25 Aralık 2017 Pazartesi

İbrahim Ebu Süreyya: Asaletin ve isyanın sembolü ..!


Ebu Süreyya, kendisinin de çokça vurguladığı gibi, iki bacağını kaybeden bir adamdan çok daha fazlasıydı
Sadece Filistinli olduğu için öldürülen -diğer pek çok insan gibi- biri için nasıl yas tutmalıyım?
İbrahim Ebu Süreyya, geçen Cuma (15 Aralık) İsrail ile Gazze sınırında, İsrail tarafından vurularak öldürüldü.
Onun ölümüyle ilgili duygu ve düşüncelerim, kelimelerle tam anlamıyla ifade edemeyeceğim kadar karmaşık.
Ebu Süreyya, aynı gün içinde İsrail tarafından katledilen dört insandan biriydi. Bu katliamlar, Donald Trump’ın Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması fikrine karşı yapılan protesto sırasında gerçekleşti.
Bununla birlikte, her iki bacağını da daha önceki süreçte kaybettiğinden, yerel ve uluslararası medya, Filistinli birçok diğer mağdurun yaşadıklarından ziyade Ebu Süreyya’nın hikâyesine daha fazla dikkat çekti.
Onun katledilmesine dair pek çok yazı, Ebu Süreyya’nın İsrail ordusu için hiçbir tehdit oluşturmadığını vurguladı.
İsrail tarafından katledilen Filistinliler, genellikle İsrail’in donanımlı silahlı kuvvetlerine hiçbir gerçek tehdit oluşturmamaktadır. Öyle ki, onun bir tehdit oluşturup oluşturmadığı sorusu, gündeme dahi getirilmemelidir.
Hemen her soru, işgalci bir güç olarak silahlı kuvvetlerle tüm yaşamını işgal altında geçiren siviller arasındaki güç dengelerini görmezden gelmektedir. Bir Filistinlinin tehdit oluşturup oluşturmadığı sorusu, suçu mağdura kurnazca atmanın bir biçimidir.
Engeli olmasına rağmen, İsrail’in ölümcül silahlarından muaf olmayan 29 yaşındaki bir insanın hikâyesini anlatmaya niyetli değilim. O kadar çok insanı kaybettik ki yaralarımız asla kapanmaz. Başka bir katliam, kanayan yaramızdaki acıyı keskinleştirdi.
İnsanlıktan çıkarma
İsrail’in bizi maruz bıraktığı insanlıktan çıkarma seviyesini çok iyi biliyorum.
İsrail ve destekçileri, bizi açıkça “bölgesel tehdit” olarak tanımlamaktadır. Tarihimiz, kimliğimiz ve halkımızın varlığı, gerçekten de İsrail’in çaresiz ‘uluslararası meşruiyet’ arayışını yayan mitlerini yıkmakla tehdit etmektedir.
İsrail’in bizi katletmesi için “yalnızca Filistinli olmanın” ‘yeterli’ bir gerekçe olduğunu çok iyi biliyorum.
Neden İbrahim Ebu Süreyya gibi “özel” bir trajedi örneği, insanları İsrail’in Filistinlilere karşı barbarlığı konusunda uyandırmalı? Yalnızca genel olayların bir kısmını ele alan, dikkat çeken bu olay gibi -çocukların katledildiği, hırpalandığı (bazen kameralara da yansıyan) ve İsrail zindanlarında terörize edildiği- binlerce direniş örneği var.

Diğer kurbanlara duyduğumuzdan çok Ebu Süreyya’ya sempati duyduğumuzu gözlemlemek beni üzüyor.
Ebu Süreyya, Nisan 2008’deki İsrail saldırılarında iki bacağını da kaybetti.
Bu saldırıda, yedi diğer kişi daha katledildi. Bu olay, İsrail’in Gazze’deki El-Bureyc mülteci kampını işgali sırasında gerçekleşti.
Eğer bu saldırı sırasında öldürülseydi, Ebu Süreyya’ya daha mı az sempati duyardık? Eğer öyleyse, neden? Kurban aynı olacaktı, aynı aile sevdiği bir insanı kaybederek perişan olacaktı.
Ebu Süreyya, kendisinin de çokça vurguladığı gibi, iki bacağını kaybeden bir adamdan çok daha fazlasıydı.
Ebu Süreyya, saldırıya uğradıktan sonra çalışmaya devam etti. Geçimini sağlamak için araba yıkadı ve bir keresinde “Lütfen asla engelli bedenime bakmayın. Yaptığım muazzam işe bakın” dedi.
Bacaklarını kaybetmek, kendisinin de deyimiyle, “dünyanın sonu değildi ve hayat devam etmeliydi.”
Pozitif tutum
Ebu Süreyya, engeli tarafından hapsedilmeyi reddediyordu. O aynı zamanda, Gazze’nin açık hava hapishanesinde olabildiğince özgür yaşamaya çalışıyordu.
Pozitif tutumuyla, sıradışı asaletin ve isyanın bir sembolüydü.
Nisan 2008’den bu yana, Ebu Süreyya birçok farklı hikâyeye imza atıyordu. Her birinde de benzer bir şeye değiniyordu: “Ben engelime meydan okuyorum, ayrıca İsrail’e de meydan okuyorum.”
Ebu Süreyya, kendi yöntemiyle, İsrail’in Filistinlileri canavarlaştırma çabalarına karşı bir zafer kazanmıştı.
Onun hikâyesi, adil olmak gerekirse (hakkını vermek için) kitaplaştırılmalıydı -bu, İsrail sömürgeciliğini deneyimleyen Filistinlilerin ortak hikâyelerini anlatan bir hikâyedir. Öyle ki, bu hikâyede unutmamamız gereken bazı kilit noktalar var.
O, Gazze’deki El-Şati (Beach) mülteci kampında, üçüncü kuşak bir mülteci olarak doğdu. İlk gençlik döneminde balıkçılık yaptı. Her gün, Gazzeli balıkçıların ticaretini barbarca yöntemleriyle engellemek isteyen, İsrail deniz kuvvetlerinin devriye gezdiği sularda balıkçılık yapma riskini göze aldı.
Ebu Süreyya, bacaklarını kaybettiğinde 20 yaşındaydı. Sonuna kadar İsrail’e başkaldırmaya devam etti.
İsyanının son örneği geçen Cuma geldi. Ebu Süreyya, bir protestoda zalimlerle yüz yüzeydi. Bir İsrail askeri, tel örgünün diğer tarafından ateş ederek, kafasından bir kurşunla onu vurdu.
Ebu Süreyya, bana Gassan Kanafani’nin 1956’da yazdığı Gazze’den Mektuplar adlı kısa hikâyedeki Nadia karakterini hatırlatıyor.
Nadia, İsrail o yıl Gazze’de toplu katliam yaptığında, bir bacağını kaybettiğinde, 13 yaşındaydı. Kardeşlerini İsrail’in bombalarından korumaya çalışırken yaralandı.
Bu hikâyede, Kanafani Kaliforniya’da yaşayan bir arkadaşının “Nadia’nın, kalçasındaki boşluktan, olmayan bacağından, yaşamın ne olduğunu ve varlığın neye değeceğini öğrenmek” için Gazze’ye geri dönmesini rica ediyor.
Sonuç olarak, Ebu Süreyya katledilmeden kısa bir süre önce şu sözleri söylerken görüntülendi: “Burası bizim toprağımız ve asla vazgeçmeyeceğiz.”
Hepimiz bu hikâyeden, yaşam hakkında bir şeyler öğrenebiliriz. Bu hikâyenin, paylaşılması, öğretilmesi ve hatırlanması gerekliliği bundandır.
[electronicintifada.net’te 18 Aralık’ta yayımlanan İngilizce orijinalinden Dicle Paşa tarafından BDS Türkiye için çevrilmiştir.]