan bir parti değilmiş de hakikaten
halkın partisiymiş gibi, bitip tükenmez bir inanamamazlık halidir gidiyor
hepimizde.
Hadi bir kısmımız en azından şaşırıyoruz da, tabanı tınmıyor bile… Çünkü ne
yaparsa yapsın, kemik kitlesi her ihanetini unutmaya teşnedir onun. Kara bir
büyü ile bağlıdır CHP’li CHP’liliğine!..
Hangi argümanla, hangi kanıtla, hangi katliam gerçeğiyle çıkarsanız çıkın
karşısına, hiçbir yanıt bulamazsa şunu söyler ‘saf, masum ve temiz kalpli’
CHP’li arkadaşlarımız:
“Ama partimizin kararlarını döneminin koşullarına göre değerlendirmek
gerekir. Bebek Cumhuriyet’ti ilk başlarda T.C… Emeklerken hataları olacaktı
elbette!..”
Nasıl bir oportünizm abidesidir şu, ‘dönemin koşulları’ bahanesi!
İlk bombayı Atatürk’ün manevî kızı, ilk kadın pilotumuz, medar-ı
iftiharımız Sabiha Gökçen Hanımefendi’nin attığı ve daha sonra 21 Ağustos 1937
tarihli Tan Gazetesi’ne verdiği röportajında gururla, “Dersim’deki uçuşlarım
daha heyecanlı olmuştur. İnsan evvela bombalarını atıyor, bunlar bittikten
sonra canlı hedefler görürse, makineli tüfeğe müracaat ediyor. Dersim’de ilk
bombardımanımın heyecanını unutmam… Muhasama (çarpışma) meydanında canlı hedef
üzerine bomba atmak insana hiçbir acımak hissi vermiyor. İnsan yalnız
vazifesini görmek için aramayı, vurmayı düşünüyor,” dediği Dersim Katliamı gibi
dünyada eşi benzeri az bulunur bir vahşeti dönemin koşullarına göre
değerlendirip, kadın, yaşlı, çocuk 30 bin sivil insanın acımasızca
katledilişini ‘ufak bir hata’ olarak nitelendirerek T.C.’nin ve CHP’nin
acemiliğine vermeliyizdir örneğin, bu ‘saf ve masum’ CHP’li arkadaşlarımıza
göre…
Diyelim ki bu kadar çamura battık ve böyle baktık olguya; peki, Dersim
Katliamı’ndan tam otuz iki yıl sonra meydana gelen 1970 İşçi Direnişi
esnasındaki 15-16 Haziran Olayları’ndaki ve ondan da altmış iki yıl sonra
gerçekleştirilen Hayata Dönüş Operasyonu Katliamı’ndaki rollerini neyle
açıklayacağız?
Sanırım, ‘ustalık dönemi faşizmi’yle!..
Maraş Katliamı’nı ve daha nicelerini saymıyorum bile…
Hadi o günleri bir hatırlayalım şimdi hep birlikte. Buyrunuz halkçı-solcu
CHP’mize rolünün kitleler tarafından çok fazla farkında olunmadığı bu iki
önemli olayın bağlamında küçük bir mercek tutalım.
Bu ülkede tarih, CHP boyutunda daima süflî bir oportünizmin tekerrüründen
ibaret olmuştur.
İttihat ve Terakki zihniyetinin reel partisi olan CHP, ilk gününden itibaren
mütemadiyen sol gösterip sağ vurmuştur; çünkü onun kuruluş misyonu budur.
Dolayısıyla, çok kişi bilmez ama T.C. tarihindeki bir çok karanlık faaliyet
ve katliamda olduğu gibi, 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi’ne yol açan süreçte
de onun damgası vardır.
Yandaşları “CHP’nin çok partili döneme geçildiğinden beri hiçbir zaman tek
başına iktidara gelmediğini” savunarak ülkemizin on yıllardır kaderi olan kötü
yönetiminde hiçbir suçu günahı olmadığını iddia etmek suretiyle partilerini
aklamaya pek bi meraklı olsa da, kazın ayağı hiç de öyle değildir. Bu
süreçlerin hepsinde ana muhalefet partisi ya da koalisyon ortağı olarak
mecliste faaliyet gösteren CHP, tıpkı bugünkü iktidarın menfur plânlarına
olduğu gibi, tarihinin her döneminde iktidardaki sağ partilerin halk ve işçi
düşmanı icraatlarına taşeronluk yapmıştır.
Nitekim 1970 yılında da CHP değil, Süleyman Demirel başbakanlığındaki
Adalet Partisi Hükümeti iktidardaydı. DİSK’in TÜRK-İŞ karşısındaki
yükselişinden ve halihazırdaki Sendikalar Yasası’nın geniş olanakları sayesinde
gittikçe güçlenerek yasal haklarını kullanıp sık sık greve giden işçilerin
eylemlerinden çok rahatsız olan AP hükümeti yeni bir sendikalar yasası
çıkarmaya karar verdi. Bu yasayı tek başına meclisten geçirme şansı olmadığı
için de her zaman olduğu gibi bizim taşeron partimize işi düştü. Bizimkiler de
yine her zamanki gibi hayır demediler tabii. DİSK’i işlevsizleştirerek
TÜRK-İŞ’i tekelleştirmek suretiyle işçilerin haklarını kısıtlamayı hedefleyen
bu yeni tasarıyı AP ve sendika kökenli CHP milletvekilleri birlikte
hazırladılar ve partideki bir kısım görece dürüst milletvekilinin itirazı
hariç, meclisten birlikte geçirdiler. Ne yapsınlar, mecburlardı elbette ki; ne
de olsa varoluş sebepleri sistemin stepnesi olmaktı. Aslî görevlerini yerine getirmeseler
miydi yani?
Sorsanız, onların ne suçu vardı ki canııım, onlar mı iktidardaydı; hepitopu
eli kolu bağlı bir muhalefet partisiydi kendileri…
Neyse, sonrasında da hepimizin malumu olduğu eylemler süreci başladı. Başta
İstanbul olmak üzere yurdun dört bir yanında ayaklanan işçilere güvenlik
güçlerince ateş açıldı. İnsanlar öldü. Onlarca DİSK yöneticisi hapse atıldı,
binlerce işçi işinden oldu. Ülkede sıkıyönetim ilan edildi.
Ve fakat sonunda direnişin büyüklüğü karşısında mecburen geri adım atılmak zorunda
kalındı. Peki bu aşamada bizim CHP’miz ne yaptı dersiniz? Kitlelerden gelen
büyük tepkiler karşısında anında çark ediverdi tabii. Sanki bütün bu kanlı
ihanet sürecine bizzat imza atarak suç ortağı olan kendisi değilmiş, sanki
sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi gitti, TİP’le birlikte yasanın iptali için
Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu; mahkeme de yasayı iptal etti. Böylece
tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıverdi işin içinden.
Bu kirli suç ortaklığı, bir daha en politik insanlar tarafında bile hemen
hemen hiç anılmamak üzere tarihin kanlı sayfalarına gömüldü gitti
Gelelim ikinci örneğimize:
Tarih:19 Aralık 2000
Operasyon Adı: Hayata dönüş
Dönemin Hükümeti: ANAP – DSP – MHP Koalisyonu
Dönemin Başbakanı: Bülent Ecevit (Demokratik SOL Parti)
Dönemin Adalet Bakanı: Hikmet Sami Türk (Demokratik SOL Parti)
Yapılan katliamın korkunçluğunu, işlenen insanlık dışı cinayetleri ya da
başta Hacer Arıkan olmak üzere telafisi asla mümkün olmayan kederlerle ve
sakatlıklarla ölmekten beter bir durumda sağ kalan insanların trajedisini
anlatmayacağım.
Sadece yıldönümlerinde değil, sık sık yüreğimiz sızlayarak ve müthiş bir
isyanla hatırladığımız o güne dair acılardan dem vurmayacağım.
Bunu yıllardır yapıyoruz. Katliamın her yıl dönümünde hemen herkes sosyal
medya profilini karartıyor, çarşaf çarşaf vahşet fotoğrafı paylaşıyor, lanetler
yağdırıyor; “Kanınız yerde kalmayacak,” nidalarıyla yeri göğü inletiyor.
Ve bu arkadaşlarımızdan birçoğu da sanki on altı yıl önce bir gül
bahçesinde yaşıyormuşuz gibi, ülkenin şu andaki durumunu tamamen AKP’ye tahvil
eden ve ‘kurtuluşu’ da Aristo Mantığı ile CHP’de gören belleksiz tatlı su
solcuları ve Ulusalcılar oluyor.
Hah işte ben, şimdi tam da buradan yazacağım.
Onlara diyeceğim ki: “Sizin Hayata Dönüş Operasyonu’nu lanetlemeye hakkınız
yok!”
Neden mi yok?
Hatırlatayım: Çünkü, o operasyonun emrini veren ANAP – DSP – MHP koalisyon
hükümetinin başbakanı DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, adalet bakanı ise yine
aynı partiden Hikmet Sami Türk’tür.
Ve sıkı durun, size bir şey daha hatırlatayım, 1996 yılında yapılan açlık
grevlerinde de müdahale noktasına gelinmiş, fakat o dönemin küçümsediğiniz
başbakanı ‘takunyalı’ Necmettin Erbakan, kendisine yapılan tüm tazyiklere
rağmen operasyon emrini onaylamamıştır.
Evet evet, o beğenmediğiniz Refah Partili Necmettin Erbakan böyle bir
operasyona izin vermeyip, on iki kişinin ölümü ile gelinen son noktada
mahkûmlara arabulucular vasıtasıyla, “Bu gece Kadir Gecesi, isteklerini kabul
ediyoruz,” şeklinde bir müjde göndermişken, CHP’nin efsanesi Karaoğlan,
Solcu-Şair Bülent Ecevit, bundan dört yıl sonra yine benzer bir sürecin
sonunda, arabulucuların tüm yalvarmalarına rağmen mahkûmlarin son derece insanî
taleplerini kabul etmeyi müthiş bir soğukkanlılıkla reddetmek suretiyle,
kurmayı Hikmet Sami Türk ile birlikte tarihin en canice, en alçakça
katliamlarından birinin altına kanlı harflerle imzasını atmıştır.
Halkımız balık hafızalı, her şeyi unutur; ama biz unutmayız.
Unutanlar için bir de şunu hatırlatırız hatta:
Bugün her CHP’linin iki lafının biri lanetlediği ve her kötülüğün
faturasını kestiği AKP ve Tayyip Erdoğan’ı halihazırdaki konumuna taşıyan da
bizatihi CHP’dir.
Hatırlanırsa Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde bir
şiir okuduğu gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılmış, daha sonra AKP’nin kurucu
genel başkanı olmasına rağmen, sicilindeki bu hapis cezası nedeniyle
milletvekili adayı olamamıştı.
2002 seçimlerinde AKP tek başına iktidar çoğunluğunu kazandığında, Erdoğan
partinin genel başkanlığını yürütüyordu; ancak milletvekili olamadığı için,
2002’de başbakanlık görevini Abdullah Gül üstlenmişti.
AKP, o dönemde parlamentoda hükümet kurma çoğunluğuna sahip olmasına
rağmen, anayasa değişikliği konusunda yeterli vekile sahip değildi. İşte 2003
şubatında, dönemin ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkanı olan Deniz
Baykal, Erdoğan’la Beylerbeyi Bosphorus’ta gizli bir ikili görüşme yapmış, bu
görüşmeden çıkan uzlaşma sonucu, parlamentoda AKP ve CHP’nin oylarıyla gerekli
anayasa değişikliği meclisten geçirilmişti.
Bu anayasa değişikliği ile Erdoğan’ın cezasının milletvekilliğini
engellemesi durumu ortadan kaldırılmış, Erdoğan da Siirt’te yapılan ara
seçimlere girerek TBMM üyeliğini kazanmıştı. O dönemde Başbakan olan Abdullah
Gül, Erdoğan’ın başbakanlığının önünü açmak üzere istifa etmiş, Erdoğan da
Siirt milletvekili sıfatıyla başbakanlık görevini üstlenmişti.
Baykal ile Erdoğan’ın bu gizli görüşmesi yıllar sonra, o dönemde vekil olan
Zülfü Livaneli tarafından açıklanmıştı.
Yeter mi?
Elbette ki yetmez! Ne yazsak yetmez!
Karasevdalıdır CHP’li CHP’sine çünkü; karabüyü ile bağlıdır!
CHP’li olmayan bir kısım sosyalist bile bir türlü yeterince aymaz gerçeğe,
hâlâ şaşırır
Çünkü her görüşten çoğu insan için hayata at gözlükleriyle bakmak ve körü
körüne inandıkları dogmaları sorgulamamak çok daha kolaydır. Bilgiye ve gerçeğe
ulaşmanın artık son derece kolay olduğu günümüz teknolojisi koşullarında bile
ellerinin altındaki cihazları tıklayıp iki satır okumaya ihtiyaç duymazlar.
Çünkü tabularının büyüklüğü ve sarsılmazlığı kadar vardırlar. Gerçekle
yüzleşmek cesaret, sorumluluk ve yeni yeni düşünme biçimleri gerektirdiğinden,
en kolay olanı tercih ederler. Tıpkı inançları gibi körü körüne bir
inkârcılığı!..
Hatta daha dün o kadar büyük bir havayla çıktıkları ve sonra da kocaman bir
balon gibi patladıkları Atalet Yürüyüşü’nün fiyaskosundan bile gram mahcup
olmaz, işlerine gelmeyen her şeyi bir çırpıda unutuverirler.
O zaman bu trajikomik mevzuyu da kısaca anımsatarak bitirelim yazımızı.
Yola “ben” yürüyeceğim diye çıkmasına rağmen çağrılmadan peşine takılan ve
bu yürüyüşe büyük umutlar bağlayan binlerce insanla birlikte yüzlerce kilometre
yol alan Kılıçdaroğlu, son dakikada müthiş bir gol attı ve son üç kilometreyi,
başta kendi elleriyle mağdur ettikleri HDP olmak üzere adalet kurbanı olan her
kesimden bir temsilciyle miting alanına girerek tamamlamak yerine “tek başına”
yürüyerek eylemi bitireceğini açıkladı.
Yani ki, devlet korumalı yürüyüşünün son durağı olan devlet korumalı miting
alanını tek başına fethetmeye koyuldu. Peşindeki on binler kimdi ki! Devir imaj
devriydi! Kaldırmalıydı yerlerde sürünen itibarını! Elinde bayrak, yeniden
doğmalıydı Maltepe göklerinde! Lider görmeliydi şu öksüz yetim ülke!
Birileri tek adama karşıyız, gün birlik beraberlik günü, herkes için adalet
mi diyordu? Peki.
Ömrünü ırkçılığa karşı mücadeleye adamış, bu yolda yapılan eylemlerin
sembollerinden biri olan Tuz Yürüyüşü’nün öncüsü Gandhi, isminin böylesine bir
oportünizmle özdeşleştirilmesi karşısında mezarında ters döndü.
Aaa ama tabii, Atalet Yürüyüşü kilometre olarak Tuz Yürüyüşü’nün rekorunu
kırdı ya, önemli olan da buydu; gerisi tırışkadan nağmeler.
Nitekim de öyle oldu. Kılıçdaroğlu’ndan öyle bir nağme geldi ki yürüyüşten
bir hafta sonra yaptığı ilk basın açıklamasında, tırışka sözcüğü solda sıfır
kaldı.
Dedi ki büyük adalet savaşçımız:
“Biz bu yürüyüşü dosyası kapatılan ama hâlâ adalet arayan Muhsin Yazıcıoğlu
için yaptık.”
Binlerce insan buz kesildi önce. Ama ilk soğuk duş etkisi geçer geçmez
hemen kılıflar bulmaya soyunuldu.
“Sayın Kılıçdaroğlu bunu dedi ama, sorun niye dedi?”
“Niye dedi?”
“Yazıcıoğlu suikastinin arkasındaki sırlar çözülsün diye dedi.”
Biz de yedik.
Son derece aşikârdı ki onun için dememişti. Elbette ki Yazıcıoğlu
dosyasının çözülmesi bu ülkede adaletin tecellisi için olmazsa olmaz bir
mevzuydu; fakat amacı bu olan bir lider, bu cümleyi şöyle kurardı:
“Bu yürüyüşü Yazıcıoğlu dosyasının
çözülmesi için de yaptık. Çünkü derin devletin önce maşası sonra kurbanı olan
bu şahsın operasyonlarıyla katledilen sayısız insan için adaletin sağlanması,
bu suikastin çözülmesine bağlıdır”
Ama böyle kurmadı cümlesini; son derece sarih bir şekilde, “biz Muhsin
Yazıcıoğlu’na adalet için de yürüdük,” demeyi tercih etti.
Kitlelerin birikmiş gazını alarak iktidarın ekmeğine yağ sürme ve
kendisiyle taşeron partisine yerlerde sürünen itibarını yeniden kazandırma
operasyonu bitmişti çünkü. Yedeğine aldığı milyonlarca insan müthiş bir hüsrana
uğrayacakmış, ne önemi vardı.
Nitekim kendisine büyük umutlarla eklemlenen diğer muhaliflerin yüreğine
müthiş bir pişmanlık ve hayal kırıklığı çöreklendi.
Karasevdalı kemik kitlesi ne yaptı peki? Hiç! Gene tınmadı!
O kadar ki, Yazıcıoğlu’nun ölüm yıldönümü olan geçen 25 Mart’ta,
Kılıçdaroğlu’nun, “Aramızdan ayrılışının 9. yıl dönümünde Yazıcıoğlu’nu
rahmetle anıyor, şüpheli ölümünün aydınlatılması için adalet mücadelemizin
devam edeceğini yineliyorum,” deyip, Atalet Yürüyüşü ertesi kurduğu cümlenin
arkasında olduğunu ilan etmesinden bile utanmadılar.
E o zaman ne diyelim, şeytan azapta gerek, hiç şikâyet etmesinler.
Biz kendi muhalefet şerhimizi koyup, tarihe notumuzu düşerek bitiririz
yazımızı:
Özgürlük gece bira satın alabilmekten, dilediğin yerde dilediğin kısalıkta
mini etek ya da şort giyebilmekten, çocuğunu sözde imam hatipten kurtarıp da
iğrenç devlet okullarında iğdiş ettirebilme lüksünden çok daha başka bir
şeydir.
Ve o ‘başka şey’e bütün manipülasyonlardan, verili bilgilerden,
dogmalardan, at gözlüklerinden arınmış bir şekilde yepyeni bir algıyla bakmanın
ve bizi bugünlere kadar getiren çarpık varoluş kurgusunu yıkıp, yeniden
yapılandırmanın zamanı çoktan gelmiş de geçmektedir.
Bunun birincil koşulu da, tapındığımız bütün aidiyetleri sorgulamaktır.
Tıpkı bütün varoluşu sol gösterip sağ vurmak üzerine kurulu olan, sistemin
en harlı yakıtı CHP fenomenine yapmamız gerektiği gibi.
Bunu yapmadığımız takdirde daha çok şaşırıp şaşırıp unutacağız; ve tarih
daima acı tekerrürlerden ibaret kalacak bu kadim coğrafyada.
Her şeyi bırakın, son süreçte CHP’nin taşeronluğuyla sayısız savaş
tezkeresi geçti meclisten.
Hiçbirinin asla kendi çocuğunu göndermeyeceği savaşlarda yoksulların
evlatlarının ölmesi için konsensus yaptı islamcı faşistler, ülkücü faşistler ve
ulusolcu faşistler.
Diyorlar ki: “Biz onay vermeseydik de geçecekti savaş tezkereleri!”
Vermeseydiniz de geçseydi arkadaşım! Vermeseydiniz de, bugün suratınızda
çatlamamış bir ar damarı kalmış olsaydı.
Şaşırmaya doyamayanların ülkesine halkçı parti yapmışlar, daima sol
gösterip sağ vurmuş, kimse tınmamış.
E şaşırmalara devam o zaman, sıradaki gelsin.
Rabia Mine
Nokta
Yorum Haber