15 Şubat 2009 Pazar

İki yılı aşkın süredir sendikalaşma mücadelesi veren Sabah-atv çalışanları greve çıktılar. Örgütlenme sürecinde yetkiyi alan ve işverenle toplusözleşm

10 Şubat Salı günü TİSK Danışma Konseyi 6 yıl aradan sonra yeniden toplandı. Son ESK toplantısında TİSK’in hükümete yönelik sert eleştirileri basında yer almıştı. Danışma konseyi toplantısı bildirisinde de hükümete yönelik sert ifadeler dikkati çekmektedir. TİSK’in bildirisi, hükümetin krizi iyi yönetemediği, işletmelere yönelik alınması gereken tedbir paketinin hâlâ hayata geçmediği noktasında odaklanıyor ve “Artık beklemeye tahammülümüz kalmamıştır” ifadesiyle sona eriyor. Bildiriden de anlaşılmaktadır ki patronlar, kriz başladığı günden bugüne kadar kendilerine sağlanan ayrıcalık ve kolaylıklarla yetinmemekte; kısa, orta ve uzun vadede taleplerini karşılayacak ve onları yasal güvenceye de kavuşturacak bir fırsat paketi istemektedirler.
“Küresel Krize Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlıklı raporu kasım ayında açıklayan TİSK, ekonomik krize karşı genel ve sektörel olarak yapılması gerekenleri çok somut ve kapsamlı olarak sıralamıştı. Bu raporda, ESK bünyesinde “Küresel Ekonomiyi İzleme Komitesi” oluşturularak, alınması gereken tedbirlerin bu komite tarafından belirlenmesi önerilmekte, ayrıca sektörel olarak gelişmeleri izleyecek “Sektör Gözlemevleri” kurulması istenmektedir. Ödeme güçlüğüne düşen işletmelere doğrudan gelir desteği, borçlarını ödeme kolaylıkları, maliyet girdilerinin düşürülmesi, çalışma ilişkilerinin esnekleştirilmesi, kamunun özel sektörü ayakta tutabilmek için doğrudan sorumluluk alması gibi öneriler, işverenlerin talepleri olarak somutlanmaktadır.
Patronların son çıkışlarından da anlaşılmaktadır ki, bu konudaki baskılarını da artık daha güçlü hissettireceklerdir. Sermaye cephesinin bu çıkışı karşısında emek cephesinin ne yapacağı konusu ise esas önemli olan noktadır. Krizin ilanından bugüne kadar geçen süre içerisinde, emek cephesinin üzerine düşen sorumluluğu ne kadar yerine getirebildiği düşünüldüğünde, önümüzdeki döneme ilişkin maalesef pembe bir tablo görünmüyor.
DİSK, Türk-İş ve KESK öncülüğünde 15 Şubat’ta İstanbul’da miting yapılacağı günlerde böyle bir değerlendirmede bulunmak, belki birilerine tuhaf gelecektir. Elbette işsizliğe, yoksulluğa ve krizin sonuçlarına karşı yapılacak olan bu miting önemlidir. Ne kadar kitlesel olursa da işçi sınıfı ve emekçilere o kadar bir moral kaynağı olacaktır. Ancak ne bu 15 Şubat mitingi ne de daha önce Ankara’da yapılan 29 Kasım mitingi, krizin sonuçlarına karşı mücadelede görev ve sorumlulukların yerine getirildiğini söylemeye yetmiyor.
Geleneksel anlayış ve çalışma tarzıyla, içinde bulunulan dönemi aşmaya çalışmanın mümkün olması bir yana, elimizdekileri bile korumanın olanaksız olduğu bir dönem içerisindeyiz. Sermaye ve hükümet cephesinden saldırılar çok somut gelmekte ve arkası da gelecektir. Seçim döneminin etkisiyle patronların birtakım isteklerini ağırdan almacı bir tutum içerisinde olan hükümetin, IMF ile imzalanacak yeni anlaşmayla beraber hızla kollarını sıvayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok.
Tam da bu yüzden böyle bir dönemde krizin sonuçlarına karşı mücadeleyi bir kez daha tartışmaya ve somut adımlar atmaya ihtiyaç var.
Sendikalar açısından bugün gelinen durum, alışılagelen, geleneksel, bürokratik, içe kapanık, yalnızca kendi örgütünün sorunları ve gündemiyle “ilgilenen”, somut dayanışma pratiklerini sergilemeyen bir çalışma tarzı ile sürecin artık idare edilemeyeceği bir döneme işaret etmektedir. Anlayış ve çalışma tarzında tümden bir yenilenmeye yönelen bir pratik sergilenemediği noktada, mevcut örgütlülüklerin ve kazanımların korunmasının bile olanaksız olduğu bu dönemde, hâlâ günü kurtarma perspektifiyle ele alınan pratikler, hareketi ilerletmeyeceği gibi sermaye cephesinin geriletilemediği noktada umutsuzluk ve karamsarlık yaratıcı bir etkisi olacaktır.
Öncelikle içinde bulunulan krizin sorumlusunun işçi ve emekçiler olmadığı, küresel kapitalist ekonomik sistem ve onun bitmek bilmeyen kâr hırsı olduğu gerçeğinin, sadece yazılı açıklamalarla sınırlı kalmayıp içselleştirilmesi gerekmektedir. Bu içselleştirme akademik bir öğrenme süreci değil, tam tersi; bütün olgularıyla zaten ortada olan ve mücadeleye geçmiş en geri işçilerin bile en yalın haliyle anlayabildiği meşru bir haklılık zeminidir. “Ekonomik kriz nedeniyle”, “kriz var” gibi söylemler, krizin nedensiz, olağan, durduk yere çıktığı yanılsamasına neden olmakta; devamında da sermaye ve hükümet cephesinin alacağı tedbirlere “haklılık” zemini oluşturmaktadır. Bu nedenle durum tespitlerinin kendisi, işçi ve emekçilerin mücadele pratiğini geliştirecek neden-sonuç ilişkisiyle değerlendirilmelidir. Krizin nedenlerini ve sorumlularını tarif etmek, işçi ve emekçilere bunu anlatmak, emeğin dünyasıyla süreci yorumlamanın birinci koşuludur.
Diğer bir önemli nokta, krizin sonuçlarına karşı mücadelede işçi sınıfı ve emekçi halkın en temel mücadele taleplerinin oluşturulmasıdır. Bu çalışma akademik, programa dayalı bir çalışma değildir. Bugün patron örgütlerinin yaptığı gibi, içinde bulunulan dönemde kendi sınıfının çıkarlarını korumak için geliştirilecek çok somut taleplerdir. Tüm dünyada sermaye sınıfının taleplerinin odaklandığı birinci nokta, devletten doğrudan kaynak aktarımıdır. İşçi hareketi açısından da bu talep, bütün işsizlere işsizlik süresince devletin doğrudan gelir yardımı yapması olmalıdır. İkinci nokta, sermaye kesimine yönelik dolaylı gelir aktarımlarıdır. Vergi, sigorta primlerinin düşürülmesi, borçların silinmesi ya da ertelenmesi, kriz döneminde sermayeye sağlanan dolaylı gelir aktarımı uygulamalarıdır. Bunun karşısında emek cephesi de eğitim, sağlık hizmetlerinin parasız olması, ücretlilerdeki vergi yükünün azaltılması, temel ihtiyaç maddelerindeki vergilerin kaldırılması, işsizlik nedeniyle ödeme güçlüğüne düşen insanların borçlarının dondurulması ya da ötelenmesi gibi talepleri işçi ve emekçilerin talepleri olarak dillendirmelidir.
İşten çıkarmaların yaygınlaştığı ve çalışma yaşamının daha da esnekleştirilmek istendiği bu dönemde, işten çıkarmaların yasaklanması ve çalışma saatlerinin düşürülmesi talebi ısrarla savunulmalıdır. İşten çıkarmaların yasaklanması, siyasal bir taleptir ve muhatabı da siyasal iktidardır.
Sendikalardaki anlayış değişimi, ancak pratiğiyle örtüştüğü oranda gerçekleşebilir. Yöneticisinden temsilcisine, üyesinden personeline kadar süreci izleyen değil, onu değiştirmek üzere aktif bir tutum içerisine girilebildiği ve bu yönde çaba gösterildiği oranda alışkanlıkların yarattığı anlayışlar da aşılmaya başlanacaktır. Bunun en önemli ayağı ise mücadele içerisinde bulunan işçi mücadeleleri ile o mücadeleyi başarıya ulaştıracak bir dayanışma pratiğinin sergilenmesidir. Bu dönemde ne kadar örgütlü olursa olsun tek tek işyerlerinin ya da sendikaların kendi başlarına kazanım elde etme olanakları çok azdır. Ancak kayıplar, sadece o işyerinin ya da o sendikanın olmamakta, işçi sınıfı mücadelesinin hanesine yazılmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesinin özünde var olan dayanışma ruhu, sendikalar tarafından somut pratiklere dönüşebilmelidir.
Patron örgütlerinin cesaretle dile getirebildiği “Artık beklemeye tahammülümüz kalmamıştır” çıkışı karşısında emek cephesi, fabrikalardan atılmış işçilerin isyanlarını kendi sesi haline getirerek yüksek sesle dillendirebilmelidir!