22 Mart 2017 Çarşamba

Kaymakam olacaktı, olabilseydi. Olsaydı da zaten bir kasabanın kaymakamı olacaktı, yapmadılar; iyi ki de yapmadılar, Türkiye’nin kaymakamı oldu. Ülkenin dört bir yanında uğradığı, gönül aldığı her yerin valisi oldu, başkanı oldu; o köyün bu köyün değil, bütün köylerin muhtarı seçildi.
Daha köy muhtarlarının odasındaki telefon otomatik görüşmeye yeni açılmışken, çanak antenden kimsenin haberi yokken köyleri kentlere, öteki kasabaları beriki dağlara Tayfun kavuşturdu bilesiniz. Anında değildi belki, canlı değildi tabii ki; ama Türkiye durdu ve Tayfun Talipoğlu’nun yol hikâyesini izledi yıllarca. Çünkü Tayfun televizyon karşısına geçene bir İstanbul masalı izletmedi, bir Ankara macerası da anlatmadı. Herkes kendini buldu onun anlattığı haberlerde, kameraman arkadaşıyla gezdiği yerlerde. “Bu yılbaşında hangi dansöz çıkacak televizyona” diye konuşurken Türkiye, bıkmışken ahkam kesip nutuk adan kravatlı adamlardan, kendisini, kendi gerçeğini gördü Tayfun sayesinde ilk kez o beyaz camdan.
Gidenin arkasından güzel konuşmak kolay, iyi anmak da öyle… Ama yazmak; hele Tayfun Talipoğlu’nun arkasından yazmak o kadar kolay değil tahmin edersiniz. Bilemediklerimizi, göremediklerimizi geçtim, hangi birini yazabilirim ki bildiklerimin. Tanık olduğumuz insanlıkları, incelikleri, hoşlukları sıralayamam ki buraya.
Ama şunu diyeyim, Türkiye’nin televizyon tarihinde çok çok önemli bir yeri var Tayfun’un. TRT devleti, devlet TRT’si, TRT ciddiyeti, TRT sorumluluğu, TRT hukuku, TRT sansürü, TRT olanakları vs. vs. gibi adı konmamış-konamamış izahlarla tarif ederken televizyonu ve öyle izlerken TRT’yi, Tayfun kırdı geçti bütün kuralları, tabuları.
90’lı yılların başı aynı haber merkezinde çalışıyoruz ATV’de. Tayfun geziyor Anadolu’yu karış karış. Urfa’ya su haberi yapmaya gidiyor, Van’dan çıkıyor; yokluğun yoksulluğun bir hikâyesiyle. “Sivas” diye ayrılıyor Ankara’dan, Trabzon’dan geliyor sesi görüntüsü. O zamanlar internet yok, cep telefonu yok, haberin hızının değil, özünün önemli olduğu yıllar. Mikrofonuyla Tayfun Talipoğlu ve kamerasıyla yol arkadaşları Enver Erdem ve Nejat Sunal girmedik köy, aşmadık dağ-tepe bırakmıyorlar.
Biz “meclis koridorlarında haber kovalıyoruz” diye siyasetçi peşinde koşarken, Tayfunlar, emeğin, göz yaşartan gerçeğin, Ankara’nın, İstanbul’un hesaba katmadığı yerlerin, sadece haberini yapmıyor, derdine ağlıyordu. Bugün de kamera sırtında, elinde mikrofon dağ bayır, kent-kasaba gezen çok. Kapı çalıp sohbet eden, yoldan saparak haber arayan Tayfun’un farkını güzel koymuş bir arkadaşımız dün: Anadolu’yu “ne yemeğiniz var” diye değil, “ne derdiniz var” diye gezen haberci.
Star’ın, NTV’nin, ATV’nin, hangisini derseniz deyin, her birinin bir saniyesi milyon değerinde. Milyon değerinde ama o ekranların en değerli vaktine, prime time’ine, çobanları, ırgatları, ameleleri bir tek Tayfun çıkardı. Üstelik süslenmiş halleriyle, tembihlenmiş cümleleriyle değil, en değerli halleriyle, sözleriyle, itirazlarıyla çıkardı.
İşte o yüzden Tayfun Talipoğlu bir televizyoncu; ama işte o yüzden de bugün genç yaşında emekli olmuş bir televizyoncu, işi ekranı olmayan bir televizyoncu.
Ateş düştüğü yeri yakıyor. Oğluna, bütün ailesine, sevenlerine Tayfun’un yarım bıraktıklarını tamamlamak, adını-derdini unutturmamak düşüyor. Diyecek çok bir şey yok bu saatte. İnsan, her erken ölümde olduğu gibi yine “keşke dün arasaydım”, “keşke biraz daha çok vakit geçirseydim” diyor. Biliyoruz, ölüm haberini alınca geride kalanlar böyle hayıflanıyor.
Anmak istiyor insan, anlatmak istiyor bütün hikâyelerini Tayfun’la; ama ne mümkün. Sadece tatlı bir tebessümle zihninde tarifsiz hüzün kalıyor, düzensiz ve okunaklı olmayan büyük bir metin kalıyor, ortak dostlara sığınıyorsun.
Erhan Cesur Karadağ

Gazete Duvar