17 Mart 2009 Salı

16 MART KATLİAMI VE GERÇEKLER

Deliller ve tanıkların ifadelerine rağmen 1995’te tekrar açılan dava zamanaşımına uğratıldı. 16 Mart davasınını önceki kararında ise herkes ‘delil yetersizliğinden’ beraat etmişti.
Hatice Özen, Ahmet Turan Ören, Cemil Sönmez, Murat Kurt, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl, Baki Ekiz’in yaşamını yitirdiği, bu katliamın yaşandığı 16 Mart 1978 Perşembe sabahını, Hukuk fakültesi öğrencisi olan Sevin Kanatger anlatıyor: “Sabah okula girerken Mehmet Gül’e rastladık, heykelin önünde uzun namlulu bir silahı dayayıp ‘İtler biriniz kafanızı kaldırırsanız sizi vuracağım’ diye tehdit etti.”
Hukuk fakültesi öğrencisi Kamil Tekin Sürek ise, bir gün önce ön kapıdan yapılan çıkışta ülkücülerin taşlarla saldırdığını belirtiyor.
POLİS YÖNLENDİRDİ
Kanatger, saldırı öncesini şöyle anlatıyor: “Son ders Server Tanili’nin dersiydi, kavga çıktı. Biz sınıftan grup halinde çıkarken bir faşist ‘Polise silah sıkanın kanını akıtacağız’ dedi. Okul bahçesinde toplandık, daima ön kapıdan çıkmak isterdik çünkü bu bir güç gösterisiydi. Ön kapıdan çıkacağız diye direnirdik, o gün Süleymaniye’den çıkmak için direndik ama bu sefer polis zorla bizi ön kapıdan çıkardı. Hatta o gün saldırıda ölen Hamit arkadaşımızı polis yumruklayarak üzerimize attı.”
Sürek ise, katliam öncesindeki dakikaları ve herhangi bir saldırıya karşı yapılan hazırlıkları şöyle anlatıyor: “İkili öğretim vardı. Sabahçıydık 12.00’de çıkıyorduk. Toplandık heykelin önünde. Yine saldırı olabileceği ihtimaline karşı en öne iri yarılar, kavga dövüş yapabilecek arkadaşlar geçsin dedik. Kapıya kadar geldik, kapıya yaklaştığımızda faşistler toplanmıştı. Slogan sesleri geliyordu, Mehmet Gül’ün sesi geliyordu, çok gür bir sesi vardı.”
POLİSLER EŞLİK ETMEDİ
Her gün yapılan toplu çıkışta öğrencilere polis kordonu eşlik ediyor, Süleymaniye’ye kadar herhangi bir saldırı ihtimali karşısında öğrencilerin ‘güvenliğini’ sağlıyordu. Ancak polisler o gün öğrencilere eşlik etmedi. O gün geride kalan Kanatger, “Polislerin de hepsi arkada kalmıştı, her gün eşlik ederlerdi ama o gün etmediler” diyerek olağan dışı duruma işaret ediyor.
Ana kapıdan çıkınca, Merkez Kampüs’ün sağında bulunan Eczacılık Fakültesi’ne doğru gidildi. Bir arkadaşıyla kol kola kitlenin en önlerinde yürüyen Sürek ve daha birçok öğrenci, arkadan gelen ‘bomba’ sesini duyunca o yöne doğru koşmak istedi. Sürek, “Ama bomba o anda patladı ve patlamanın gücü bizi yere fırlattı. Arkada kapkara bir duman vardı. O tarafa yönelmek isterken bu sefer makineli tüfek sesleri başladı. Süleymaniye’ye doğru koşmaya başladık” diye anlatıyor patlama anını. Kanatger ise, “Bir anda ‘bomba’ denildi ve bizi yere yatırdılar. Uzun süre bizi yerden kaldırmadılar, polis başımıza dikildi. Kalktığımızda et parçaları, kanlar gördük ve o zaman işin ciddiyetini anladık” diyor.
DARBEYE ZEMİN
Katliamın ardından gençler Beyazıt’a geldi ve üniversite işgal edildi. Kanatger, mücadelesinde kendisini her zaman destekleyen babasının okula geldiğini belirterek “Babam okula geldi, ‘burada ne işiniz var, arkadaşlarınız öldü Beyazıt’ta olmanız lazım’ diye tepki gösterdi. Çok büyük bir cenaze düzenledik. Sadece siyasiler değil, bizi tüm sevenler geldi” diye konuştu. İstanbul’da yapılan en kalabalık cenaze töreninde, 6 tabut Sirkeci iskelesinde feribota teslim edildi.
“O sıralarda 12 Eylül’ün hazırlığı yapılıyormuş, bunu sonradan öğrendik” diyen Sürek, darbe için kaos ortamı yaratmak için, kontrgerilla ve yönlendirdikleri ülkücü gençler aracılığıyla eylemler yapıldığını belirtti. 1977 1 Mayısı ve 16 Mart katliamının, kontrgerillanın en önemli eylemlerinden olduğunu dile getiren Sürek, “Kendi kendime ‘Bundan sonra sen bedava yaşıyorsun. Bundan sonraki hayatın bedava yaşanan bir hayat’ dedim. Orada olanlar daha çok mücadeleye sarıldılar, bu faşist saldırıların sona erdirilmesi için” diye konuştu.
NİŞANINA GİDİYORDU
Katliamın ardından korkmadan, aynı şekilde ve daha da çoğalarak geldiklerini söyleyen Kanatger, kendileriyle yalnızca gönül bağı olan öğrencilerin de okulun açıldığı gün toplandığını belirtiyor. Kanatger sözlerini şöyle sürdürüyor: “İşin ciddiyetini şu an daha iyi anlıyoruz. Biz 50’leri geçtik, onları ise 18-19 yaşında kaybettik. Yaşlandıkça aile bağlarımız gelişti. Ve kaybettiğimiz arkadaşlarımızın ailelerinin yaşadığı acıyı anladık. Hatice’yi anlatıyordu bir arkadaşı, o hafta sonu Hatice nişanlanmaya gidiyormuş. Cuma günü gidecekmiş. 2 gün önce de giderdi şimdiki nesil olsaydı veya daha farklı düşünüyor olsaydı, ama gitmedi.” (BİTTİ)
________________________________________
SKANDAL YARGILAMA

Katliamın yargılaması İstanbul 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, Selimiye Kışlası’nda başladı. Ülkü Ocakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, Yöneticisi Mehmet Gül, Üye Sıddık Polat, Ahmet Hamdi Paksoy, MHP Gençlik Kolları Üyesi Kazım Ayaydın, “katliamı planlamak ve uygulamak” suçundan yargılandı. Katledilen 7 canın bedeli, yalnızca bir ülkücüye kesilen 11 yıllık faturaydı. 11 yıl hapis cezasına çarptırılan Sıddık Polat’ın cezası, 1982’de Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Diğerleri için ise “delil yetersizliği”nden beraat kararı verildi. 16 Mart’tan Metin Göktepe cinayetine, Hrant Dink suikastına kadarki dönemde sürekli adı anılan Reşat Altay’ın da aralarında bulunduğu polis şefleri ‘görevi ihmal’den yargılandı, ancak yargılama boyunca hiçbiri koltuğundan kalkmadı.
İTİRAFLARLA YENİDEN BAŞLADI
Katliama ilişkin ailesine bilgi veren Ülkücü Zülküf İsot, ‘susturuldu’. Ancak öldürülmeden önce İsot, ablası Remziye Aykol’a katliamdan bahsetmişti. 1992’de konuşan Aykol, katliamı yapanların kardeşiyle birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve Polis Mustafa Doğan, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu söyledi.
Bu itiraflardan sonra avukatların suç duyurusuyla 1995’te dava İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden açıldı. Doğan bulunamadı, hakkında yakalama emri bile çıkarılmadığı anlaşıldı. Bazı mahkemelerin istenen belgeleri eksik gönderdiği ortaya çıktı. Ülkücü Ali Yurtaslan ve Emekli Astsubay Oğuz Serçinlioğlu, Abdullah Çatlı tarafından getirilen TNT kalıplarını TSK’nın verdiğini itiraf ettiler.
TERÖR SUÇU
Mahkeme, MİT’ten istenen belgelerin bir türlü gönderilmemesi üzerine yayınladığı gerekçeli kararda “Yargılaması yapılan eylem bir terör suçudur. 7 kişi öldürülmüş, birçoğu da yaralanmıştır. Böyle bir davada sanığın bir avukat olarak ele geçirdiği belgeyi mahkemeye sunması gerçeğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktan ibarettir” dedi.
MİT’in mahkemeye müdahale etmesi üzerine avukatlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Dosya, Ergenekon davasının Silivri Cezaevi’nde görülmeye başlandığı 20 Ekim 2008’de, İstanbul Adliyesi’nde ‘zamanaşımı’ ile sonuçlandı. Dosya Yargıtay’a gönderildi.
Sıkıyönetim mahkemesinde başlayan yargılamayı, Kanatger şöyle anlatıyor: “Selimiye Kışlası’na girerken bize çok zorluk çıkardılar, müdahil olduğumuzu, ifade vereceğimizi söyledik. Sadece tanık olarak çağrılanların ifadesi alındı, bizim ifademiz alınmadı. Mehmet Gül sanık olarak yargılanıyordu, fakat sanık değil baş mağdurmuş gibi çok güzel ağırlandı. Mahkemenin de ona karşı tavrı, soruları çok kibardı. Fakat bize sordukları soru ise, ‘neden grupla çıkmıyordunuz, niye tek tek çıkmadınız’ şeklindeydi.”
________________________________________
ERGENEKON-16 MART İLİŞKİSİ

Davanın müdahil avukatlarından olan Sürek, süreci “Planlı bir kontrgerilla eylemiydi. Temyiz ederken bunun Ergenekon’la irtibatlı olduğunu, bir kontrgerilla eylemi olduğunu, hem dosyadaki delillerden, hem de itiraflardan anlattık” diye özetledi. Sürek, müdahillere “MİT çalışmalarını açığa çıkarmaya çalışmak” suçundan dava açıldığını belirtti.
Katliamda adı geçen isimlerle ilgili yazışmalara değinen Sürek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çeviker’le ilgili Genelkurmay’a sorulan sorulara cevap verenlerden biri Fikri Karadağ’dı, şimdi Ergenekon sanığı. Bir diğeri de oğlu Behiç Gürcihan Ergenekon davasında yargılanan General Ali İhsan Gürcihan’dı. Mahkemenin ya da müdahil avukatların sorularına yanıt veren muhataplar, Ergenekon davasında ortaya çıktılar. Gerçekten adil demokratik bir yargılama yapılsaydı belki Ergenekon olayı, 16 Mart davasında ortaya çıkabilirdi.”