Türkiye de gündem çok hızlı değişiyor.
Arkasında yetişmek güçleşiyor. Bugünün gündemi AHP-MHP’nin ittifak içinde
dayattığı baskın seçim. Hemen herkes seçimleri konuşuyor. Herkes seçimlere
ilişkin hesap-kitap yapıyor. Öte yandan alttan alta gittikçe kötüleşen çok
önemli bir konu var: Ekonomi. Ülke ekonomisinin kötüye gittiği konusunda mevcut
siyasi iktidar dışında genel bir uzlaşma var. Hatta mevcut siyasi iktidar
içerisinde yer yer sesini yüksekçe çıkarmaya çalışanlar bile oluyor. Bu seslerin
hemen bastırılmaya çalışılması, seslerin varlığı gerçeğini değiştirmiyor. Onlar
da işlerin kötü olduğunu ve daha da kötüleşeceğini biliyorlar.
Ekonominin kötüye gitmesini su üzerine
çıkaran önemli göstergelerden biri dolar kurundaki artış. 2002 yılında 1 dolar
1,4 lirayken şu an itibariyle 4,5 lirayı geçmiş durumda. Maalesef tablo hiç iç
açıcı değil.
Türkiye’de özel sektörün ve devletin
toplam dış borcu 438 milyar dolar ve bu yıl ödenmesi gereken dış borç toplamı
102 milyar dolar. Söylemesi ve yazması kolay olsa da 102 milyar dolar çok büyük
para. Bunun yanı sıra Türkiye’nin bu yıl dışarıya yaptığı satış ile dışarıdan
aldıkları arasında yaklaşık 50 milyar dolarlık bir farkın oluşacağı
öngörülüyor. İsteyen bu rakamları Merkez Bankası internet adresinden kontrol
edebilir. Anlayacağınız üzere Türkiye’deki mevcut sistemin çarklarının
dönebilmesi için çok muazzam miktarda dolara ihtiyaç var ve bütün dünya da bu
gerçeği biliyor. Burada bir duralım ve alınan borçlarla ülkede neler yapıldı
buna bir bakalım.
Türkiye’de son on beş yılda çok sayıda
duble yol, köprü, tünel, havaalanı, hızlı tren hatları yapıldı. Bunlar belki
kulağınıza olumlu şeyler olarak geliyor ama bitmedi. Şehirlerde muazzam bir
yapılaşmaya gidildi. Devasa gökdelenler, alışveriş merkezleri, rezidanslar ve
yüz binlerce konut üretildi. Yaygın söylem ile para betona gömüldü ve artık
konutlar satılmıyor. Ülkenin en büyük ekonomik faaliyeti olan inşaat sektörü
durdu. Son kredi indirimleri felâket öncesi son çırpınışlar niteliğinde. Bedeli
ağır olacak, ödenecek fatura giderek kabarmaktadır.
Şimdi bu yıl ödenmesi gereken 102 milyar
dolar nasıl ödenecek buna bakalım. İlk olarak Merkez Bankasının 80 milyar
dolarlık toplam döviz rezervi var. Bunun yanında turizm ve çeşitli ürünlerin
dış satımları da ülkeye döviz getirecek. Öte yandan mevcut merkez bankası
rezervi, turizm ve ihracat toplamı dış borcu karşılamaya yetmiyor. Bu tabloya
yaklaşık 50 milyar dolarlık cari açığı da eklemek lazım. Türkiye Cumhuriyeti
devletinin ve özel sektörün çok fazla dolara ihtiyacı var.
Peki, bu işin içinden nasıl çıkılacak?
Sistemin izin verdiği tek çözüm: yeniden borçlanılacak. Peki, hangi koşullar
altında? Başka ülkelerde risksiz para kazanmak varken sermaye neden kendini
Türkiye’de riske atsın? Elbette daha büyük kazanç ve lehte daha büyük
tavizlerle mümkün olacak bu çözüm. Bu da borcun yüksek faizle verilmesi demek.
Yani dış borcumuz giderek artacak. Peki, devlet bu durumda neye abanacak? Tabii
ki vergilere... Özel sektör de işçiye…
Bütün bunlardan bana ne diyorsan
kardeşim, çok ciddi yanılıyorsun demektir. Bir şekilde ülkemizdeki tüm dış
borçlar devlet garantisindedir. Özel sektörün borçlandığı bankaların garantörü
devlettir. Böylece ülkemizdeki mevcut ekonomik sistem gereği devlet bu borçlara
kefildir. Seçim geçtikten sonra ekonomi daha da kötüye gidecek. Bunun anlamı
pek çok zammın, artan enflasyonun, pek çok iflasın, belki de toplu işten
çıkarmaların bizleri beklediğidir. Yaşam koşullarımız daha da kötüleşecek,
belki işsiz kalacağız. Belki 2019’da krizi gerekçe göstererek ücretlerimize hiç
zam yapmayacaklar. Pek çok sosyal hak tırpanlanacak. İstemesek de borç
faturasına ortak edileceğiz. Kapitalist sistem ve onun savunucularının çözümü
budur.
Bu kötü durumun karşısında durabilecek
tek güç örgütlü işçi sınıfıdır. Bizler milyonlarız, yaşamı var ediyoruz.
İşçi ve emekçiler çok çalışıyor, az
kazanıyorlar. Haliyle bu ekonomik krizin sebebi işçi ve emekçiler değil. AKP
iktidarı ve sermaye, krizin faturasını Faturayı emekçilerin sırtına yüklemek
istiyor. Ama işçiler ve emekçiler krizin faturasını kabullenmemelidir. Kuşku
yok ki, bunun yolu da örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçer. Başka bir yol
ve çıkış emekçiler için yoktur.