Türkiye’nin “dışa açılması”, son 30 yılına damgasını vuran ana slogan oldu. Sadece ekonomide değil, siyasal ve kültürel yapıda da “dışa açıldı” Türkiye. Bunun dışa açılma mı, saçılma mı olduğu tartışmasını, diğer boyutlarını bir tarafa bırakıp ekonomik açılmaya yoğunlaşırsak ne görürüz? Bu açılmanın 1980-2000 dönemi, geriye dönüp bakıldığında uzun bir emekleme devridir, asıl sıçrama ise 2001 krizi sonrası yaşandı. Dünyada yaşanan likidite bolluğunun yarattığı lale devrinde dünya ekonomisi ile özellikle ihracat ve ithalat üstünden bütünleşme büyük ivme kazandı. Öyle ki 2000’de 28 milyar dolar olan ve milli gelirin yüzde 10’u tutarındaki ihracat, 2007’ye gelindiğinde 132 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 16’sına çıktı. Aynı şey ithalatta da yaşandı. 2000’de 54 milyar olan ithalat, 2007’de 201 milyar dolara; milli gelire oranı da yüzde 20’den yüzde 26’ya çıktı. İhracatı, ithalatıyla birlikte Türkiye dış ticaret hacmi 82 milyar dolardan 2008’de 333 milyar dolara çıktı. Bu, 7 yılda yüzde 306 artış demekti!..
Dışarıdan akan sıcak para ve doğrudan yabancı sermaye girişi, bu dışa açık büyümenin ana rüzgârı oldu.
Dünyadan, özellikle AB’den gelen dış talebin kamçıladığı bu dışa açık büyüme, otomotivden elektroniğe, konfeksiyondan inşaata birçok sektörün “ihracata dönük büyümesini” beraberinde getirdi. Büyük bir gazla, dışa dönük yapılandırılan bu ekonomiyi şimdi çok büyük tehlikeler bekliyor. Dış talebin hızla düştüğü son 6 ayda, ihracattan doğan boşluğu iç pazarın telafi etmesi mümkün olamıyor. Peki, dışarıdaki, özellikle AB’deki resesyon uzun sürerse -ki bu yılın küçülmesi yüzde 3’ün üzerinde olacak- ihracata dönük bu kapasiteler nasıl kullanılacak?
Nitekim, krizin hissedildiği 2008’in son çeyreği ile lale devri 2007’nin son çeyreğinin dış ticaret ve milli gelir verileri sorunun çarpıcılığını yeterince ortaya koyuyor. Üç aylık dolar kurları üstünden hesapladığımızda, milli gelirin 2007 son çeyreğinde 184.5 milyar dolar iken 2008 son çeyreğinde yüzde 17’ye gerilediğini görüyoruz. Yani, 1998 sabit fiyatlarıyla yüzde 6.2 olarak açıklanan son çeyrek milli geliri, dolarla hesaplandığında yüzde 17 gerilemeye tekabül ediyor. Yine son çeyrekler itibarıyla dolar kuru karşısında TL’nin yıllık yüzde 27 değer kaybına uğradığı görülüyor. 2008 Ekim’inden sonra yaşanan devalüasyon tutarına karşın ihracat, 2007 son çeyreğindeki düzeyini yakalayamamış ve yüzde 13 gerilemiş. Bu alarm verici bir durum.
***
Bu kadar hesapsızca, dış talebe göre şekillendirilmiş bir ekonomik yapı, dışarıdaki kuraklık uzadıkça ne olacaktır? Otomotivde yüzde 65, beyaz eşya, elektronikte yüzde 70’e varan boyutlarda dış talebe göre kurgulanmış sektör, açığını hangi iç taleple telafi edebilir? Gelir dağılımının bu kadar bozuk olduğu bir ülkede bu açık iç taleple telafi edilemez.
***
Türkiye, gerçekten de ürkütücü günlere gebedir. Dayanıklı, dayanıksız tüketim sektörlerine yassı çelik, petrokimya, petrol ürünleri veren Erdemir, Petkim,Tüpraş gibi, henüz özelleştirilmiş dev firmaları çok zor günler beklemektedir. Bu eski KİT’leri alanlar, çok ciddi dış borçlanmalar yapmışlardı ve cirolarının düşmesi ile borç taksitlerini ödemede güçlükler söz konusu olabilecektir.
Bu hesapsız kitapsız dışa dönük büyümenin getirebileceği sıkıntıları öngöremeyen AKP iktidarının yaşanacak bir çöküşte sorumluluğu büyük olacaktır. Bu “dışa saçılma”yı, yıllarca ucuz kur politikası izleyerek körükleyen AKP iktidarı olmuştur. Ucuz kur hem ithalatı hem dış borçlanmayı çekici duruma getirmiş, bu da bugün önümüze önemli bir cari açık ve dış borç kamburu şeklinde dikilmiştir. İlerleyen her ay, açıklanan her yeni gösterge nasıl bir felaketle burun buruna geldiğimizi ortaya çıkarmaktadır. AB pazarı en kısa zamanda açılmadığı takdirde, bu yangını hiçbir IMF parası da söndürmeye yetmez ve korkarım koca koca sanayi devleri tek tek devletin kapısının önüne konur. Bunlar felaket senaryoları değil, yaşanması çok muhtemel gelişmelerdir. Bu olasılıkları dikkate alarak planlar üretmek gerekmektedir.
Mustafa Sönmez
Cumhuriyet / 03.04.09