19 Şubat 2017 Pazar

45 yıl önce yarım kalmış bir hikaye..!


Ulaş Bardakçı’nın hayatı 45 yıl önce, 25 yaşında devlet eliyle sonlandırıldı. Öyle olmasaydı, ondan çok şey öğretecektik. Bize yadigâr kalan, gülüşü, umudu ve kavgası.
Şarkılar, türküler, destanlar, ağıtlar, geçmişten izleri günümüze taşıyor ve kimi iyi kimi kötü olayları bize hatırlatıyor. Bu anlamda önderlik görevi üstlenen, şarkılarıyla tarihe not düşen isimler var: Zülfü Livaneli’den Cem Karaca’ya, Grup Yorum’dan Bandista’ya, Ruhi Su’dan Ahmet Kaya’ya… Şarkılarıyla bugünü yarına taşıyan, dünü unutmamamızı sağlayan isimler bunlar. Neyse ki çoklar. Hafızasız toplumda, bir anlamda hatırlatıcı görevi üstleniyorlar –ki bize en gerekli şey bu.
Bu isimlerden çoğu, şarkılarla dünden yarına uzanan köprüyü kurarken, bugünü eylemle geçiriyor. Anlattıkları, bizzat yaşadıkları. Bu, anlatılanı değerli kılıyor. Kimi, ilerleyen zamanda eylem dışına düşüyor belki ama ne olursa olsun, şarkıları kalıyor ve biz, tarihin unutturulmaya çalışılan kısmını onlardan öğreniyoruz
Yirmili yaşlarıma, yeni üniversiteli bir genç olarak ulaştım. Aile geleneği itibariyle hayata soldan bakarken, geçmişten gelen kimi isimleri hep yanımda taşıdım: Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan, çocukluğumda öğrendiğim, “güzel çocuklardı” diyerek bana anlatılan insanlardı. Üniversite için Ankara’ya geldiğimde yeni isimler duydum. Kimini okulumuzdaki “bıyıklı abiler” anlattı bana, kimini kitaplardan öğrendim. Aralarında bir isim var ki, bir şarkı sayesinde onu tanıdım: Ulaş Bardakçı. Zülfü Livaneli’nin el altından elime ulaşan albümündeki türkülerden birinde geçiyordu Ulaş’ın adı. Merak ettim, sordum, hikâyesini öğrendim… Her şey bir yana, sadece bunun için bile Livaneli’ye minnettar kalabilirim.
Ulaş Bardakçı, bundan 45 yıl önce, İstanbul’da öldürüldü. Maltepe Cezaevi’nden firar etmişti, Arnavutköy’de Üvez Sokak’ta bulunan bir evde saklanıyordu ve henüz 25 yaşındaydı. Arkadaşlarıyla birlikte, güzel bir gelecek için çabalıyordu. Aile büyüklerinin ve “bıyıklı abiler”in anlattığı “güzel çocuklar”dandı. Ardından çok şey söylendi, hikâyesi bir efsane gibi bugüne ulaştı ama hiçbiri, yüreğimizi yakan ağıt kadar etkili olmadı. Yukarıda sözünü ettiğim, el altından bana ulaşan Livaneli albümü bu… “Ulaş”, ikinci şarkıydı: “Hele Ulaşa Ulaşa / Ulaş benzerdi güneşe / Ulaş kardaş can veriyor / Yüreğim düştü ateşe // Ulaşın elinde mavzer / Mavzeri türküye benzer / Bizimkiler böyle ölür / Böyle ölür bizimkiler // Tohumlar düştü toprağa / Dokundum yeşil yaprağa / Kurban olam kurban olam / Seni yaratan toprağa…”
Bu ağıtı bize ulaştıran ilk Zülfü Livaneli albümünün adı, “Chants Révolutionnaires Turcs”. Belçika’da yayımlandı ve birkaç yıl sonra karşımıza çıkan “Analarımız” adlı korsan baskıyı saymazsak, Türkiye’de hiç basılmadı. Sözlerinin “geleneksel” olduğu yazıyordu kapakta ve şöyle bir not vardı: “Güvenlik güçleri tarafından 1972’de öldürülen genç devrimci Ulaş Bardakçı için bir ağıt.”
Zülfü Livaneli’nin Belçika’da yayınlanan “Chants Révolutionnaires Turcs” albümü
Coodif tarafından basılan albümün tanıtım yazısında şu satırlara rastlıyoruz: “1970′lerde emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin kurdurduğu askeri dikta döneminde, işçi sınıfı hareketine ve demokratik güçlere karşı yeni bir terör kampanyasına girişilmiş, devrimciler katledilmiş, zindanlara atılmış, işkenceden geçirilmiştir. Devrimci türkü geleneğini en etkin biçimde sürdüren saz şairlerinden Zülfü Livaneli, plakta yer alan türkülerinde, 1970′lerin baskı dönemindeki yenilgi acısı ile savaşçı onurunu, devrimci yiğitlikle halkın kararlı, uzun mücadele gereğini kaynaştıran bir anlatıma ulaşıyor. Bu dönemde kendisi de baskı ve zulme uğrayan ve en vurucu türkülerini hapishanede yazan Zülfü Livaneli’nin müziğinin bir başka önemli yanı da, Anadolu’nun en eski ve en yaygın çalgısı olan sazı, bugün büyük ölçüde ortadan kaybolan geleneksel bağlama düzeninde çalmasıdır. Elinizdeki plak, Anadolu’da yüzyıllardır süregelen sağlam devrimci damarı, mücadele çizgisini bugünkü uzantılarıyla vermektedir.”
Bir başka yazı, Yaşar Kemal imzalı, 1977 tarihli bir tanıtım yazısı: “Bir türkü bin yıl su altında kalıp arınmış bir çakıl taşı gibidir. Büyük halk kütlelerini yüzyıllar ötesinden alıp işleye işleye, süreler üstünden aşıra aşıra günümüze getirmiştir. Türküyü her insan söyler, her insan söylerken de türküyü kendince bir kere daha yaratır. Türkü insanlığın kanında olan, insanoğlunun kanıyla yaratılan bir sanat yapıtıdır. Yüzyıllar boyunca halkla birlikte büyük ustalar da damgalarını, kişiliklerini türkülere vururlar. Yüzyıllar boyu yıkana yıkana gelmiş türküyle kişiliklerini katıp ona yeni bir biçim verirler. Bölgeler, iklimler, koşullar da büyük ustalarla birlikte, coğrafyalar da onlarla birlikte türküyü kendilerine, kişiliklerine uydururlar. Bu, türkünün zenginleşmesidir. (…) Türküleri bize yüzyıllar, milyonlarca insanın emeği, tadıyla, aktarmasıyla getirir, her çağ da türkülere kendi özelliğini katar. Bu türkülerin, insanlığın yasasıdır.”
Albüm kapağında “geleneksel” yazsa da, bu etkileyici ağıdın yazarı, Yaşar Kemal. Yıllar sonra, 2010’da yayımlanan ilk şiir kitabında (“Bugünlerde Bahar İndi”, Yapı Kredi Yayınları) rastladığımız bu şiir, Livaneli tarafından bestelendi ve ölümsüzleştirildi. Sözleri, kitaptakinden biraz farklı. Değişmiş, dönüşmüş. Albüme girmeyen kısım mânâlı: “Ulaş canım Ulaş gülüm / Sana yakışmıyor ölüm / Sana demedim mi kardeş / Düşman hayin düşman zalim /…/ Düşmanların aklı şaşa / Ulaş benziyor güneşe / Bundan sonra yeryüzünde / Hep çiçekler Ulaş aça.”
Tam bu noktada, Ulaş Bardakçı’nın çatışma sırasında söylediği bir cümleyi anmanın tam sırası: “Bize ölüm yok!” Grup Ekin tarafından bestelenen, sonrasında dillere düşen bir şarkının adı bu. Aynı gün, Ulaş’ın bir başka seslenişi (“hadi, cesaretiniz varsa gelin”) bir Grup Yorum şarkısına (“Varsa Cesaretiniz Gelin”) ilham verdi. Topluluk, “Ulaş”ı “Marşlarımız” albümüne alırken, ona küçük bir ek yaptı ve Üvez Sokak’ta yaşananları anlattı: “Alev saçan namluların ortasından / bir direniş abidesi yükseliyordu. / Anadolu, yıllar var ki böyle yiğitliğe tanık olmamıştı. / İşte yeniden başlıyordu her şey. / Ayaklanmalar, ellerde çoğalan isyan bayrakları / sıkılı yumruklar, sıcaklaşan namlular / her şey yeniden başlıyordu. // Bize ölüm yok! / Ulaş’ın sesi bu / Niyazi’yle, İbrahim’le ölüme meydan okuyor. // Hadi, cesaretiniz varsa gelin! / Ulaş’ın sesi bu / Vatanımızın dört bir yanına dalga dalga yayılıyor. // Asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun! / Ulaş’ın sesi bu / Umudun adını kanla yazıyor. // (zılgıtlar) / Ulaş’ın sesi bu / İsyan tarihimizi geleceğe taşıyor. // Ulaş bu / Adım adım, an an direnişi öğretiyor…
Yaşar Kemal, bir söz ustası. Livaneli’yle yollarının kesişmesi bir hayli eskiye dayanıyor. 40 yılı aşan bir dostlukları var –ki bu sürede pek çok şeyi birlikte yapıyorlar; şarkılar/türküler hariç değil. Livaneli’nin 1977 tarihli albümüne adını veren “Merhaba”, sözleri Yaşar Kemal’e ait bir çalışma. 1980’de yayımlanan bir Livaneli kasetine adını veren “İnce Memet Türküsü” ise onun romanından esinle bestelenmiş. Onun içindir ki, Zülfü Livaneli, büyük ustanın ardından yazdığı yazıda türkülerden dem vuruyor: “Yaşar Kemal adı geçtiği ya da onu aramayı düşündüğüm ya da onunla ilgili bir şey hatırladığım zaman aklımda deli deli türkülerin dolaşması neden acaba? Ona telefon açarken ‘üstü kan köpüklü meşe seliyim’ derim içimden. Evine doğru giderken ‘derde deva derler kartalın yağı’ türküsünü mırıldanırım. Buluştuğumuzda bu kez onunla birlikte ‘deryanın bekçisi ben oldum’u söyleriz. Böylesine tepeden tırnağa çiçek açmış, türküye durmuş bir başka insan gelip geçti mi bu dünyadan bilmem. Belki Karacaoğlan, belki Dadaloğlu, belki adını bile duymadığımız; dağların, koyakların, turaçların, kartalların, gazellerin türküsünü söyleyen bir başka ozan.” (1 Mart 2015, Cumhuriyet) Livaneli’nin Yaşar Kemal’le dostluğunun boyutlarını ve yaşananları merak ediyorsanız, başvuracağınız bir kaynak var: “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar: Yaşar Kemal” (Doğan Kitap, Şubat 2016), ilk elden tanıklığın hikâyesi.
“Ulaş”a döneyim… Yaşar Kemal’in tek şiir kitabının editörü Güven Turan, bu şiiri de barındıran kitabın girişinde şunları söylüyor: “Öncelikle dikkatimizi çeken, [“Merhaba” ile birlikte] her iki şiirin de geleneksel halk şiirinden beslenmiş oldukları. Özellikle ses, ton halk şiiri kaynaklı. Gene de, kalıpların benzerliğine karşın, özgün ve klişelerden uzak şiirler bunlar. Form olarak da kolay sınıflandırılır gibi değiller. Örneğin ‘Ulaş’ şiiri Ulaş Bardakçı için yazılmış bir ağıt mı? Bence değil… Ne yakınma var ne acıma… Vahlanma yok, ağıtların temeli olan. İsyancı bir şiir aksine; diklenen bir şiir… Bir destan mı? Böyle olmasını engelleyen temel bir şey var: Anlatımcı değil, sayıp dökmüyor, öykülemiyor kahramanlıklarını Ulaş’ın. Ayrıca, sadece Ulaş’a da odaklanmıyor: ‘Selam söyle’ diye 1960’ların ve 1970’lerin öldürülen devrimcilerini kuşatıyor. Eluard’ın, Aragon’un savaş sırasında yazdığı şiirler gibi, kolay kolay kabına, kalıbına sığmayan bir şiir ‘Ulaş’ bence.”
Ulaş Bardakçı’nın hayatı 45 yıl önce, 25 yaşında devlet eliyle sonlandırıldı. Öyle olmasaydı, ondan çok şey öğretecektik. Bize yadigâr kalan, gülüşü, umudu ve kavgası. Güzel günlere ulaşmak için ilerlerken, dilimizde dolanan, Yaşar Kemal’in ağıtı: “Ulaş benim gülüm güzel / İnsanlığım yolum güzel / Kardeş sen öldükten sonra / Vallah billah ölüm güzel // Şu boğazın günden yanı / Gitti gelmez Ulaş hani / Bu dünya güzel olacak / Bu insan güzel olacak / Ulaş kardeş koç yiğidim / Görmeyecek güzel günü…”
Ulaş’ın göremediği “güzel” güne, onun öğrettikleriyle ulaşacağız.
Murat Meriç
gazete duvar