14 Nisan 2009 Salı

Köy boşaltmalar kontrgerilla stratejisidir

İlgili Başlıklar
» Kuraklık köyleri boşaltıyor
Köylerin boşaltılması ya da daha bilimsel bir deyimle insanların yeniden iskanı, Cenevre Sözleşmesi’ne Eklenen 2. Protokol’un kabul edilmesiyle 1977’de yasaklanmasına karşın, Türkiye 1920’lerde başlayarak Kürtlerin zorla göç ettirilmesi politikalarını uyguladı. Türkiye’de özellikle 1984’den günümüze kadar Kürt sorunundan kaynaklı olarak da 3 bin Kürt köyü ve mezrasını zorla boşaltıldı ve yakıldı. 4 milyona yakın Kürt köylerinden sürgün edildi. Türkiye’nin yeniden iskan ve köy boşaltmalarıyla ilgili bilim insanları tarafından sağlıklı ve ciddi hiçbir bilimsel araştırma yapılmazken, Hollandalı akademisyen Josst Jongerden Türkiye’nin özellikle Kürt sorunun bağlı olarak, köyleri nasıl ve neden boşalttığını araştırdı ve bunları “Türkiye’de İskan Sorunu ve Kürtler” (The Settlement Issue In Tukrey and The Kurds) adıyla kitaplaştırdı. Özellikle yurdışında bilim insanlarının dikkatini çeken kitap, Utrecht Üniversitesi profesörlerinden Martin van Bruinessen’in önsözüyle Vate Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrilerek yayınlandı. Josst Jongerden ile “Türkiye’de İskan Sorunu ve Kürtler” adlı kitabı nedeniyle Kürt yerleşim yerlerinin boşaltılması arkasındaki gerçekleri konuştuk.

Kitabınızın adı “Türkiye’de İskan Sorunu ve Kürtler” öncelikle niçin böyle bir konuyu seçme gereği duydunuz?

Bu kitapla ilgili araştırma, 2002-2005 döneminde yürütülmüş olsa da geçmişi bundan birkaç yıl önceye dayanıyor. 1996 yazında Türkiye, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı’na (Habitat) ev sahipliği yapmıştı. İstanbul’da toplanan delegeler, herkes için uygun barınma olanakları sağlama yönündeki evrensel amaca nasıl ulaşılacağını, daha güvenli, daha sağlıklı, daha yaşanılabilir, uygun, sürdürülebilir ve verimli insan barınaklarının nasıl yapılabileceğini açıkladılar. Diğer katılımcı devletler gibi Türkiye de konferans için bir rapor hazırlamıştı. Ülke raporunda Türkiye, ülkenin güneydoğusundaki Kürdistan bölgesinde Türk ordusu tarafından kırsal alandaki nüfusun kitlesel tahliyesi ve barınaklarının tahrip edilmesi konusunu görmezden geldi. Bu sırada İstanbul’daydım ve alternatif forumun bazı oturumlarına katıldım. İki meslektaşımla beraber üç hafta süreyle Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki kırsal nüfusun yerinden edilmesi konusunda ortak bir çalışma için röportajlar yaptım. Röportajları, köyleri boşaltılmış ve tahrip edilmiş Kürtlerin İstanbul’da yaşadıkları yerlerde yapıyorduk. Açıkçası bir cehenneme gitmiş gibiydim. Dolayısıyla, sorunuza geri dönecek olursam, bu kitap, devletin köye dönüş programlarını ele almayı amaçlıyordu. Ancak bu programın insanların köylerine dönmelerini olanaklı kılmak yerine daha çok yeni bir iskan örgütlemeyle ilgili olduğunu gördüm. Kitapta 1920’ler ve 1930’lardaki yeni köylerden 1950’ler ve 1960’lardaki Köy Kent, Merkez Köy biçimindeki yoğun yerleşimler düşüncesine ve 1960’lar ve 1970’lerin Tarım Kent planlarına kadar uzanan tarihsel bir perspektifle bu durumu yerleşim yapısıyla ilintilendirdim. Böylece kitap, Türkiye’de İskan Sorunu ve Kürtler kitabı biçimine dönüştü.

Kitabınızda göçü tarif ederken kullanılan “yeniden iskan” kavramı kilit bir konumda. Nedir yeniden iskan?

Kitabın ulaştığı temel sonuçlardan birisi, Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki kırsal alandaki binlerce küçük kırsal yerleşimin boşaltılmasının dolaylı bir zarar verme, bir misilleme ya da deyim yerindeyse bir göç sorunu olmadığıdır. Bunu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) kontrgerilla stratejisinin bütünsel parçası olan bir yeniden iskan programı olarak adlandırdım. Kuşkusuz nüfusun yeniden iskanı, açıkça ilan edilmedi; çünkü bu uygulama Cenevre Sözleşmesi’ne Eklenen 2. Protokol’un kabul edilmesiyle 1977’de yasaklanmıştı. Ne var ki üst düzeydeki askeri personel, kırsal yerleşimlerden büyük ölçekli tahliyelerin yapılmasını ve nüfusun birkaç büyük yerleşimde yoğunlaştırılmasını açıkça ima etmişlerdi. TSK’den etkilenen yeniden iskanın çarpıcı bir özelliği, yeniden iskan planıyla ilgili herhangi bir politikanın bulunmamasıdır.

Yeniden iskanı, geçici barınakların inşası ve geçinme olanaklarının yeniden inşasını da içeren, belli bir zamanda, belli bir bölgede, tanımlanmış personelle yürütülen ve belli kaynakların ayrıldığı, ayrıntılı ve sistematik bir eylem planı olarak tasarlanmış bir olay olarak düşünmeye alışkınız. Ne var ki, yeniden iskan zorunlu olarak planlı olmak zorunda değil ve Türkiye’deki yeniden iskan da kesinlikle planlı değil. 1990’larda Türkiye’de yüzbinlerce Kürt, devlet tarafından köylerinden tahliye edildi. Bu, yalnızca boşaltmanın karşıtı olarak, Kürtlerin zorla kırsal alandan şehirlere yönlendirildiği kadarıyla, bir yeniden iskan anlamına geliyordu. Bu insanlar, dar anlamda yeniden bir yere yerleştirilmediler, örneğin yeniden bir evleri olmadı. Buna, koordineli ve düzenli bir yeniden iskan denilemez.

“Politik birliğin (devlet) sınırları ile kültürel birliğin (ulus) sınırlarının örtüştürülmesi” için yeniden iskan bir yöntem olarak kullanılıyor diyorsunuz. Bu yöntem neleri kapsıyor? Ne tür uygulamalar içeriyor?

Bu konuyu, doğrudan yeniden iskan veya 1990’lardaki ve sonrasındaki köye dönüş bağlamında değil, tarihsel perspektif içinde tartıştım. Kitapta 1953’te yeniden iskanın özsel mantığını ortaya seren Robert Koehl’e göndermede bulundum: Buna göre yeniden iskan, kontrol edilemediğine inanılan kişileri uzaklaştırarak ve onların yerine kontrol edilebilir bir nüfusu getirerek bir bölgede hakim duruma gelme girişimidir. Koehl, yeniden iskan uygulamalarının bir bölgeye egemen olma amacı taşıdığını öne sürüyor. Dolayısıyla yeniden iskanı, bir temizleme ve nüfusun değiştirilmesi aracı olarak değerlendiriyor. Yeniden iskan uygulamaları, imparatorlukların ulus devletlere dönüştükleri süreçte, bu devletlerin kendi uyruklarının karakterleriyle ilgilenmelerinin bir sonucuydu. 20. yüzyılın dönüm noktasında en önemli Avrupalı emperyal devletler olan Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorlukları, dağıldılar ve nüfusları milliyetçilik düşüncesine dayalı politikalarla biçimlenen yeni devletler ortaya çıktı. Milliyetçilik, politik birimlerin (devletlerin) sınırları ile kültürel birimlerin (ulusun) birbirlerine denk düşmelerini kabul eden ve devlet iktidarının bir ölçüde, söz konusu ulusu karakterize ettiğine inanılan özel kültürel kimlik idealine uygun kendi uyruklarına bağlı olduğunu bildiren politik bir kavramdır. Kitapta önceki 20 yıl içinde gelen Müslüman göçmenlerin yerleştirilmesi ve Kürtlerin yeniden iskanıyla ilgili olarak çıkartılan yasaların bir sentezi olan 1934 İskan Kanunu’na değindim. Bu Müslüman nüfus, Türklere dönüştürülecekti. Dolayısıyla, özet olarak yeniden iskan, nüfusların temizlenmesi ve asimilasyonu için bir araç olarak uygulanmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’de cumhuriyetin başlangıcından itibaren uygulamaya konulan bir yöntem yeniden iskan. Cumhuriyet niçin buna gerek duymuş?

Bir cümleyle şu söylenebilir: Bir ulus yaratmak için! Ancak başka şeyler de söylemeliyim. Türk milliyetçilerinin Anadolu’yu kendi anavatanları olarak benimsedikleri söylenebilir. Ancak onların Anadolu ve Mezopotamya ile (Kürdistan) ilişkisi pek tutkulu değil. Kitapta bir gazeteden ilginç bir gözlemi aktarayım: “Eskiden milletten söz ettiğimizde, Rumeli’deki Türk nüfusu anlardık. Milletin sınırları, olsa olsa Bursa ya da Eskişehir’e kadar uzanırdı. Anadolu (yani Küçük Asya), bize ‘bütünlük’ hissi vermezdi. Buradaki bölgesel ağızlar birbirinden o kadar farklıydı ki insanlar birbirlerini anlamakta zorlanırlardı. Trabzon, Konya ve Bitlis halkı, Selanik, Üsküp ve Manastır Türklerinin nüfuslarıyla aynı çağrışımı yapmazdı. Anadolu, yalnızca insanlar İstanbul’dan sürgün edilince ya da onbin kişi ölmeleri için Arnavutluk ya da Yemen’e gönderilecekleri zaman hatırlanırdı (...) Türkler için Anadolu, son anavatandır.” Ne var ki aynı zamanda bir başka yan daha var. 1934’ta Yakup Kadri’nin Yaban romanında ana tema olarak aldığı gibi Anadolu’daki halk kendisini Türk olarak nitelendirmezdi.

Cumhuriyet dönemi iskan uygulamaları deyince akla iskan kanunları geliyor. Özellikle 1934 yılında çıkarılan 2510 Sayılı Kanun. Bu kanunların amacı nedir? Ayrıca Kürt cephesinden bu yasaya yapılan eleştirileri “dar ve eksik” bulduğunuzu söylüyorsunuz. Neden?

1934 İskan Kanunu, esas olarak zorla ve kolektif yeniden iskan yoluyla Kürtlerin asimilasyonu amacıyla çıkartılan bir kanun olarak yorumlandı ve eleştirildi. Ne var ki yeniden iskan yoluyla Kürtlerin asimilasyonu önemli bir kaygı olmakla beraber, kanun, aynı ölçüde eski Osmanlı bölgelerinden göç eden Müslümanların yerleştirilmesi ve asimilasyonuyla da ilgileniyordu. Bu durum, önceki 20 yılda (1910-1920’li yıllarda) yerlerinden uzaklaştırılan Kürtlerin yanı sıra kaybedilen topraklardan gelen Müslüman göçmenlerin yerleşmelerini düzenlemek için kabul edilen yasaların ve kararnamelerin bir sentezi olarak derlenen İskan Kanunu’nun yapısından görülebilir. Dolayısıyla, 1934 İskan Kanunu, yalnızca başeğmeyen ve isyan eden Kürtleri hedeflemeyen, aynı zamanda eski Osmanlı topraklarından gelen Müslüman göçmenleri de hedefleyen bir yapıda ele alınıp bütün yönleriyle değerlendirilmelidir.

Türkiye’nin uyguladığı stratejinin Amerikalıları değil de, İngilizleri takip ederek Malezya örneğinden aldığını söylüyorsunuz? Malezya’da uygulanan İngiliz stratejisi neydi?

Genel olarak, kontrgerilla stratejisindeki tarihsel bir ayrıma, “aramak ve yok etmek” için süpürme ile “temizlemek ve elde tutmak” için nüfuz etme arasındaki ayrıma göndermede bulundum. Bu iki stratejinin kaynakları, Vietnam Savaşı sırasındaki Amerikalılar ve İngilizler arasındaki temel bir anlaşmazlığa kadar gidiyor. Vietnam’daki İngiliz misyonu, bir bölgeyi temizleyip elde tutacak düzenli güçlerle ilgili bir kontrgerilla planı geliştirdi. Oysa Amerikalılar, kendi birliklerine “aramak ve yok etmek” rolünü veren bir planı tercih ettiler -ne var ki büyük birliklerle düşmanı bulmanın zor olduğu çok geçmeden anlaşıldı.- TSK, “aramak ve yok etmek”ten “temizlemek ve elde tutmak”a geçince, “Amerikan” biçimi kontrgerilladan “İngiliz” biçimine geçmiş oldular.

Türkiye’de dağınık kırsal yerleşim yapısının her daim devlet tarafından sorun olarak algılandığını ifade ediyorsunuz. Devletin bunu sorun olarak algılayışının altındaki bakış açısı nedir?

Bir kaçkez, örneğin 1937’de Başbakan Şükrü Kaya ve 1962’de CHP’nin önde gelenlerinden, daha sonra Köyişleri ve Kooperatifler Bakanlığı da yapan Mustafa Ok tarafından, bütün mezraların ortadan kaldırılması ve köylerin sayısının azaltılması önerildi. Bu küçük kırsal yerleşimlerin “geleneksel” (Türk olmayan kimliklerin) kaleleri oldukları ve devletin kontrolü dışında oldukları düşünülüyordu. (Yalnızca Kürdistan bölgesinde değil, tüm Türkiye’de) bütün mezraların ve küçük köylerin ortadan kaldırılması ve nüfusun büyük yerleşimlerde yoğunlaştırılması birkaç kez ciddi olarak düşünüldü. Ancak bunun çok masraflı bir iş olduğu kanıtlandı.

Geri dönüş süreci nasıl işliyor veya işlemiyor? Yaşanan zorluklar ne?

Geri dönüşle ilgili resmi engeller çok sayıda belgeyle ortaya konmuş ve aralarında İnsan Haklarını İzleme Kurumu, Londra Merkezli Kürt İnsan Hakları Projesi, İHD, TİHV ve Mazlum-Der’in bulunduğu bazı uluslararası insan hakları kuruluşları tarafından oldukça ayrıntılı biçimde kanıtlanmış durumda. Geri dönüşle ilgili engeller; şeffaf politika ve destek eksikliği, yetkililerin izin vermeyi reddetmeleri, ordudan kaynaklanan engellemeler, köy korucularından gelen korkutma ve saldırı tehditleri ve döşenen mayınlardan kaynaklanan tehlikelerdir. Burada da güvenilir istatistikler elde edilemiyor. Raporlaştırılan köy çalışmaları ve kitabımdaki daha ileri tartışmalar, konuyla ilgili planların olmadığını, olanların da başarısız olduğunu gösteriyor. Ancak bazı engellemelere, zorluklara, karşılaşılan tehlikelere rağmen bazı insanlar kendiliklerinden geriye dönüş konusunda inisiyatif alıyorlar. Bu geriye dönüş, karşı-hareket olarak adlandırılabilecek bir biçimde gerçekleşiyor.

4 milyona yakın insan göç ettirildi


Yaptığınız araştırmalara dayanarak boşaltılan köyler ve göç eden insan sayısına dair bir rakam verebilir misiniz?

Kesin sayılar vermek çok zor. Boşaltmaların büyük ölçekte olduğunu biliyoruz. Ancak güvenilir istatistikler elimizde yok. Dolayısıyla ülkede yerinden edilen insan ve boşaltılan ve tahrip edilen köylerin sayısı, zorunlu olarak tahminidir. Resmi rakamlara göre 2001’de 55 bin 606 hane ya da 384 bin 792 kişi 1990’lı yıllar boyunca boşaltıldı. Bu insanlar, 833 köyden ve 2 bin 382 küçük kırsal yerleşimden boşaltıldı. Boşaltılan toplam yerleşim sayısı 3 bin 215. Bunlar Doğu ve Güneydoğu’daki on dört ilde (Adıyaman, Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Amed, Elazığ, Hakkari, Mardin, Muş, Siirt, Şırnak, Dersim ve Van) bulunuyordu. İçişleri Bakanlığı’nın resmi rakamlarına göre şubat 2006’da boşaltılan köy sayısı 945 ve mezra sayısı 2 bin 021 idi. Bu da toplamda 2 bin 967 yerleşim yapıyor. Beş yıl öncekinden 248 eksik bir rakam. Etkilenen yerleşimlerin sayısındaki gizemli azalmaya karşın nüfusla ilgili rakamlar artıyor: 2006 rakamları, boşaltmalardan etkilenen hane sayısını 58 bin 856 (42 bin 220 köy ve 16 bin 639 mezra), yerlerinden edilen insanların sayısını da 385 bin 335 (245 bin 605 köy ve 112 bin 730 mezradan) olarak veriyor. Nüfusu göç ettirilen ve tahrip edilen yerleşimlerin sayısı (aşağı yukarı 3 bin), gerçekte tartışmalı bir konu değil. Asıl tartışmalı olan, etkilenen insan sayısı. İnsan hakları örgütleri, yerinden etmelerin büyüklüğünü gizlemek için Türkiye’nin varolan sayıları kasıtlı olarak düşük sunduğunu öne sürüyorlar. Merkezi Londra’da olan Kürt İnsan Hakları Projesi, yerlerinden edilen insanların sayısını, üç, hatta dört milyon kadar yüksek bir rakam olarak tahmin ediyor. Başbakanlığa bağlı DPT ile işbirliği halinde araştırma yürüten Hacettepe Üniversitesi Nüfus Araştırma Enstitüsü, rakamları 950 bin ile 1 milyon 200 bin arasında veriyor. Kesin rakamı söylemek çok zor. Hem resmi hem de resmi olmayan rakamlar, yerlerinden edilen insanların yüzde 93’ünün köylerine geri dönmek istediğini ortaya koyuyor: Bu yüzde 400 bin insan ya da 4 milyon insanla ilgili olduğunda büyük bir fark yaratıyo