29 Nisan 2009 Çarşamba

TAKSİM’İ KAZANMAK[*]

“Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçemeyecek kadar,
ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.”[1]

Dilerseniz, işe ilkin “Neden 1 Mayıs?” sorusuyla başlayalım.
Biliyorum, sizlere bu soruyu sormak abes. Ama son 20 yılın entelektüel yaşamına damgasını vuran postmodern bozgun havası, ve ona eşlik eden tüm “Elveda” edebiyatı (“Elveda Proletarya”, “Elveda Başkaldırı”, “Tarihin Sonu” vb.) ortamı öylesine toz-dumana beledi ki, bildiklerimizi hergün yeniden ve yeniden tekrar etmek, neyi, neden bildiğimizi kendimize açıklamak durumundayız…
Alın, dilerseniz, ben tam bu satırları yazarken ekranıma düşen Ahmet Altan’ın 17 Nisan 2009 tarihli Taraf’taki “Yoksulluk ve Sol” başlıklı yazısı… Buyurun, buradan yakın:
“Dünya, insanlık tarihinin en büyük kırılma noktasından geçiyor.
Daha önce bir benzerinin hiç görülmediği bir değişim bu.
İnsanoğlunun “bedeniyle” çalışma dönemi bitiyor.
Beş bin yıllık insanlık tarihinde ilk kez oluyor bu.
Biz beş bin yıldır “hayatı”, bedenimizle çalışma esası üzerinden anlayıp yorumluyoruz.
Bütün toplumsal analizlerimiz de bunun üzerinedir.
Köleler vardır, efendiler vardır.
İşçiler vardır, patronlar vardır.
Kölelik bitti.
Şimdi de işçilik bitiyor.
Bu, insanoğlu için tarihinin en olumlu dönüşümü aslında.
Ama “dönüşüm”ün içinde olmak büyük bir çalkantının içinde olmak demektir. (…)
İşçilik bitiyor ama henüz yerine ne konulacağı bilinmiyor.
İşsizlik yeryüzünde artıyor.
“İşçilerin var olduğu” bir hayata göre eğitilmiş ve hazırlanmış insanlar, bu yeni dönemde ne yapacaklarını şaşırıyorlar.
Ne yapacağını bilmeyenler sadece işçiler değil.
Para sahipleri de ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Amerika’da patlayan, oradan da dünyaya yayılan kriz, “para sahiplerinin” paralarını bu yeni çağda kullanmayı becerememesinden kaynaklandı.
“Emek” sahibi için de,”para” sahibi için de büyük bir altüst oluş bu. (…)
Bunun üstesinden nasıl geleceğiz?
Bu, manasız siyasi polemiklerle, tuhaf atışmalarla hâlledilecek bir sorun değil.
Böyle bir soruna, en azından “teorik” düzeyde bir çare bulmak aslında “sol” kesimin işi.
Sol, bu “cehennem nehrinin” içinde parçalananlara, kayanlara, örselenenlere bir çare aramalı.
Solun tarihî görevi bu.
Ama bu, “işçi sınıfına” ağıt yakarak veya “işçi sınıfının” kaybolmasını “kötü” bir şey sanarak ya da “kapitalistlere” küfrederek çözülecek bir sorun değil.
Çok ciddi analizler gerekiyor.
Meseleyi, sadece “siyasi” boyutuyla değil “toplumsal” boyutuyla ele almak, bu büyük değişimin nedenlerini kavramak, bu nedenlerden kaynaklanan sonuçların nereye varacağını kestirmek ve insanları bu “dönemin” çilelerinden kurtaracak yöntemler bulmak lazım şimdi.
Bizde ne yazık ki bunu becerebilecek derinlikli sol kadrolar yok.
Marksist felsefeyi bilen, bu felsefeyi özümsemiş, Marksist bir bakış açısıyla “liberal” bir ekonomi anlayışını “biraraya” getirmeye çalışacak, ekonomiye “insani” boyutu katacak bir örgüt bile bulunmuyor burada.
Zaten bu eksikliğin siyasi tezahürünü, “çaresiz emekçilerin” AKP saflarına kaymasında görüyoruz.
Liberal ekonomi, yeni çağın, en azından şimdilik, egemen ekonomisi.
Bu ekonomik anlayışın “insani” yanı çok zayıf.
Ezilenlerle, sokakta dilenen sahipsiz çocuklarla, işsiz kalanlarla, yoksullarla çok fazla ilgilenmiyor.
Liberal ekonomiye sol, “insani” bir bakışı nasıl kazandıracak?
Liberalizmi lanetlemek, bir işe yaramaz.
Globalizme sövmek de bir işe yaramaz.
Gerçekleri görmeden, gerçekleri anlamadan, gerçekleri kabul etmeden çözüm bulmazsınız…”[2]
Liberal yazarların neden durmaksızın Marksistleri neo-liberalizme yedeklemeye çabaladıklarını anlayabilen geri gelsin. Ama Ahmet Altan ve şürekâsına ha bire “Sol”a, hele de Marksist Sol’a “liberal ekonomiye ‘insanî’ bakış açısı kazandırtmak gibi “görevler” yüklemekten vazgeçmeleri gerektiğini birileri hatırlatmalı. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez…
Her ne hâl ise… “Bildiklerimizi hergün yeniden ve yeniden tekrar etmek, neyi, neden bildiğimizi kendimize açıklamak” gerek, demiştik.
Üstelik bence bu temrinin bir faydası da var: “Eski(meyen) ile Yeni’nin neler olduğunu, nasıl birbirlerini biçimlendirdiklerini ve nasıl karıştıklarını anlama olanağı sağlıyor bizlere…
Gelin o zaman ilerleyelim.
İşte Ahmet Altan’ın ve şürekâsının “bitti” dediği proletaryaya değin son veriler:
Dünyada bugün 270 milyon sanayi işçisi var. Bunların yüzde 40’ı gelişmiş OECD ülkelerinde, yüzde 15’i Çin’de, yüzde 15’i Latin Amerika’da, yüzde 15’i eskiden SSCB’yi oluşturan ülkelerde, yüzde 10’u Asya’da ve yüzde 5’i Afrika’da.
ABD’de 1900’lü yıllarda 10.920.000 sanayi işçisi vardı. Bu sayı 1950’de 20.698.000’e, 1971’de 26.092.000’e, 1998’de ise 31.071.000’e çıktı. Görüldüğü gibi, dünyanın en büyük ekonomisinde sanayi işçilerinin sayısı azalmıyor, artıyor. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya’da ise 1950-1971 arasında sanayi işçilerinin sayısı iki katına çıktı, 1998’de ise yüzde 13 daha arttı.
Doğrudur, bazı gelişmiş sanayi ülkelerinde, örneğin İngiltere, Fransa ve Belçika’da sanayi işçisi sayısı azaldı. Ama sanayi işçileri azalırken, hizmet sektöründe çalışan emekçilerin sayısı katlanarak artmakta.
Örneğin, İngiltere’de 1978’de 6.9 milyon olan sanayi işçisi sayısı 2005’de 3.2 milyona gerilemiş. Ama aynı dönemde hizmet sektöründeki işçilerin sayısı 14.8 milyondan 21.5 milyona çıkmış. Bu ise, toplam işçi sayısının 21.7 milyondan 24.7 milyona çıkması anlamına gelmekte.
Deon Filmer’e göre 1990’ların ortasında dünyada 379 milyon insan sanayide, 800 milyon insan hizmet sektöründe, 1.074 milyar insan ise tarımda çalışıyordu. Bunların sanayide yüzde 58’i, hizmet sektöründe ise yüzde 65’i ücretli, yani gerisi kendi işinde çalışmaktaydı. Bu durumda dünyada üçte biri sanayi sektöründe çalışan 700 milyon ücretli işçi var. Aileleri ile birlikte 1.5-2 milyar insan demektir bu. Yani dünya nüfusunun üçte biri. Buna tarım işçilerini, topraksız köylüleri de eklersek, işçi sınıfının sayısı daha da artar ve dünya nüfusunun yarısı hâline gelir…
Bu, işin bir yönü… Gelelim diğer yönüne…
Neo-liberalizmin ağırlıklı bir yönünün, sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması olduğu biliniyor.
Bu, patronların, kendileri için giderek daha maliyetli hâle gelen sanayileşmiş ülke işçilerinden kaçarak -çünkü bu işçiler örgütlüydü, yüzyılı aşkın bir mücadele deneyimine sahiptiler ve hayat standartlarının düşmesine hiç de göz yumacağa benzemiyorlardı- yatırımlarını işgücünün bol, ucuz ve örgütsüz olduğu Güney ülkelerine yönelmesi anlamına geliyordu.
Bu yöneliş, küresel işçi sınıfının tabanını muazzam ölçüde genişletirken, sınıf bileşenlerini de büyük ölçüde çeşitlendirdi. Serbest bölgelerde, maquiladora’larda, ter atölyelerinde, kaçak işyerlerinde, sokaklarda, bürolarda, parça başı hesabı evlerde, tarlalarda, kırlarda, denizlerde çalışan ya da işsiz durumdaki milyarlarca kadın, erkek ve çocuk, bugün küresel kapitalizm tarafından devşirildikleri (ve de sömürüldükleri) ölçüde, küresel işçi sınıfının unsurları hâline gelmekteler.
Dolayısıyla bırakın “işçi sınıfının yok olup gitmesini”, proleterya dünya ölçeğinde yaygınlaşıyor, çoğalıyor…
Şu hâlde, “Neden 1 Mayıs?” sorusuna verilecek cevap, “bugün küresel boyutlara erişmiş, bütün çeşitliliği içerisindeki işçi sınıfının, dünya emekçilerinin birlik, dayanışma günü olduğu için”dir…
Şimdi gelelim sorulması muhtemel ikinci soruya: “Neden Taksim?”
Gerçekten de, kimilerinin açıkça söylediği, kimilerininse ima ettiği gibi, bir inatlaşma mıdır Taksim ısrarı?
Evet, bir “inat”tır, ama inatlaşma, asla!
“Neden Taksim?” mi dediniz?
Öncelikle 1977 1 Mayısında orada bıraktığımız 34 canımız için, Taksim…
34 yoldaşımızı katledenlerin hesabını hiçbir burjuva mahkemesinin sor(a)mayacağını, bizzat yaşayarak bildiğimizden.
O gün tepemizden üzerimize kurşunlar yağdıran devletin “yeraltı” güçleri karşısında, “Nerede kalmıştık?” diyebilmek için…
Yani yarım kalmış bir hesabı, yeniden açabilmek için…
Ama yalnızca bu değil.
Biliyorsunuz, İstanbul, Türkiye’nin en önemli işçi kenti… Kayıtlısıyla, kayıtdışısıyla, sanayi sektörüyle, hizmet sektörüyle.
Bu bakımdan nasıl ki Newroz’u Diyarbakır’da kutlamak önemliyse, 1 Mayıs’ı da İstanbul’da kutlanmak önemli… Bu, başka kentlerde kutlanamayacağı anlamına gelmez. Ama İstanbul’a yüklenmemiz, en azından bir eşik aşılana, az önce sözünü ettiğim hesap görülene dek bir de bu nedenle önem taşıyor.
Taksim ise, malûm, İstanbul’un yüreği…
O nedenledir ki, 12 Eylül sonrası Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde meydan olmaktan çıkartıldı, adeta bir otoyola dönüştürüldü Taksim.
Yoksa eski resimlerine bakın, kentin yüreğinde, yıldız biçimli bir meydandı.
Bilmem okudunuz mu, Friedrich Engels Konut Sorunu’nda, burjuvazinin meydanlardan, caddelerden korkusunu anlatır. İşçilerin barikat kurmasını engellemek için caddeleri geniş bulvarlara dönüştürdüğünden söz eder.
Gerçekten de, 19. yüzyıl boyunca Avrupa başkentlerindeki “kentsel dönüşüm”ün ilk icraatı, bulvarları genişletmek olmuştur.
O zamanki otomobil ya da diğer araçların sayısını düşünecek olursanız, bunun trafiği rahatlatacak bir tedbir olmadığını görmek zor değildir.
Dalan’ın “trafiği rahatlatmak” gerekçesiyle yaptığı, daha doğrusu Dalan’a yaptırılan tam da buydu; Taksim’i emekçilerden geri alıp, otomobil uygarlığına teslim etmek…
Tıpkı Melih Gökçek’in Kızılay’a yaptığı gibi…
Emekçilerin kentlerin merkezi meydanlarında gösteri düzenlemesinin simgesel bir anlamı da vardır. Bir bakıma “Bu kent bizim!” diye haykırmaktır.
Burjuvazi, “kentsel dönüşümlerle” merkezî meydanları emekçilerden, halktan geri alıyor… Belki sembolik bir edim, ama sembollerin toplumsal yaşamda büyük önem taşıdığını unutmamak gerek.
ODTÜ’de Deniz Gezmiş’lerin toplandığı bir kantin vardı. McDonalds tam da o kantinin yerinde açıldı.
Bu bir tesadüf mü?
Ya da, Paris’te adını komünistler öncülüğünde Nazilere karşı direnişten alan La Defense meydanına giderseniz, tam orta yerinde, dev gibi, anlamsız bir futbol ayakkabısı heykelinin dikili olduğunu görürsünüz…
Bu, bir simgeler savaşıdır.
Şu hâlde Taksim’in bir de simgesel önemi var, emekçiler için.
Ve nihayet, “Bu yıl 1 Mayıs’ta Taksim’e” diyoruz…
AKP iktidarına, onun polisine, valisine, dudaklarından çıkacak bir kelimeyle bizleri teslim alamayacaklarını, bize neyi nerede yapmamız, ya da yapmamamız gerektiğini tayin edemeyeceklerini göstermek için…
AKP, 1 Mayıs “bayram”ını iane gibi önümüze attı, bizlerin de “majestelerinin muhalefeti” pozisyonuna soyunup, uslu uslu mitingimizi başka yerde yapmamızı bekliyor. “Nankörlük etmeyin, işte bayram ilan ettik ya!” dercesine.
Bu ülkenin, kimsenin babasının çiftliği olmadığını göstermek için, tarikatçı ya da laik patronların finans oyunlarıyla içine sürüklendiğimiz kapitalizmin krizinden canı yanan herkesin, “Yeter Artık!” haykırışıyla Taksim’e çıkması gerekiyor…
AKP iktidarının otokratik uygulamaları, keyfî polis baskınları, gözaltılar, sokaklarda polis kurşununa kurban gitmek, taş atan bebelere 10-15 yıl cezalar kesilmesi, tacizcilerin kayırılması, yolsuzluklar, Cumhurbaşkanının, Başbakanın, bakanların 15-16 yaşında başımıza “iş adamı” kesiliveren oğulları, seçim rüşvetleri, yerel seçimlerin akabinde DTP üzerine düzenlenen rövanş operasyonu, cezaevlerindeki keyfî baskılar… kanına dokunan herkesin, avaz avaz Taksim’de olması gerek…
Bakın Türkan Saylan, “Sağlığım elverirse ben de Taksim’de olacağım, 1 Mayıs’ta” diyor.
Onu da bekliyoruz.
Çünkü herkes bilmeli ki, AKP iktidarını yerle bir edecek tek güç, işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesidir; Ergenekon filan değil…
SİBEL ÖZBUDUN
N O T L A R
[*] 19 Nisan 2009 tarihinde Ankara Başka Kültürevi’nde düzenlenen “1 Mayıs 2009 İçin” başlıklı toplantıda yapılan konuşma… Çoban Ateşi, Yıl:3, No:87, 23 Nisan 2009…
[1] Can Yücel.
[2] Ahmet Altan, “Yoksulluk ve Sol”, Taraf, 17 Nisan 2009.