28 Mart 2009 Cumartesi

BUGÜN 27 MART 2009, DÜNYA TİYATRO GÜNÜ!

“A formula must be as simple
as possible, but not simpler.”[1]

Ataol Behramoğlu’nun, ‘Şiir’indeki dizelerle “Esirgeyen, bağışlayan aşk adına/ Esirgemeyen, bağışlamayan ölüme karşı”, bugün 27 Mart 2009, Dünya Tiyatro Günü.
Haydi perdelerimizi bugün, sürdürülemez kapitalizmin kriziyle debelenen dünya ve Türkiye’de, “aşk” adına, “ölüme karşı” açın… Sahnelerimizi sokaklara taşıyın veya sokakları sahnelerimize…
Alâmetler belirmişken şimdi bunun tam zamanıdır; hayır, artık daha fazla geç kalamayız.
Çünkü tiyatro sadece tiyatro değildir ve olamaz da.
Eğer tiyatro, tiyatroluğuna ihanet etmeyecekse; sahnelerimizi sokaklara, sokakları sahnelerimize taşımanın tam zamanıdır…
Buna zorunluyuz…
* * *
Tekrarlayarak ilerleyelim: Toplum belleğini, tiyatro aracılığıyla kazanır.
Tiyatroyu yaşanır kılan doğrudan yaşanmakta olan gerçeklikle ilintisidir ki, bu da tiyatronun direnişe dönüşmesini sağlar.
İnsani bir özgürleşme alanı olarak tiyatro, özgür eylemin önünü açan “mucizevi” bir güçtür.
* * *
Tiyatronun çabası dünyayı daha yaşanabilir kılmaktır.
Tiyatronun tiyatro olmaktan dolayı yüklendiği sorumlulukları vardır; bunlardan vazgeçmek onu kendisi olmaktan çıkarır.
Tiyatronun sorumluluklarından birisi, baskı ve sömürünün yabancılaştırdığı insanı arayıp, bulmaktır.
* * *
Bilinsin ve asla unutulmasın: Hayal gücünü yitirmiş, bunalan/ bunaltan bir “tiyatro”, tiyatro olarak anılmayı hak edemez. Tiyatro sanatı, yaratıcı/ başkaldıran insan(lık)dan, ezilenlerden beslenir, beslenmek zorundadır…
Bunun için tiyatro ezilenlerin yaratıcı-yıkıcılığının sahnesi olmalıdır.
Çünkü tiyatro, sürdürülemez kapitalizmin geleceksizleştiriciliği karşısında, ümitsizliğin reddidir.
Çünkü tiyatro için oyun daima yeniden başlar; kapatılan perdeler her daim açılır…
Bunun içindir ki Augusto Boal, “Farkında olunmasa da insan ilişkileri teatral bir yapı izler” der ve ekler: “Bizi var eden tiyatrodur.”
Evet, evet ezilenlerin tiyatrosu insani özgürlük yoludur, kürsüsüdür…
Tam da bunun için tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, ezilenlerden yana yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Yani ezilenlerin tiyatrosu çağının büyük olaylarına tanıklık etmek zorundadır!
Dedik ya Tiyatro “Anne Bak Kral Çıplak” diye haykırabilen çocuksu naiflikle, “insan’ı bulmaya yönelik bir macera”dır; veya böyle tanımlanabilir.
Yoksa… Yoksa tiyatro “olmaz”, “olamaz”…
* * *
Düşünür-eleştirmen Bernard-Henri Lévy’nin deyişiyle, “Tiyatrosuz modern toplum yok ve olamaz”ken; sürdürülemez kapitalizmin kriziyle sarsılıp, savrulan dünyanın gidişatı, tiyatroda yeniden ve esaslı olarak ezilenlerden yana duran bir politikaya, politik konulara dönüşü gerektiriyor; tiyatrocuları buna zorluyordu.
“Neden?” sorusunu, Wassily Kandinsky şöyle yanıtlar:
“İzleyiciler, kendilerinden daha yüksek ideallere sahip olup, hayatına dair şeyleri yansıtmayan amaçsız bir sanat üreten sanatçıdan uzaklaşır.
Sanatçının yansıttığı şeyi hissetme, izleyicinin, sanatçının bakış açısından eğitimidir. Sanat yalnızca zaten açıkça hissedilmiş olan sanatsal bir duygu yaratabilir…”
* * *
O hâlde kriz koşullarında öne çıka(rıla)n gerçeğe aldanmayan, onun arkasına bakan, bakması -mutlaka- gereken tiyatro; bizlere, kriz günlerinde sihirli reçeteler öneremez belki.
Ama yeni dünyayı, hayallerini, ütopyalarını hatırlatabilir; herkese, hepimize…
Yani dünyayı, toplumu ve insanı farklı bir açıdan göstererek; kapitalizmin insan(lık)a “olağan” diye sunduğu, oyunu bozabilir, bozmalıdır da…
Kriz günlerinde tiyatro, bunun için vardır; “piyasayı” reddederek var olmalıdır…
* * *
“Piyasa”, “olağan” denilen düzen(sizlik), vd’leri… Tiyatro bunlarla barışamaz; tiyatro için parayla sanat “yapmak”, “satmak” mümkün değildir.
Tiyatro anlamak ve anlatmak içindir; nefes almak, direnmek, haykırmak içindir…
Olması gereken tiyatronun ödemesi olmaz. Çünkü Babür Pınar’ın ifadesiyle, “Sanat yaratıcılığı metalaştığı ölçüde sıradanlaşır.”
Tiyatro hep, insan(lık)tan yana muhalefet eder; itirazın, “Hayır”ın, eleştirinin önünü açar…
* * *
“Neden” mi?
Antik Yunan Tiyatrosu’ndan bugüne, insan aramanın etkin yollarından birisidir tiyatro da ondan…
Bu bağlamda tiyatronun, piyasa tarafından popüler kültüre endekslendiği açmaza teslim olmamalı, onu aşmalıyız…
Postmodern kırılmalar, postmodernin sonunu getirmişken; bir kez daha insan(lık)dan yana olan, duran sanatın/ sanatçının gücünü anımsamalıyız.
“İzm” olarak post-modernizm, kapitalizme ait bir ideoloji; hem tüketim toplumu modelinden beslenen, hem de onu besleyen bir ideoloji; yani kentli yığınlara gösterilen bir oyun bahçesi olarak, “No problem” ve “Lay lay lom”dur!
Ezilenlerin tiyatrosu bu zırvalarla daha fazla uğraşamaz, uğraşmamalıdır da.
Ve nihayet tiyatro yeniden insan(lık)dan yana olan yıkıcı-yaratıcılıkla buluşabilir, buluşmalıdır da.
* * *
Bu uğurda “perdeciler”den yadigâr ısrarla sahneleri sokaklarda kurarken, insan(lık) var olduğu sürece tiyatronun ölmeyeceği inancı/bilinciyle, ezilenlerin tiyatrosunu yapmalıyız…
Tiyatronun insan(lık)a çağrı olduğunu unutmadan; iktidarın bu alanı temellük girişimlerine, tiyatro sahnesinin karartılmasına karşı çıkmalı; insan(lık)dan yana muhalif tiyatrolarla çoğalmalı, muhalif tiyatroları çoğaltmalıyız…
* * *
Çoğalırken geçmişi geleceğe bağlayıp; yılların üstümüzde biriktirdiği sahne tozunu, rengi solan eski fotoğraflardan geriye kalanları unutmayıp/ unutturmamalıyız…
Meyerhold’un tiyatro arayışlarının kökenlere yönelmesi konusunda söylediği çok güzel bir sözü vardır: “Tiyatroda gelenekler devrimcidir” der.
Durmadan bu sözü terennüm ederken; “Perdeci”den yadigâr kalan(lar)ı, geleceğe bağlamalıyız: Örneğin Şehr-i İstanbul’u ve Gedikpaşa Tiyatrosu’nu… Güllü Agop’un “Osmanlı Tiyatrosu”nu… Ermeni sanatçıların katkısını… Melodram ustası Mardiros Minakyan’ı… Ahmed Vefik Paşa’nın Molière uyarlamalarına ağırlık veren Tomas Fasulyeciyan’ı… Batı tiyatrosuyla geleneksel tiyatroyu birleştiren tüluatı… 1875’lerdeki ustalarından Kavuklu Hamdi’yi… Muhsin Ertuğrul’u ve ötekilerini…
* * *
Hayır hiç birini unutup/ unutturmayacağız…
Tiyatronun “işini” piyasa cambazlarının bitirmesine göz yummayacağız!
Çünkü tiyatronun, insan(lık)ın toplumsallaşmasında, dünyayı değiştirmesinde, asla başka bir şey tarafından doldurulamayacak başat bir yeri var…
* * *
2009’un Dünya Tiyatro Günü’ndeki “Çağrı”mız, bir “dilek ve temenniler” bildirgesi olmaktan ötede bir tavır deklarasyonudur…
İşte burada çağrılar anımsanmalıdır: Tıpkı 1967 yılı Bildirisi’nde, Bertolt Brecht’in eşi ve Berliner Ensemble’ın ünlü oyuncusu Helena Weigel’in, “Tiyatro ve tiyatroya yakın sanatların, insan topluluklarına karşı üstlerine aldıkları görev ve sorumluluklara yeterince önem vermediğini” vurgulayarak, “Bizler, tiyatro insanları, kendimize özgü araçlarla dünyamızı yaşanabilir bir duruma getirmeye çalışıyoruz. Tiyatro ile ilgilenmemizin anlamı, yine ve her zamankinden çok, insana barış dolu bir ‘bugün’ ile insanın insan için yardım, dayanışma kaynağı olacağı dostluk dolu bir gelecek hazırlamaktır,” diye eklemesi gibi.
Weigel’in “barış” özlemine, Miguel Angel Asturias imzasını taşıyan 1968 yılı Bildirisi’nde “Kardeşi kardeşe öldürten savaşlara, insanın yok edilmesine, ırk kırımına ve insanları ortadan kaldırmanın bir başka biçimi olan ekonomik tıkanıklığa karşı çıkma” çağrısı eklenir.
Peter Brook’un yazdığı 1969 yılı bildirisinde ise tiyatronun ilerici-devrimci niteliği vurgulanır.
Tiyatronun ilerici gücünün devlet gücüyle bastırılmaya kalkışılması Eugene Ionesco tarafından -1976 Bildirisi’nde de- eleştirilir: “Politikanın kuruntulu, temelsiz düşünceli kimseleri, tiyatroyu ellerine geçirmek ve onu kendi amaçları için araç gibi kullanmak istemişlerdir. (...) Toplumun yapma bir üstün kuruluşudur devlet. Toplum değildir.(...) Politika adamları tiyatro sanatının hizmetinde olmalıdırlar. Bütün çabaları, tiyatro sanatının özgür gelişmesini sağlamak olmalıdır.”
Nihayet Bertolt Brecht, tiyatro yoluyla dünyayı onarma adına, tüm sanat insanlarının yapması gereken -emekçi sınıfından yana- bir “seçim” gerekliliğinin altını özenle çizerek der ki: “Sanat da seçimini yapmalıdır. Sanat ya körü körüne bir inanışla kaderini bir azınlığa bağlar ve onun aracı olur ya da çoğunluğun tarafına geçerek kaderini ona bağlar. Ya insanları düşlere sürükler ve onları uyutur, bilgisizliği arttırır ya da insanları gerçeklere yöneltip bilgiyi çoğaltır. Ya yıkıcı yanları ağır basan güçlere ya da yapıcı ve ilerici güçlere seslenir.”
* * *
Tiyatroyu tiyatro olmak çıkartan fahiş bir yanılgıya, “serbest piyasa” müdahalesine karşı; 2009’un kriz günlerinde tiyatronun tiyatrodan öte bir şey olduğunu hatırlamalı/ hatırlatmalıyız yeniden…

13 Mart 2009 15:18:19, Ankara.

TEMEL DEMİRER
[1] “Bir formül mümkün olduğu kadar yalın olmalı, ama daha yalın değil!” (A. Einstein.)