Geçtiğimiz hafta Emine Hanım'ın neredeyse
bir ev ederindeki çantası sosyal medyayı çalkaladı, belki denk gelmişsinizdir.
Böylesi bir haşmet var düşünün. Ev ederinde çanta.
Efen’im kimsenin çantasında gözümüz yok
asla ve kat’a. Masa örtülerini, vasat perde takımlarını andıran zevksiz
kıyafetlerinin de bir servet ederinde olduğunu tahmin edebiliyoruz. Yine de çok
af edersiniz ama kafam büyüklüğündeki yusufçuk mücevher broşa gözümüz bir
takılıyor yani. Modacı Barbaros Şansal’ın dediğine göre bu yusufçuk 15 bin
dolarmış.
Nihayetinde zenginlik, lüks ve şatafat
da bir yere kadar saklanabiliyor. Emine Hanımın çantası, broşu, pahalı
kıyafetleri, antika ev eşyası merakı, Belçika’da bir AVM’yi alışveriş yapmak için
kapattırması vs illaki bir yerlerden karşımıza çıkıyor.
Saray'daki altın klozetler, 650 metre
karelik mutfak kompleksinde ayrı bir “ızgara et mutfağı” bulunması, kilosu 4
bin lira olan beyaz çaydan tüketilmesi gibi biz “garibanların” dudağını
uçuklatan diğer örnekler de hatırlanabilir.
İşin ilginç yanı AKP’nin çıkışı da dahil
olmak üzere Türkiye’de siyasal İslamcılığın kendi söylemini yukarıdaki lüks ve
şatafat hayatının tam tersini işaret ederek kurmasıdır. Hatta oldukça demagojik
biçimde boğazda viski yudumlayanlardan, monşerlerden, “halktan kopuk elit
kesim”den bahseden hep İslamcılar olmuştur.
Bu sebeple Saraydaki “ızgara kebap
mutfağı” gibi konular faş olunca, basın canhıraş biçimde Saray'da yalnızca
çorba ve belki bir çeşit ilave yemek yenildiğinden, haftanın birkaç günü oruç
tutulduğundan, Emine hanımın meyve kabuklarını attırmayıp onlardan sirke ve sos
yaptırdığından bahseden haberler yayınladı.
Yetmedi, çeşitli seçim dönemlerinde
fasılalarla karşımıza “Erdoğan ailesinin yoksulluk” hikayeleri çıktı.
Erdoğan’ın çocukken harçlığını çıkarmak için kağıt şeker, limon, simit
sattığından, ayakkabılarının delik deşik olduğundan, hiç bisikletinin olmadığından,
Emine Hanım'ın yıllarca çamaşır makinası olmadığı için çocuk bezlerini
kaynattığından uzun uzadıya ayrıntılı pek çok malzemeyi önümüze serdi basın.
“Biz açlığını günde birkaç hurma ile
bastıran peygamberin ümmetiyiz” denilerek estetize edilmiş yoksulluk
hikayeleriydi bunlar. Yoksul geçmişinden onur, erdem, iyi ahlak, hakkaniyet ne
varsa ihtiyaç olan, onları devşirmeye meyletmiş bir stratejidir karşımızdaki.
Buradaki gerilim çok ilginçtir. Gerilim
kolayca kavranabileceği gibi söylem ile hakikat arasında değildir yalnızca. 200
bin liralık çanta kullananın, ısrarla “çamaşır makinemiz yoktu”
hatırlatmalarında ya da “meyve kabuklarından sirke yaptırıyorum”
böbürlenmelerinde var olan bir gerilim.
Lakin kültürel bir temeli de var…
Tam da bize özgü bir kültürel gerilim.
Biraz eskiye gitmek gerekiyor.
“Kültür” bahsinde bugün de üzerine çokça
atıfta bulunulan yıllar ‘80’ler-‘90’lardır malum. Bu yıllar neoliberal cangılın
kültür şokuna rağmen zenginin zenginliğini, yoksulun yoksulluğunu gizlediği, en
azından göze sokmaktan kaçındığı, “kaynaşmış bir milletiz biz” korporatist
heyulasının etkisini o ya da bu düzeyde hissettirdiği yıllardı.
Geçiş dönemi olarak 80’ler ve 90’lar
geçmişin izlerini en azından bir süre daha üzerinde taşıdı. Okullarda kara
önlükler çocukların sınıfsal farklarını ayakkabılarına, beslenme çantalarına,
kitap defterlerine inat örtmeye çalışırdı sözgelimi. Neoliberal politikalara ve
ona eşlik eden tüketimcilik kültürüne tezat biçimde devletin resmi TV kanalında
tutumluluk önerileri propaganda edilirdi.
Devletin öğüdü “kaçan ince çorabı
atmayınız, diğer çiftin sağlamıyla eşleştiriniz!” gibi naifliklere varmaktaydı.
Bir alış veriş bir fişti hayat, öyle tüm
hafta sonunu AVM’de geçiren yoktu. Bisküvitin kiloyla açık olarak bakkallarda
satıldığı, çocukların en büyük eğlencesinin meybuz ve leblebi tozu olduğu,
“yerli malı haftası” diye bir haftanın bulunduğu yıllardı “netekim”.
Acı hala sabrın tatlı meyvesiydi,
tevekkülden, feragatten, “bir lokma, bir hırka” felsefesinden bahsetmek hala
pop çağı ateşinin es verdiği duraklardı. Acıların çocuğu da, gariban ama onurlu
kahramanlar da, hayatın sillesini yese de ilkelerinden vazgeçmeyenler de
buradaydı.
Ne ki neoliberalizmin vahşi sularında
iklim ufak ufak değişti. Artık her şey seyirlik bir nesneydi, ışıltılı vitrinlerden
bolluk ve refah görüntüleri akmaktaydı. Vitrinden süzülen arzu ve iştah
patlaması, medyadan, dizilerden, magazinden, TELEVOLE’lerden birike birike tüm
hayatımızı işgal eder hale geldi.
Varsıllığın tüm bu ifşa biçimleri öyle
rahatsız edici bir boyuta vardı ki 2000’lerin başında bir MGK birifinginde,
toplumdaki hoşnutsuzluğu TELEVOLE’lerle ajite eden medya ürünleri “devletin
bekası” adına uyarıldı
İşte AKP’nin doğuş koşullarına damgasına
vuran ve geleneksel siyasal İslamcı çizginin de kültürel hassasiyetleriyle
benimsediği “bir lokma, bir hırkacılık” söylemi verili sınıfsal basınca
ezilenler, horlananlar vs diyerek tutunmaya çalıştı.
Ne kadar tutunduğunu bugün görüyoruz…
Milyonlarca yoksul yurttaşın ayda
bir-iki kilo eti bile zor tükettiği yerde bin odalı sarayların “ızgara et
mutfağı” varsa,
Binlerce dolarlık çantaların basit bir
aksesuar gibi taşındığı yerde insanlar açlıktan, işsizlikten, yol bulamamaktan,
olduramamaktan kendini yakıyorsa,
Yakaya kondurulan servet ederindeki broş
bize “atanmadığı” için canına kıyanın cebinden çıkan 6 lirayı hatırlatıyorsa,
“Kendi şeyinden verdi, çocuğum yalıda
çok üşüyordu” diyenlerin dünyasında odun alamadığı, çocuklarını ısıtamadığı
için intihar eden Emine Akçay bir hiç ise,
Yurtdışında okuttuğu, gemicikli çocukları
için bile “mağduriyet edebiyatı” yapanların iktidarında harçlığını çıkarabilmek
için inşaatta çalışırken ölen gençler var ise, “biz de yoksulduk” edebiyatının
gelip dayandığı bir yer vardır bugün.
24 Haziran yaklaşırken en çok konuşmamız
gerekenler bunlardır…
Kaynak: İleri haber