24 Mart 2010 Çarşamba

Anayasam hakkında her şey!

Anayasa, adı üstünde, bütün yasaların anasıdır ve hazırlandığı sırada toplumda hegemonik olan gücün ideolojik rengini alarak var olur. Dolayısıyla, yeni anayasalar daima tarihsel dönüm noktalarında ortaya çıkarak yeni bir devletin şeklini, organlarını ve bütün diğer yasaların çerçevesini belirler. Durduk yerde anayasa hazırlanmaz. Daha kestirme bir ifadeyle, anayasalar, daima bir hegemonya mücadelesinin neticesini ortaya koyar; savaş, devrim, ihtilal, askeri darbe ya da mevcut iktidarın ideolojik anlamda el değiştirmesinin ürünü olur.

Tanımlar
Kısa, uzun, ayrıntılı, veciz, hatta yazılı olmayan anayasalar vardır. Anayasa’nın ne olduğunu ve nasıl işlediğini tarif etmek de zordur; çünkü o, devlet dediğimiz alengirli, konjonktüre göre değişen, çok boyutlu yapının olanca esrarını ve zamana göre değişen sürprizlerini bağrında taşır. Anayasa’yı değiştirmenin zorlaştırılmış olması, dolaylı olarak, onu ancak zor kullanarak değiştirebileceğiniz anlamına gelir. Bunun için de toplumun büyük bir çoğunluğunu arkanıza almış olmanız ya da silahların eleştirisine başvurmanız gerekir. En sağlamı, ikisini birden yapmaktır.

Burada sürat büyük önem taşır. Ayıyı ilk hamlede devireceksiniz, yoksa sizi parçalar. Genellikle hegemonik güç, lafı biraz dolandırdıktan sonra, toplumun önüne bir anayasayla çıkıverir. Anayasalar, toplumun bütün kesimleri, bütün sınıfların temsilcileri tarafından, en geniş biçimde tartışılarak, öpüşüp koklaşarak, karşılıklı güzellemelerle hazırlanmaz. Anayasalar sınıfsaldır; hegemonya kurma mücadelesinin ürünüdür.

En iyi anayasa, toplumsal bir çatışmanın, uzun ya da kısa süreli ama şiddetli bir mücadelenin sonucunda ortaya çıkan, sokaklarda halk tarafından yazılan anayasadır. ‘İnsan derisiyle kaplı anayasa’ deyişi, bu durumu gayet güzel anlatır. Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin hazırlamakta olduğu metne ‘anayasa’ denmez; kendilerine ve uzantılarına meşruiyet sağlamak, devleti ele geçirmek ve toplum üzerinde kendi ideolojilerine uygun bir hegemonya kurmak için bir ‘iktidar tüzüğü’ hazırlamaktadırlar.

‘Tamamını ya da...’

Anayasalar pek tekin olmayan metinlerdir. Bu yüzden siyasal yelpazenin içinde yer alan partiler, gruplar ve insanlar yürürlükteki anayasanın ‘lafzı’yla fazla uğraşmaktan kaçınırlar, daha ziyade onun ‘ruhu’nu çağırırlar, onunla konuşurlar ve konuya gayet temkinli yaklaşırlar. Zira anayasayla uğraşanların başına ne geleceği hiç belli olmaz. Ansızın değişen rüzgârlar, şimdi yürürlükte olmayan, fakat benzerinin mutlaka bir yerlerde pusu kurmuş beklemekte olduğu bir madde uyarınca, “anayasanın tamamını ya da bir kısmını tağyir, tebdil ve ilga ile ... [falanca şekilde] müesses nizamı iskata teşebbüs” edenlerin başını fena halde belâya sokabilir. Böyle bir ‘teşebbüs’ iddiasıyla ve sıkıyönetim mahkemelerinin ivedi kararlarıyla ipe çekilenlerin sayısı az değildir. Bu yüzden Anayasa mabedine destursuz girilmez, niyetler daima kalabalık hukuksal lakırdıların, ‘çağdaşlık’, ‘demokrasi’, ‘mühim olan insandır’ gibi sözlerin ardına gizlenir.

Nitekim bu işin üstatlarından, ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, Siyasal Rejimler (İstanbul, 1986) adlı kitabının bir yerinde (s. 10) “Gerçekte, dünyadaki anayasaların bir çoğu(nun) göstermelik” olduğunu belirtmiş; “Tanımını yaptıkları rejimin yürürlüktekiyle hiçbir ilgisi yoktur; üstelik bu anayasalar rejimi gizleyen birer paravana görevi yaparlar,” demiştir. Doğru söze ne denir?

Peki bu iş nasıl oluyor? Söz gelimi 1981’de cuntanın yaptığı anayasanın altında, 26 yıl boyunca süren bir rejimin halen “... demokratik bir sosyal hukuk devleti” olduğu nasıl iddia edilebiliyor? Ya da 1961 anayasası gibi demokratik bir anayasanın güvencesi altında yaşayan bir rejimde, nasıl oluyor da, dört kuvvet komutanı ansızın bir çıkış yaparak, “Bre ağzı kıllı adamlar, bunca demokrasi size çoktur!” deyu yalın kılıç topluma karşı taarruz ederek, üniversiteleri talan edip idam sehpaları kurabiliyor ve yoksul halkın bütün kazanılmış haklarını bir hamlede kökünden söküp atabiliyor? Misâk-ı milli sınırları içinde bunları açıklayarak, burada bir hukuk devletinin ve ‘pozitif hukuk’un var olduğunu, bütün ‘hukuk muhabbeti’nin böyle bir temel üzerinden yürütüldüğünü kanıtlayabilecek bir anayasa profesörü varsa, kendisini görmek isteriz.

Kafesler
Akademisyenler, bilim insanları ve derin hukukçular pek çok anayasa tarifi yapmışlardır. Fakat bütün bu tarifler bizi kendi anayasa tarifimizi yapmaktan alıkoymamalıdır.

Bize göre anayasa bir kafestir. Kuş kafesi ya da kaplan kafesi değil, toplum kafesi! Bütün kafesler gibi anayasalar da sizi hem korur hem kısıtlar. Bu kafeslerin bazıları dar, bazıları geniştir. Mesela, askeri bir ihtilalin ürünü olan 1961 Anayasası, kafesi çok geniş tutmuştu. Lakin 1971 yılında Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, “Sosyal uyanış iktisadi gelişmenin önüne geçmiştir,” gibi ‘bilimsel’ bir söz söylediğinde, kafes birden daraltılmış; ve nihayet 12 Eylül cuntası, eski kafesi tamamen kaldırarak, işkencecilerin ve işkence görenlerin gayet iyi bildikleri ‘kaplumbağa kafesi’ni andıran çok dar bir kafesi toplumun üzerine geçirmiştir.

Toplum, bu kafesi kendi çabasıyla genişletememiştir. Şu son 26 yıl içinde sendikalar, meslek örgütleri, kitleler, çeşitli sosyalist partiler, sivil inisiyatifler vb. kendi mücadelelerinden süzülüp gelen taleplerle baskı yaparak bir anayasa değişikliği sağlayıp kafesi genişletmeyi başaramamışlardır. Gelen iktidarlar kafesi kullanışlı bulmuşlar ve onu az da olsa genişletmeye yanaşmamışlar, kendi taktik ihtiyaçlarına uygun değişiklikler yapmakla yetinmişlerdir. ‘Demokrasiye geçiş’ iddialarına rağmen, her iktidar dar kafesi tercih etmiş ve onu genişletmekten korkmuştur. AKP kendi hegemonyasını kurma faaliyetinin ‘hesaplaşma sınırı’na gelene kadar, herkes mevcut anayasayla bir şekilde durumu idare etmeye çalışmıştır. Şimdi hep birlikte, mevcut anayasanın askeri bir cuntanın ürünü olduğunu, ‘demokratik’ bir anayasa gerektiğini hatırlamış bulunuyorlar. Hepsine zihin açıklığı diliyoruz.

Bütün bu önermelerden sonra kendimizce bir sonuca varsak hafiflik etmiş olur muyuz acaba? Şöyle bir sonuç: Anayasa denilen şeyin sadece ‘hegemonya mücadelesi’ kısmı ve ‘kafes olma özelliği’ önemlidir; gerisi, her iktidarın kendi siyasi çıkarlarına uygun biçimde, plastik bir madde gibi eğip bükebileceği ya da değiştirebileceği sözlerden ibarettir.

Böyle de olsa, Avrupa demokrasisi getirecek diye AKP’nin peşine takılan sol kisveli liberaller dışındaki sosyalistler, anayasa tartışmalarına kayıtsız kalmamalı, kafesi genişletmek için ellerinden geleni yapmalı, bütün taslakları incelemeli, hatta bu fırsatı değerlendirerek kendi anayasa taslaklarını hazırlayıp savunmalıdırlar.

Comedia Della Arte
Fakat olayın spektaküler (seyirlik/eğlencelik) yanını da ihmal etmemek gerekir. Şu ülkede, bütün Soğuk Savaş yılları boyunca ‘komünist avlıyorum’ diye, memleketin kafası çalışan, mücadeleci, dinamik ve kahraman devrimci gençliğinin kökünü kurutan; üniversiteleri ve yurtları komünistlerden temizliyorum diye, devasa İslam vakıflarına, ‘kökü dışarıda’ Fethullah örgütlerine yol açan; kitap düşmanlığı yaparak Ogün Samast gibi cahil ‘vatan evlatları’ ya da sığır sürüleri gibi sınıfları dolduran, boykot yapmayan, itiraz etmeyen, internet bağımlısı yepyeni öğrenci kuşakları yaratan; ABD’nin emriyle Türk-İslam sentezi adı altında Kemalizm’in bile gerisine düşen; Deniz Gezmiş’i idam edip Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığı yolunu açan devletin, bugün içine düştüğü durum gülünç değil midir?

Demek şimdi şeriatçılardan korkuyorsunuz? Üstelik patronunuz ABD ve ‘çağdaş’ medeniyet seviyesi de sanki onları destekliyor gibi görünüyor. Burjuvazinin AB reformları için AKP’den başka umudu kalmamış. Holding medyası askere ‘sıcak bakmıyor’, çünkü iktidar onu kasalarının içinden, midelerinin ta dibinden kavramış. Cüzdanlar doldukça, sadakatlerin yönü değişiyor. Ne ürkütücü bir durum! El çırparak, “Çıktık açık alınla!” marşını söylüyorsunuz, gösterişli bir duygusallıkla. Sizi böyle görünce insanın tüyleri diken diken oluyor, zihni bambaşka bir küşâyiş (parlaklık) kazanıyor. Ama etrafınızda, ihtiyar anayasa profesörlerinden, YÖK dekanlarından, emekli subaylardan, hayat tarzı değişecek diye korkan kentli ve, “Nasıl olsa asker gelir onları döver,” diyen neşeli orta sınıf kalabalıklarından başka kimse yok. Ne yapacaksınız şimdi? Hani nerede aydın, bilinçli, laik, genç ve dinamik devrim kadroları, iktidarı protesto için siyasi grev yapan işçiler? Nerede şeriatçı örgütlenmelerle mücadele eden devrimci öğrenciler, güzelim saçları beyinleri kadar özgür üniversiteli devrimci genç kadınlar? Hayrünnisa Hanım’ın türbanından kaçıyorsunuz ama (bu arada kadıncağıza da ayıp oluyor!) gideceğiniz yer yok, çaresiz cephe selamı veriyorsunuz. Bütün millet bu manzaraları seyrediyor. Sizin sayenizde, sizin sıkıyönetim altında yaptığınız icraatlar sayesinde, Milli Görüşçüler Başbakan, Büyük Doğu’cular Cumhurbaşkanı, türbanlı eşleri de ‘först leydi’ oldular! “Sinsi faaliyetlerini boğacağız ... uzanan ellerini kıracağız,” diye sürekli muhtıra verdiğiniz kadrolar, devleti hızla işgal etmekle kalmıyorlar, Anayasa’ya da el atıyorlar. Sizin eseriniz olan anayasanın bir kısmını değil tamamını ‘tağyir, tebdil, ilga...’ ediyorlar.

Buyurun bakalım, harekât zamanı! Yoksa 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi ABD’den kolayca izin almakta mı zorlanıyorsunuz? Yoksa komünizme kapılmasın diye dindarlaştırmak için elinizden geleni yaptığınız, üniformalarınızla meydanlara çıkıp Kuran’dan ayetler okuduğunuz halkın, AKP’ye verdiği oylardan mı korkuyorsunuz?

Soruna askeri açıdan baktığımızda, bir kuşatmadan kurtulmanın üç yolu vardır: Teslim olmak, kuşatmanın en zayıf noktasından taarruz etmek, dışarıdan gelecek takviye güçlerle birleşmeye çalışmak. Acaba hangisi?

Ne diyordu Amiral, Nokta dergisinde yayımlanan ‘darbe günlükleri’nde: “Rektörlerle temas edip öğrencileri sokağa dökmek gerekir.” Çok güzel! Sizleri bugünün üniversite öğrencilerini siyasallaştırma çabası içinde görmek isteriz. Ama önce son 50 yılın, özellikle de 12 Eylül’ün, o inanılmaz hoşgörüsüzlüğün, basiretsizliğin ve aşırı güç kullanma hevesinin, o kolay ve ucuz, gaddar iç zaferlerin özeleştirisini yapmanız gerekir.

Ortaya çıkan karakterler gayet trajik ve çarpıcı. Sabih Kanadoğlu meselâ, size Victor Hugo’nun ölümsüz eseri Sefiller’deki Polis Müfettişi Javert’i hatırlatmıyor mu? Arada bir siyah pelerinini savurarak, “367 gerekir,” ya da “Tek maddesini değiştiremezler, zira Kurucu Meclis gerekir,” diyor ve okur ya da seyirci ‘göklerden gelen bir ses’ işitmiş gibi ürperiyor. Şehit erin cenazesinde ‘gözyaşlarını tutamayan’; fakat boş bir anında gülerek, “Yahu fazla uyarı yaptık, halk bizden tiksinecek” meâlinde sözler sarf eden bir general, size Latin dünyasında sık kullanılan ‘Operet Subayı’ terimini hatırlatmıyor mu? Eski 68’li Ertuğrul Günay’ın sırıtışında, mahcup bir yeniklik ifadesi, sırnaşmak mecburiyetinde kalıp da utancını gizlemeye çalışırken dışa yansıyan bir burukluk, bir eziklik yok mu? Ya da Cemil Çiçek’i izlerken, siyasal komplo ve manipülasyonların üstadı, Napoleon’un ünlü dışişleri bakanı Joseph Fouché’yi hatırlamamak mümkün mü?

Biz yine de kafesi genişletmek için elimizden geleni yapalım. Fakat bunu yaparken, okumayı, düşünmeyi, yaşananlarla hafiften dalga geçmeyi de ihmal etmeyelim. Emperyalist şeriatçılığa karşı yeni cepheler oluşturalım, sosyalizm için yeni mücadele alanları açalım. Ve asla unutmayalım! (RED, Yavuz Alogan)