Çeşit çeşit gazeteci var. Kimi 'zift havuzu' medyasına balıklama atladı, gazetecilikten tetikçiliğe evrildi. Kimi yandaş medyada direkt tetikçi olarak doğdu. Kimi de patronu biat etmiş eski merkez medyada şişle kebap arasında tercih yapma çabasında.
İletişim Fakültesi’nin amfisini salon balkon ayakta doldurmuş öğrenciler.
Konu “Medya ve 15 Temmuz”.
Kürsüde eski “merkez”, şimdi “biat etmiş”- ATVden CNN Genel Müdürlüğüne atanmış olan Erdoğan Aktaş- medyanın haber kanallarından birinin genel müdürü var.
Gençler peş peşe sıraladıkça soruları gerginleşiyor televizyon yöneticisi. Sinirleniyor. Sesi yükseliyor.
Aslında gençler soru sormuyor, karşılarındaki “deneyimli televizyoncunun” kanalında yapılan haberciliği mahkum ediyorlar.
Çünkü temsil ettiği kanal “merkezde” görünmeye çalışarak çoktan “yumurtasız omlet” yapmayı başarmıştı. HDP’nin hiçbir temsilcisini programa almadan HDP’yi tartışmayı ya da Cumhuriyet’ten hiç kimse programda yokken gazetecinin yönetici ve yazarlarının tutuklanmasını tartışmışlardı.
Hatta bu becerilerini hayli ileri götürmeyi de başarmışlardı. Kendi gruplarına ait “amiral gemisi” gazetenin manşetten verdiği bylock haberinin “açıklamasını” yapma ihtiyacı hissetmişlerdi. Zira hem iktidar, hem de yandaş medya o habere büyük tepki göstermişti. Bu yüzden gruba ait bu haber televizyonunda programlardan birini gazetelerinin o manşet haberine ayırdılar. Ancak ne garipti ki bu programa “ta Amerika’lara gidip” haberi yapan deneyimli muhabirlerini çağırma ihtiyacı bile hissetmemişlerdi.
Kızgındı gençler. Büyük bölümü geleceğin gazeteci adayı olan öğrenciler tokat gibi sorularla aslında mevcut gazeteciliği, televizyon haberciliğini yerden yere vuruyorlardı.
Genç bir kız öğrenci Aladağ’da yanarak ölen kız çocuklarıyla ilgili haberi verirken halktan saklanan gerçekleri, “Burası Süleymancıların yurdu” diyen acılı bir babanın sözlerinin sansürlenmesini, görüntünün sesinin bu sözler söylenirken kesilmesini gündeme getiriyor. Arkadan da soruyor sorusunu:
“Bize bu olayla ilgili anlatmak, açıklamak istediğiniz birşey var mı?”
Yoktu elbette. Çünkü herkesin gözü önünde gerçekleşmişti bu yayın. Acılı babanın görüntüleri dakikalar önce sosyal medyaya hem de sesli olarak düşmüştü. Görüntüyü çeken de aynı gruba ait haber ajansıydı. Ama daha sonra aynı görüntüler ekrana gelince “sesi yok” oluyordu.
Başka bir gazeteci adayı öyle kestirmeden soruyordu ki soruyu, insana “İleride bu iyi gazeteci olacak” dedirtiyordu:
“Tarikat, kelimesini kullanmadan şu iki günü nasıl geçiriyorsunuz bir anlatın…”
Gazetecilik adına öyle “günahlar” işlenmişti ki, bu soruların yanıtı verilemezdi elbette.
Bu yüzden yanıtlar daha çok “Yırtınıyorsunuz karşımda”, “Faşizm bu”, “Provakasyon yapma” düzeyinde kalıyordu.
Ama öğrenciler Türkiye’de gerçekleri halktan gizleyerek “haber veriyormuş gibi yapma” tarzında bir gazetecilik anlayışını teşhir etmeye kararlıydılar. Okullarındaki derslerde okudukları “basın ve ifade özgürlüğü”, “halkın haber alma hakkı” ile var olan gazetelerin, televizyonların yayın politikaları neredeyse taban tabana zıttı. Aslında öğrencilerin soruları, bu toplumdan gerçeklerin saklanmasına her kesimden gelen ve giderek artan tepkinin ifadesiydi.
Keskin bir eleştiri içeren ama ölçülü ve saygı sınırını aşmayan sorular peş peşe geliyordu:
“Taybet ana bir hafta sokakta kaldı haber yaptınız mı? ‘Üç çocuğum hayattaki en önemli varlığım’ diyorsunuz. 0-12 yaş arası 300 çocuk öldü bölgede tek bir haber yaptınız mı?”
Bu sorunun yanıtı elbette “Hayır”dı. Hatta hakkıyla yanıt verilmeye kalkılsa büyük bir medya eleştirisi ortaya çıkar, yarın “Türkiye’de medyanın bir dönemdeki utanç verici hali”ni tartışacaklara bir katkı olabilirdi. Ama bu soruya verilen yanıt da “Benim çocuklarımın annesi Diyarbakırlı. Bilip bilmeden konuşmayın” diye bağırmak olmamalıydı.
Etkinlik bitmeden salondan ayrılmak durumunda kalıyordu televizyon yöneticisi. Çok gergindi. Kendisini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne davet eden akademisyenler bu günün anısına bir armağan vermeye çalışıyorlardı. Öğrenciler de hazırlıklıymış meğerse. Hemen bir kız öğrenci fırlayıp, elindeki kitabı hediye etti televizyon yöneticisine “Bu meslek örgütünüzün yayını” diyerek.
Öğrencilerin “armağan”ı DİSK’e bağlı Basın-İş’in hazırladığı “Medyada 10 Ekim Katliamı” kitabıydı.
Belli ki salonda bulunan öğrencilerin büyük bölümü sorular karşısında televizyon yöneticisinin düştüğü zor duruma bakarak “Okulu bitirip bu mesleğe başlarsak sonumuz böyle mi olacak” diye sormuştur kendi kendine.
Bunun da yanıtı ne yazık ki kesin olarak “Evet”tir.
Çünkü daha şimdiden bir kısmı insan içine çıkamaz hale geldi. Hiç değilse bu televizyon yöneticisi, geleneğinde iyi bir eğitim ve sıkı bir eleştiri olan bu okulun öğrencilerinin karşısına çıkmaya cesaret etti. Ama eminim ki süreç içersinde bu türden cesur davranışların yoğunluğu da azalacaktır.
Buraya kadar anlattıklarımda, televizyon yöneticisi olan deneyimli gazetecinin adını vermedim. Çünkü kişilerden çok Türkiye’de medyanın geldiği durumla ilgili bir gelişme bu. İktidara “biat etmiş” medya gruplarında koltuğunu daha uzun süre korumaya çalıştığı için dayatılan koşullara uyum göstermeye çalışan her gazeteci de benzer durumda çünkü.
Türkiye’de medyanın getirildiği acıklı durumun çarpıcı örneklerinden birini daha yaşadık dün.
İletişim Fakültesi öğrencilerinin sorularını yanıtlamakta zorlanan gazetecinin yönettiği haber kanalının da bağlı olduğu holdingin Ankara temsilcisi “FETÖ soruşturması” kapsamında gözaltına alındı. Yandaş basın çok sevindi. Zaten daha bir hafta önce ihbar etmişlerdi “holding sahibi ile Fetullah Gülen arasındaki kurye” diye. Muhalif medyanın bir kısmı da “Basına yeni bir baskı” diye veriyordu. Televizyon ekranlarından, internetten, sosyal medyadan akıyordu gözaltı haberi. Bir tek bu grubun gazeteleri, televizyonları veremiyordu haberi. Yani Ankara İletişim’de bu toplantı birkaç gün sonra olsaydı televizyon yöneticisine yöneltilecek sorular arasında kesinlikle şu cümleler de yer alacaktı:
“Yönettiğiniz televizyonun bağlı olduğu holdingin Ankara Temsilcisi tutuklanıyor, siz bunun bile haberini veremediniz akşama kadar.”
Türkiye’de yurttaş olduğunun bilincinde olan, haber alma hakkının bunun en temel şartı olduğu için yakıcı biçimde talep eden kesimlerde; gerçekleri gizleyen, eğip büken, çarpıtan medyaya, buralarda çalışan gazetecilere tepkiler giderek artıyor.
Karşımızda elbette tek tip değil, birkaç tip gazeteci var.
Birincisi, AKP’den önce gazeteci olup inançlarına, mesleğine ihanet ederek “zift havuzu”nun medyasına balıklama atlayanlar.
İkincisi, AKP’den önce ya gazeteci olarak hiç varolmamışlardı ya da kıyıda köşede kalmışlardı. İktidarın ipine sarılıp televizyonlarda program, gazetelerde köşe buldular..
Bu iki gruptakiler gazeteciliğe ya iktidar tetikçisi olarak başladılar ya da süreç içersinde gazetecilikten tetikçiliğe evrildiler.
Üçüncüsü, “gazetecilik yapıyor” görüntüsünde, patronu iktidara “biat etmiş” televizyonlarda, gazetelerde varolma çabasında olanlar.
Dördüncüsü de, gazeteciliği sonuna kadar savunup son kalan birkaç gazetede, internet sitesinde çok düşük ücretlerle ya da hiç para almadan gazetecilik yapma çabasında olanlar, işsiz kalanlar, mahkeme kapılarında sürünenler ve cezaevine düşenler.
Birinci ve ikinci grupta olanların zaten milletin içine çıkacak hali yok. Kendi kabuklarına kapanmışlar, “iktidar atmosferi”nden dışarı çıkamıyorlar.
Üçüncü grupta olanlara ise giderek tepki artıyor, artık durumu yönetemez hale geliyorlar.
Dördüncü grupta olanlar parasızlığa, işsizliğe, hapis tehdidine karşın başları dik geziyorlar.
Aslında bu durumda sorulması gereken şu; bugün halkın haber alma hakkını engelleyenler, yalanlarıyla, manüplasyonlarıyla insanları yanlış bilgilendirenler, kişisel çıkarları uğruna gerçekleri gizleyenler yarın eşlerinin, çocuklarının, eski arkadaşlarının, hatta insanların yüzüne nasıl bakacaklar?
Hoş bugün de nasıl baktıklarını hala anlayabilmiş değilim ya!
Celal Başlangıç