Sebahat
Tuncel, aktif olarak politikaya 1998-1999 HADEP (Halkın Demokrasi
Partisi) döneminde katıldı. Daha çok kadın çalışmalarında
yer almayı tercih etti. Yine aynı dönem Esenler HADEP ilçe
başkanlığına seçildi. HADEP kapatılınca, DEHAP (Demokratik
Halk Partisi) İstanbul İl Başkanlığı Kadın Komisyonu’nda
çalışmaya başladı. 5 Kasım 2006’da İstanbul Bağcılar’da
gözaltına alındı. Yargılandığı dava kapsamında tutuklu
bulunduğu Gebze M Tipi Kapalı Cezaevi’nden 24 Temmuz 2007’de
tahliye edildi. 2011 yılında, 24’üncü dönem milletvekili genel
seçiminde İstanbul 1. Bölge’den bağımsız milletvekili adayı
olarak seçildi.
Avukatı
Ramazan Demir’in aktardığına göre Tuncel, DTK (Demokratik
Toplum Kongresi) bünyesinde yürüttüğü yasal faaliyetler,
demokratik basın açıklamaları, Newroz, 8 Mart benzeri eylem ve
etkinliklere katılmak, parti yönetici ve çalışanları ile
partinin iş ve eylemleri için yaptığı telefon görüşmeleri
gibi gerekçelerle tutuklandı. Tuncel 6 Kasım 2016’dan beri
cezaevinde.
Avukat
İlknur Alcan ve Gülhan Kaya’nın yardımlarıyla Tuncel’e
soruları gönderdiğim mektupta “Nasılsınız?” demek tuhaf
kaçacağı için “İyi olduğunuzu düşünüyorum” demiş ve
eklemiştim “İşin aslı bunu birine söylemek de ona verdiğin
yük. İyi olmak zorundaymışsınız gibi size biçilen bir rol
var.”
Sebahat
Tuncel’in sorularımıza cezaevinden gönderdiği cevaplar şöyle:
Nasıl
hissediyorsunuz kendinizi? Buralar yani memleket içeriden nasıl
gözüküyor?
Zor
bir süreçten geçiyoruz. Böyle dönemlerde “iyi olmak” çok
daha önemli. Hani yazmışsınız ya “iyi olmak zorundaymışsınız
gibi” diye… Bu bir zorunluluktan ziyade, bir sorumluluk.
Demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürütenlerin geleceğe dair
iddiası her zaman güçlü, moralli, coşkulu ve dolayısıyla her
yönüyle iyiyi kuşanmak olmalı.
İçeriden
dışarıdaki görüşmeleri takip etmeye, anlamaya, anlamlandırmaya
çalışıyoruz. Bir yılı aşkındır zindandayız. Buradan bakınca
dışarının, içeriden farklı olmadığını düşünüyorum.
Dışarısı büyük bir hapishaneye dönüştürülmüş durumda.
Biz ise bu zorba dönemin daha yoğunlaştırılmış halini
yaşıyoruz. Demokrasi ve özgürlüklerin alanı daraldıkça
şiddetin, baskının, antidemokratik uygulamaların alanı
genişliyor. Bizler yıllarca 12 Eylül faşist darbesine ve onun
anayasasına, yasasına karşı mücadele ederken şu an mevcut
yasanın dahi uygulanmadığını görüyoruz.
Kürt
düşmanı politikalar, Türkiye’nin Ortadoğu’dan tecrit
olmasına sebep oldu. Türkiye’yi sonu belirsiz bir kriz ve kaos
sürecine sürükledi. Türkiye, OHAL ile yönetilen, parlamentonun
askıya alındığı, basın emekçilerinin, demokratik siyaset
temsilcilerinin, toplumsal muhalefetin, akademisyenlerin
hapsedildiği, her türlü baskı aracıyla sindirilmeye çalışıldığı,
ekonomik kriz derinleştikçe yaşam standartlarının düştüğü
bir ülkeye dönüştü. Bilim insanları, akademisyenler Türkiye’yi
terk etmeye başladı. Tek tip elbise önce Türkiye halklarına
giydirildi. Ancak bunun böyle gitmeyeceği artık çok daha net
görülüyor. Biz içeriden bakınca işte bunları görüyoruz.
“SELAHATTİN
BAŞKAN ÇITAYI YÜKSELTTİ”
Kendinizle
ilgili ne değişti içeride? Nasıl vakit geçiriyorsunuz? Neler
yapıyorsunuz, neler okuyorsunuz?
Cezaevinde
düşünmek, yoğunlaşmak için zaman çok oluyor. Dışarıdayken
okumaya çok zaman bulamıyordum. Bu süreci okuyarak, tartışarak,
gelişmelere dair öngörülerde bulunarak geçiriyoruz. Daha çok
kadın araştırmaları üzerine kitaplar okuyorum. Bana yazan birçok
arkadaş “kitap yazmıyor musun?” diye soruyor. Tabii Selahattin
Başkan (Demirtaş) çıtayı yükseltti. Ben değil ama Gülten
Başkan’nın (Kışanak) bir hazırlığı var. Ben okuyucu
sıralarında yerimi aldım. “Herkes kitap yazarsa olmaz, bu
kitapları okuyana da ihtiyaç var” diyorum.
Cezaevlerinin
belli bir rutini var. Burada da, dışarıdaki gibi zaman yetmiyor.
Akşam olduğunda “yapacağım işler vardı” diyorum. Aysel
(Tuğluk) ve Figen Başkan’la (Yüksekdağ) aynı odada kalıyorum.
Okumalarımızı yapıyoruz, yazıyoruz. (yazma dediysem, mektup,
mesaj) Günlük işlerimizi yapıyoruz ve günlük yürüyüşümüzü.
Gazeteleri okuyoruz. Geri kalan zamanda ise herkes bireysel
çalışmalarına dönüyor.
İnsan
burada şöyle durup geçmişin muhasebesini yapıyor. Yaptıklarım,
yapamadıklarım, eksik kaldıklarım, yanlış yaptıklarım diye.
Bu süreç insanın kendisini güçlendirmesi, zayıflıklarını
gidermesi açısından önemli. Bu fırsatı ben de bugüne kadar
böyle değerlendirdim. Ancak mevcut görevim DBP (Demokratik
Bölgeler Partisi) Eş Genel Başkanlığı nedeniyle
sorumluluklarımı yerine getirememenin üzüntüsünü yaşıyorum.
Kadınlara, halklara karşı sorumluluğumuz var. Cezaevinde olmak
ister istemez pratik hayattan koparıyor.
“MEKANIN
ÖNEMİ YOK MÜCADELE HER YERDEDİR”
İçeride
koşullarınız nasıl
İçeride
her şey sınırlı, gökyüzünü bile sınırlı görüyorsun. Her
yer beton ve demir. Sürekli üzerine kapanan kapılar, seni izleyen
kameralar, bu yetmezmiş gibi bir de koğuşta her çıkış, girişte
keyfi aramalar. Cezaevlerinde giderek artan hak ihlalleri yaşanıyor.
Özellikle yeni açılan cezaevlerinde. Elazığ’da, Tarsus’ta,
kadınlara yönelik sistematik işkence politikalarının
uygulandığını duyuyoruz.
Yine
son dönemlerde yoğun sürgünler oluyor, bu sürgünler sırasında
tutuklu ve hükümlülere çıplak arama dayatılıyor. Dışarıda
süreç sertleştikçe yakıcılığı içeride hissediliyor. Yeni
cezaevleri açılacağı müjdesini veren Adalet Bakanlığı,
cezaevlerindeki hak ihlalleri, işkence uygulamaları konusunda
hiçbir açıklama yapmıyor. Tüm bu sıkıntılara rağmen
içerideki siyasi tutsaklar, burada da hayatı örgütlemeye,
demokrasi ve özgürlük mücadelesine katkı sunmaya çalışıyor.
Bizler için mekanın önemi yok, mücadele her yerdedir.
“ASIL
KÖTÜ OLAN İÇERİYE YANSIYAN UMUTSUZLUK”
Dışarıdakilere
bilhassa iletmek isteğiniz bir şey var mı?
Cezaevinde
olunca okumaya, yoğunlaşmaya daha çok zaman buluyor insan. Hannah
Arendt ve Fatmagül Berktay’ın kitaplarında okuduğum şeyleri
deneyimliyorum. Tarihte, insanın yaşamın dışına çıkarıldığı
ve tüm muhalifler için özel bir hukuk oluşturulduğu günümüz
Türkiye’sine benzer örnekler var. Tüm bu örneklerin ortak
noktası toplumsal muhalefetin bastırılması, düşünce, ifade
özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ortadan kaldırılması.
Tekçi, merkeziyetçi ve faşizan yönetimler birbirinin aynısı. Bu
deneyimlerin en önemli sonucu ise sürdürülebilir olmamaları.
Tekçi,
milliyetçi, cinsiyetçi, dinci ve militarist yöntemler toplum
karşıtıdır. İnsanın doğasına aykırıdır. Baskı ve
zorbalıkla bir noktaya kadar yürüyebilirsin. En nihayetinde bu
düzene dur diyenler, buna karşı direnenler ortaya çıkacaktır.
Aslında Türkiye’de bu düzene yakın zamanda itiraz oldu.
Referandum sonuçları bunu bize gösteriyor. Asıl sorun bu itirazın
örgütlü bir güce, öncü bir yapıya dönüşmemesi. Bugün
bizlerin önünde duran en temel sorumluluk halklara, kadınlara,
inanç gruplarına güçlü bir alternatif sunarak siyasi öncülük
rolünü oynamamızdır.
İçeriden,
dışarısı nasıl gözüküyor sorunuza ek olarak, bir şey daha
yansıyor bize. Umutsuzluk ki asıl kötü olan bu. En zor koşullarda
dahi umudu diri tutmak önemli. Tek sorun gücümüzü birleştirmek,
örgütlü bir gücü açığa çıkarmak. Bu konuda HDK/ HDP’ye
çok büyük sorumluluk düşüyor. Yeni yaşam çağrısına 7
Haziran’da çok büyük bir destek verildi ve bu destek halen
sürüyor. Bizlerin yapması gereken doğru yöntemleri bularak umudu
büyütmek, yeni yaşamı inşa edecek dinamikleri yan yana getirmek,
alternatif bir siyasete öncülük etmek..
Filiz
Gazi
DUVAR