Kuşku yok ki her insan yaşamını daha iyi, daha güzel özgürlükçü ve
eşitlikçi, sömürü ve zulmün olmadığı, insanın insana insanca baktığı bir
ortamda sürdürmek ister. Bütün çabası, bütün uğraşı bunu yakalamak içindir.
Elinde olmadan içine düştüğü zorlukların, yoksulluk ve yoksunlukların
sürekliğine inanmak istemez. Düştüğü yerden hemen kalkmak ister.
İnsanın doğası gereği; daha güzel, daha iyi bir yaşamı hedeflemesi eşit ve
özgür bir ortamda yaşaması derece doğal. Bir mağarada, bir ağaç kovuğunda
başlayan yolculuğunun modern, akıllı binalarda sürüyor olması da bunun en açık
göstergesi.
Bu süreci hayatın her alanında görmek mümkün. Bilimin, tekniğin gelişmesine
neden olan asıl dürtü de yine insanın daha iyi, daha güzel yaşama arayışından
başka bir şey değil. Üretim aletlerinin egemen sınıfların elinde olması, birçok
alanda gelişmenin kar dürtüsü ile gerçekleşmiş olması, tarih içinde yaşanan
gelişmenin ana eksenini değiştirmeye yetmiyor.
İnsan yaşadığı her çağda, acıların sürekli olmadığına, yaşadığı zorlukların
aşılabilir olduğuna inandı. Bu inanç onun zorlukları yenmesinde önemli bir güç
kaynağı oldu. Bu bir başka söylemle, insanın kendisini daha yaşanılası
sömürüsüz ve zulüm süz bir hayata sahip olmaya laik görmesidir.
Dişe diş kavgalara bu inançla girdi. Zorlukları, barbarlığı bu inançla
aşmıştı. İsyanlar, devrimler o zorlu büyük kavgalar bu inancın eseri.
Ancak, bir süredir üzerinde yaşadığımız Türkiye ve Kuzey Kürdistan
coğrafyanın insanı yaşadığı zorlukların, acıların değişmezliğine kendini
inandırmaya ve sistem değişmez, böyle gelmiş böyle gider eğilimini kanıksamaya
itti. Daha iyi, daha güzel bir yaşamı olacağına olan inancını kaybetti.
Olumsuzluğa teslim oldu.
Buna gündelik hayatın içinde her gün tanık oluyoruz. En son bir
politikacının cumhurbaşkanlığı seçimleri için yayınladığı bildirgesine yapılan
yorumlarda gördük.
En sıradan vaatlerin imkansızlığının ileri sürülmesi oldukça ürkütücüydü.
TÜİK ve sendikaların açıkladığı yoksulluk sınırı üzerinde bir aylığın vaat
edilmesinin imkânsız, hayalci bulunması, dünyanın başka yerlerinde sıradan
sayılabilecek sosyal hakların vaat edilmiş olmasını hayal ürünü olarak
görülmesi düşündürücü.…
Özellikle,16.yıldır AK iktidarının tek başına iktidarda kalmasına ve hala
yüzde 45-50'lere yaklaşan oy bandında bulunması “Türkiye’de bu imkansız” diye
başlayan tümcelerin bu ülkede yaşayan milyonlara, ülkenin kaynaklarının sınırlı
olduğu, bundan daha iyi bir yaşamlarının olamayacağı algısı kazandırılmış ve
var olanla yetinmeye salık verildiğini bize gösteriyor. Ancak, kendisi için
imkansız gördüğünün çok üzerinde bir yaşamı, seçtiği politikacı için olağan
karşılıyor. Kendisi için insanca yaşamak için bir aylığı çok ve imkânsız
bulurken, seçtiği liderin 1100 odalı sarayını, onlarca araç, yüzlerce koruma
ile, Cuma Namazına gitmesini son derece doğal, olması gereken olarak görüyor.
Elbette bunun anlaşılması, kabul edilmesi sanıldığı kadar hiçte kolay
değil. Bu paradoks, insanın kendi kendisine yabancılaşmanın ulaştığı
duraksamayı ve öğretilen çaresizliğin korkunç boyutlarını bize gösteriyor. Daha
iyiye ulaşmanın imkansızlığı, insanların beynine kazınmış, iyice nüfuz etmiş
durumda. Bunun oradan sökülüp atılması, kendini önceleyin bir bakışa sahip
olması, kendisi için yeniden umutlanmasını sağlamak sanıldığı kadar kolay
değil.
İletişim araçları üzerindeki tekel, yoğun ideolojik saldırı insanı giderek
kendi gerçeğinden kopararak yalnızlaştırıyor. Yaşadığı hayatın, yaşanabilecek
olanın en iyisi olduğuna inandırmaya çalışılıyor. Yaşadığı bütün zorluklara
rağmen; “Şükür” sözcüğünün her konuşmada sıkça tekrarlanması , bu kabullenişin
ulaştığı duraksamayı gösteriyor.
Daha iyisi, daha güzeli yaşamak sadece bir kesime ait bir şey olarak
görüyor. Söz konusu kendisi olduğunda bunu kendi için talep etmiyor, ettiğinde
ise en azı ile yetiniyor. Oy verdiği, peşinde koştuğu yönetici, politikacı
ondan daha iyi, daha güzel yaşayabilir.
O buna laik, kendisi değil zihniyetinin yıkılması gerekiyor ki köklü
değişimin yolu açılsın.…