21 Nisan 2009 Salı

Devrimin çocukları...

Arka bilek kısmı boydan boya yırtık, ufak tefek lastik bir ayakkabı saplanıyor çamura... Ne çamur yadsıyor ayakkabıyı, ne ayakkabı çamuru. Yabancı yok ortada, alışık ayak çamura, çamur ayağa... Çamur tene değiyor, ten çamura... Yeniden, bir daha, bir daha... Ve kertikleşmiş tabanlarıyla, nasırlı bilekleri, boğumlarıyla, soyuyla, sopuyla çamurda, dağda, sokakta büyüyor bu ayaklar... Derken bir el uzanıyor yolun kenarında yığılmış taşlara, ana baba günü her yer, demir cüsseli araçlardan zehirli sular sıkılıyor çocuğa... Pompalı tüfeklerden atılan mermiler, kalın zırhlı giysili herifler, polisler, itler, köpekler, uluma sesleri, sirenler...

Henüz çocuktu; kent görmemişti, yüksek binaları, mağazaları, camekânları, vitrinleri, alış-veriş nedir bilmiyordu bu ellerin, bu ayakların sahibi... Yabancısı değildi fakat korkunç paletleriyle homurdayan bu seslerin, en az çamurun tendeki müziği kadar yer etmişti çocukta bu sesler... Ki bir gün, gün döndüğünde, yani bir akşamüstü, hava karardı kararacak, kapatılmış kapı baca, bir sessizlik, bir tufan havası, toplanmış, denklere yerleştirilmiş kap kacak, gür sesleriyle askeri araçlar geliyordu aşağıdan... Cemseler, paletleri takur tukur dönenler, patır kütür yere vuran postallarıyla askerler... Böyle bir akşamüzeri yakılmıştı köyü çocuğun... Tiyatro, sinema nedir bilmiyordu çocuk, fakat biliyordu tank nasıl yürür, nasıl ateşe verilir bir ev, bir köy nasıl yakılır, nasıl bir nizamla oturur cemselerde askerler ve nasıl tutarlar G3 silahlarını otururken...

Ve çocuk öğrenmişti zamanla, yalnız değildi. Böyle sosyalleşmişti çocuk. Köyü yakılan başka çocukların da olduğunu öğrene öğrene... Toplumla böyle ilişki kurmuştu. Sosyal çevresi böyle gelişmişti çocuğun. Gelip akraba yanına yerleştikleri Mersin’de, bu yüzden çoğunu tanımadığı yüzlerce çocukla, gençle birlikte, hiç birini tanımadığı Diyarbakır’daki kardeşleri için sokağa çıkmayı öğrenmişti...

***

Eğer bir ülkede çocuklar, polis ve asker panzerlerine taş atıyorsa, o ülke vahşetten başka bir şey vermemiştir çocuklara. Vahşeti, damarlarına, ruhuna şırıngalamıştır çocuğun. Eğer bir çocuğun, ülkenin resmi dilini bilmemesi, “dil bilmemek” utancı veriyorsa o çocuğa, o toplum bir dehşet toplumudur. O resmi dil, bir cellat giyotinidir, 6 yaşında başlar çocukları biçmeye... Küçük bedenlerine paslı bir hançer gibi saplanır o dilin her bir kelimesi... Eğer yaşadığı ülkenin polisi sadece panzerle, sadece gaz bombası atan pompalı tüfekleriyle giriyorsa o çocuğun mahallesine, eğer bir ülkenin askeri sadece babasına, anasına, kız ve erkek kardeşlerine işkence yapmak için geliyorsa köyüne, eğer bir ülkenin öğretmeni sadece çocuğa o bilmediği dilin hançerlerini saplamak için açıyorsa okulun kapısını, eğer yaşadığı ülkenin mağazaları, parkları, salonları ve sahilleri, oyunları ve gülmeceleri uzaksa çocuğa, o ülke daha doğuştan kaybetmiştir o çocuğu...

***

Dünya devrim tarihinde, böyle bir şey görülmedi; Mersin’de polis panzerlerine karşı ellerindeki taşları atan Kürt çocuklara saldırmaları için etraftan başka çocuk toplatıldı. Bu rejim, bunu yaparak sadece ötekileştirdiği, düşman gözüyle baktığı Kürt çocuklarına darbe vurmuyor, hatta asla vuramadı; çünkü Kürt çocukları bu rejimin baskı ve zulmüne karşı direnmeyi öğreniyorlar böylece, anasının sütüne alıştığı gibi ilişki kuruyorlar devrimin bilinciyle... Ama bu rejim, asıl darbeyi, direnen Kürt çocuklarına taş attırdığı Türk çocuklarına vuruyor, çünkü bunlar, daha şimdiden haksız olanın yanında yer almanın kişilik bunalımıyla büyüyecekler... Oysa yırtık lastik ayakkabılarıyla mahallesine giren panzeri taşlayan çocuk öğretecek hepimize onuru ve barışı kazanmanın yolunu...