25 Nisan 2009 Cumartesi

SINIFI VE DİRENİŞİ ANLATMAK

İşçi edebiyatı, işçi yazarların ve sınıf duruşuna sahip işçi sınıfından yana olan yazarların ürettiği eserler olarak tanımlanmaktadır. İşçi edebiyatının tarihini, işçi sınıfının doğuşu ile başlatmak gerekir. İşçi sınıfını doğuşu ise, sanayi devrimiyle başlamıştır. Avrupa’da kapitalizm, 18. yüzyılın sonunda İngiltere’de yaşanan sanayi devriminden, Fransa’da ise 1789 burjuva devriminden sonra doğmuştur. İşçi sınıfının doğuşu, kadın ve çocuk iş gücünün üretime sokulması, bu işçilerin çalışma ve yaşam koşulları Zola ve Dickens gibi yazarlar tarafından işlenmiştir. İşçi sınıfının doğuşu ile birlikte sınıf bilincine sahip olan yazar ve şairler bu sınıfın sesi, gözü ve kulağı olup, işçilerin mücadelelerini, yaşam koşullarını, bilinçlenmelerini, örgütlenmelerini anlatmıştır. Dünya edebiyatında kendine yer edinmiş olan bu yazarlar arasında az önce geçen isimlerin dışında Gorki, Steinbeck, Willi Bredel, Gladkov gibi adlar vardır.
‘Komünist Manifesto’nun (1848) edebi anlamda da işçi sınıfının çıkardığı ilk eser olduğu yadsınamaz:
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – komünizm hayaleti. [...] Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmez. Hedeflerine ancak şimdiye kadar ki tüm toplum düzeninin zorla yıkılması yoluyla ulaşabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir kömünist devrim karşısında titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
İşçi sınıfının kazanacağı bir dünya, sınıfsız, sömürüsüz, bir dünya demektir ve bu topluma gidecek yolun ancak zincirleri kırmaktan ve bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinden geçtiğini belirten bazı cümleler neredeyse bir özdeyiş haline gelmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’da ilk başta insani hedefler için mücadele veren işçi hareketleri ortaya çıkmıştır. Talepleri arasında ilk başta iş koşullarının düzeltilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması ve ücretlerin arttırılması vardır. 1848’e gelene kadar Avrupa’nın birçok kentinde işçi ayaklanmaları gerçekleşmiştir. Nihayet 1871’de Paris Komünü ayaklanmasıyla dünyada ilk kez bir işçi sınıfı hükümetinin kurulması tarihe geçmiştir. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, işçiler dünyanın birçok ülkesinde hem sendikal hem de siyasal örgütlenmelerini geliştirmiştir. 1905’te Rusya’daki ayaklanmayı kendisi de bir işçi olan Gorki, ‘Ana’ romanında ele almıştır.
Sınıf savaşlarının canlandığı dönemlerde yazar ve şairler genelde hep ezilen sınıfın yanında olup bu süreci eserlerinde yansıtmıştırlar. 1960-1980 dönemi arasında işçiler kendi örgütlenmeleriyle beraber kendi aydınlarını da yetiştirmiştir. İşçi sınıfının gücüne inanç en başta Nâzım Hikmet, Enver Gökçe, Arif Damar, Hasan Hüseyin gibi şairler, Orhan Kemal, Bekir Yıldız, Erol Toy, Mehmet Başaran, Nejat Elibol, Hasan Kıyafet gibi yazarlar tarafından dile getirilmiştir. Türk edebiyatının Gorki’si olarak da adlandırılan ve Adana’da pamuk fabrikalarında işçilik, dokumacılık ve sekreterlik yapmış olan Orhan Kemal’in ‘Cemile’ (1952) romanı Türk edebiyatına ilk defa bir işçi kadını sokmakla kalmaz, Türk edebiyatında Cemile işçilerin yaşamlarını anlatan ilk eser olarak da tanımlanır. (Svetlana Uturgauri, ‘Türk Edebiyatı Üzerine’, Cem Yay. 1989, s. 81)
Avrupa’da 19. yüzyılda başlayan işçi edebiyatı Türkiye’de sanayileşmenin geç başlaması ve burjuva demokrasinin olmayışı nedeniyle ancak 1938-1940 yıllarında başlayabilmiştir. Fakat işçi sınıfının yanında yer alan yazarlar sayıca az da olsa –örneğin, Suat Derviş ve Sabahattin Ali– olmuştur.
İlk işçi öykücüsü Ahmet Naim Çıladır (d. İstanbul 1902, ö. Zonguldak 1967), öncelikle öykülerinde Zonguldak kömür havzası işçilerinin hayatlarını anlatmıştır. Reşat Enis (1909-1984), 1960’ları, işçi sendikalaşmalarını, grevleri, işçi-sendika ilişkisini anlattığı, sendika ağalarını ve sarı sendikaları eleştirdiği ‘Sarı İt’ (1968) romanıyla tanınır. Reşat Enis ayrıca ilk romanları arasında yer alan ‘Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’ (1937) adlı eserinde işçilerin yaşamlarını, patronla ilişkilerini, kadın işçinin çifte sömürüye maruz kalışını, Zonguldak maden işçilerini anlattığı romanıyla da bilinir. Nâzım Hikmet, bu romanı “Türk edebiyatının temel taşı”, Suat Derviş ise “Türk dilinde yazılmış olan romanların en güzellerinden biri” olarak nitelemiştir.
Ancak sanat ve edebiyat daima burjuvazinin/egemen sınıfın tekelinde olduğu için bu araçları ele geçirmek hiç de kolay olmamıştır. Çünkü, yazarlık uğraşısı emek isteyen, en aşta da zaman ve fedakârlık gerektiren bir uğraştır. İşçilerin ise çalışma ve hayat koşulları nedeniyle bu koşulu yerine getirebilmeleri çok daha zordur. Ancak, her şeyden önemlisi ve altını çizmemiz gereken nokta, işçi mücadelesinin olmadığı yerde, edebiyatı da gelişememiştir. İşçi edebiyatının gelişkinliği kuşkusuz işçi sınıfının gelişkinliği ve hareketliliği ile yakından ilişkilidir. Batı Avrupa ülkelerinde işçiler 20. yüzyılın başında kendi kütüphanelerini, eğitim ve edebiyatçılar derneklerini kurarken Türkiye’de bu ancak 1960’larda yaşanmıştır. Daha sonra ise on sene aralıklarla gerçekleşen darbelerle önü kesilip engellenmiştir.
Son olarak, Edebiyatçılar Derneği ve Genel-İş’in, işçi edebiyatını ve işçileri anlatan yazını teşvik edip desteklemek üzere 2003’ten beri yaptığı ‘Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması’ bu gelişimin ve geleneğin bir devamı olarak görülüp işçi edebiyatının geleceği konusunda bir umut vaat eder.
Mediha Göbenli
Birgün