23 Mayıs 2009 Cumartesi

Türk siyasal kültüründe sloganlar

“Kürtlere asimilasyon yoktur, asimilasyon uygulanmamıştır” önemli bir slogandır. Olgular tarafından çürütülmesine rağmen, bu slogan halen savunulmaktadır. Bu, Kürt sorunuyla ilgili olarak üretilmiş bir slogandır.

“Türkiye’de halkın % 99’u Müslümandır.” Bu, 15 milyondan fazla Alevi’nin varlığını inkar eden bir slogandır. Alevilerin bir kısmı, “ sonuçta biz de Müslümanız” deseler de, bu slogan yaşanan hayat tarafından çürütülmektedir

“Türk bir etnisitenin adı değildir, Türk, Arap, Kürt, Laz, Çerkes, herkes’i kapsar” şeklindeki slogan, siyasal kültürün önemli sloganlarından biridir. Sık sık karşımıza çıkmaktadır. Birinci olarak da Kürt sorunuyla ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Terör dış kaynakladır” şeklindeki saptama da bir slogandır. Bu, Türkiye’nin dünyada ne kadar çok kayırıldığını gizleyen bir slogandır. İsrail’in, dünyada en çok kayırılan bir devlet olduğu söylenir. ABD’nin, AB’nin, Birleşmiş Milletler’in, İsrail’i kayırdığı söylenir. Kanımca Türkiye İsrail’den daha çok kayırılmaktadır. Böyle olduğu için, Türkiye, 20 milyondan fazla olan Kürt halk varlığını inkar edebilmiştir. AB’ye, ABD’ye bu inkarın çok doğal olduğunu kabul ettirebilmiştir. Binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayetler konusunda Avrupa kurumlarının, uluslar arası kurumların küçücük bir eleştirileri bile yoktur. 21 Mart günlerini, Newroz’u, Diyarbakır’ı hatırlayalım. Yüzbinlerce Kürt’ün, kadınların, çocukların, gençlerin, yaşlıların, işçilerin, köylülerin, esnafın, serbest meslek sahiplerinin, orada, Newroz kutlamalarına katıldığını görüyoruz. Yüzbinlerce kişilik terör olur mu? Ama, AB ve ABD terörü Türkiye gibi tarif ediyor. Türkiye’nin terör dediğine bunlar da terör diyor, Kürtlerin her etkinliğini bu çerçevede değerlendiriyor. Kimse Kürtlere, PKK’ye yardım falan etmiyor, herkes devlete yardım ediyor. Bunun neden böyle olduğu irdelemesi gereken bir durumdur. Eğer PKK bugün, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da, Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te vs. gösteri miting, yürüyüş yapabiliyorsa, yayın yapabiliyorsa, neden, oralarda, bu tür etkinlikleri herkesin yapabilmesidir. Türkler, Araplar, Tamiller vs. oralarda bulunan herkes bu tür etkinlikleri yapabilir.

Dünyada, Türkiye’nin kayırılmasının önemli göstergelerinden biri, binleri aşan “faili meçhul” cinayetlerdir. Genelkurmay Başkanı 14 Nisan 2009 tarihinde ve 29 Nisan 2009 tarihinde iki saati aşkın süreyle basın önünde konuşmuştur. Bu cinayetlerle ilgili bir açıklama yapmaması, JİTEM’in faaliyetleri ilgili olarak hiçbir şey söylememesi, basın mensuplarının, köşe yazarlarının da bu konuyla ilgili bir soru sormaması dikkate değer bir durumdur.

Abdülkadir Aygan’dan sonra, Yıldırım Beğler de JİTEM’deki faaliyetlerini itiraf eden, açıklamalar yapmıştır. Ertuğrul Erbaş’ın, Yıldırım Beğler’le yağtığı röportaj, Sabah Gazetesi’nin. 12-17 Nisan 2009 tarihleri arasında yayımlanmıştır. Yıldırım Beğler, PKK itirafçısı değildir. Doğrudan doğruya JİTEM elemanı olarak çalışmaya başlayan bir kişidir. Kerküklü bir Türkmendir. JİTEM’de tercüman olarak çalışmaktadır. Güney Kürdistan’da ele geçirilen PKK’lilerin sorgularına katılmıştır.

6-7 gün boyunca Yıldırım Beğler, JİTEM’in faaliyetleryle ilgili çok olay anlatmıştır. Generallerin, subayların, özel timlerin, savcıların, yargıçların yapıp ettikleriyle ilgili zengin bilgiler vermektedir.

Yıldırım Beğler PKK’lileri, PKK sempatizanlarının işkencelerle katlederek kuyulara dolduranları, toplu mezarlara atanları, “salaklık”la , iş bilmezlikle suçlamaktadır. “Biz bu işi daha profesyonelce yapıyorduk. Öldürülen kişilerin cesetlerini kalorifer kazan dairelerinde yakıyor, hiçbir iz bırakmıyorduk .Öldürülen kişilerin küllerinin nerede olduğunu ben biliyorum” diyor. Yıldırım Beğler, “JİTEM tarafından gözaltına alılanlar zaten sorgu sırasında yapılan işkencelerle ölüyorlardı.” diyor.

Yıldırım Beğler, “sorguladığımız PKK’lileri, PKK sempatizanlarını helikopterlere bindiriyor, savaşın, çatışmanın cereyan ettiği alanlarda, onları, helikopterlerden oralara atıyorduk. Böylece, çatışmalarda yaşamlarını yitirmişler izlenimi yaratmaya çalışıyorduk” diyor.

Yıldırım Beğler, Ertuğrul Erbaş’ın, kendisiyle yaptığı röportajda, şunları da dile getirmektedir. “Faili Meçhul”lerin çoğu, sorguda gerçekleşen işkenceler sırasında ölmüştür. Sorgulananlar zaten perişan bir halde olurlardı. Onları bu şekilde savcıların huzuruna çıkarmak zaten mümkün olmazdı. Her şeyden önemlisi, sorguyu, savcılar da perde arkasından yönetirler, sorguyu izlerlerdi. Bazen savcılara, sorgulanan kişilerin söylediklerini, durumunu anlatmaya çalışırdım. Savcılar, ‘ben duymadım, görmedim’ derlerdi.”

Yıldırım Beğler, kendi kişisel kanısı olarak, “Ergenekon soruşturmaları çerçevesinde, bu cinayetlere ortak olduklarından dolayı savcılar da yargılanmalıdır” demektedir.

Yıldırım Beğler, JİTEM elemanlarının, subayların, generallerin, özel timlerin, savaş serecinde ne kadar zenginleştiklerini, kısa zamanda büyük birikim sahibi olduklarını da söylemektedir. Kendisinin nasıl zenginleştiği de anlatmaktadır. “Devletin araçlarıyla, askeri araçlarla uyuşturucu kaçırıyorduk, petrol kaçakçılığı yapıyorduk, Irak’ta yasak olan uydu anteni gibi (Saddam Hüseyin dönemi) bazı malzemelerin kaçakçılığını yapıyorduk” demektedir. “Bütün bunları, yöneticiler, valiler, kaymakamlar, savcılar, yargıçlar, subaylar, generaller, polisler yakından bilmektedir.” demektedir.

Bütün bu olup bitenleri, şüphesiz batılı istihbarat örgütleri, batkılı basın, batılı yöneticiler de bilmektedir. Bütün bunlara rağmen, binleri aşan “faili meçhul” cinayetlerin konusunda ciddi bir algı olmaması, Türkiye’nin, uluslar arası planda kayırıldığını gösterir. Bu ilişkilerin bilincine varmak, Kürtler için çok önemli olmalıdır. Bu yasa dışı ilişkilerin bilincine varmak, bu süreçlerle mücadelenin yolunu da açacaktır. Anayasada veya yasalarda küçücük bir değişiklik yapıldığı zaman, batalı kurumlar, bunu, “Türkiye demokrasi dev adımlarla ilerliyor” şeklinde algılamaktadır. Ama, sınırsız devlet terörü, yasa dışı işler, hukuksuzluk bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Batı’nın Türkiye’yi kayıran bu tutumları, “faili meçhul” cinayetlere rağmen Türkiye’yi kayırmaları, hukuksuz ilişkileri, devlet terörünü, dikkatlerden, gözlerden ırak tutmaları elbette eleştirilmelidir.

“Türk”ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Dostluk veya değil, nasıl olursa olsun, dünyada Türk Devleti’ne arka çıkıldığı, devlet terörüne göz yumulduğu açık bir gerçektir. Devlet, kendisine yapılan arka çıkmaları fazla öne çıkarmamak için, böyle sloganlar da üretiyor.

“1915 tarihçilerin işidir.” “Ermeni sorunu tarihçilerin işidir”, devletin, Ermeni sorunuyla ilgili olarak ürettiği bir slogandır. Bu sloganın ne kadar boş olduğu, işlevsiz olduğu ABD Başkanı Obama’nın, 1915 yılı ile ilgili olarak 15 Nisan 2009’ yaptığı açıklama sonrasında ortaya çıkmıştır. Başkan Obama’nın, 1915 hakkında, Ermenilerin, o zamanlar, tarif ettiği gibi, “Büyük Felaket”in Ermenicesi olan, Medz Yegern ifadesini kullanması Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bu ifadenin kabul edilemez olduğunu, gerçeklerin çarpıtıldığını söylemiştir. Bunun anlamı şudur: Biz gerçeğin ne olduğunu biliyoruz, bunun dışında bir görüş kabul etmiyoruz. O zaman bu tarihçiler ne yapacaklar acaba?

İfade özgürlüğünün olmadığı, özgür eleştirinin kurumlaşmadığı bir yerde, “1915 tarihçilerin işidir” demek, anlamı değildir. Önemli olan, bu konularda, düşüncenin özgürce ifade edilebilmesidir.

Ermeni soykırımı, bir insanlık sorunudur, bir vicdan sorunudur. Bu sorun, Türkiye’nin Ermenistan’la veya ABD’yle, AB’yle vs. yapacağı pazarlıklarla çözülecek bir sorun değildir. Uluslararası kurumların, uluslar arası yargı kurumlarının çözmesi gereken bir sorundur.

“Ermeni sorununu çözmek için, Türk tarihçilerinden ve Ermeni tarihçilerinden bir komisyon oluşturalım. Bu komisyonun vereceği karara razı olacağız.” Şeklindeki açıklamalar da içi boş sözlerdir. Bu tür önerilerin içinin neden boş olduğu yukarıda açıklanmıştı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, ABD Başkanı Obama’nın açıklamasından sonra, “Ermeniler çok Türk ve Müslüman öldürdü. Obama, Türklerin ve Müslümanların acılarını da dile getirmeliydi” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türklerden ve Müslümanlardan söz ediyor. Türklerin de Müslüman olduğu açık bir gerçek. O zaman, Müslümanlar sözcüyle ne ifade edilmektedir? Cumhurbaşkanı Gül, Kürtler dememek için, Kürtleri de içine alan daha geniş bir kavramı, Müslümanlar kavramını kullanıyor. Türkler de bu kavram içinde yer aldığı halde, Türkler sözcüğüne birinci derecede vurgu yapmaktan kendini alamıyor.

Türk siyasal kültüründe, “tek dil, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” diye ifade edilen bir slogan daha var. Bu ifadelerle somut olguları dikkate almayan, farklı kültürleri yasalarla, yönetmeliklerle, emirlerle, idari ve cezai yaptırımlarla bir arada tutmaya çalışan, bir anlayışı görmek mümkündür.

“Şiddet miadını doldurmuştur. Şiddet ile hiçbir şey elde edilmez, hiçbir yere varılmaz” Bu da Türk siyasal kültürünün önemli bir sloganıdır. Bu, PKK şiddetini kınayan, suçlayan bir slogandır. Bu anlayışın, devlet şiddetine, devlet terörüne, örneğin “faili meçhul” cinayetlere, küçücük bir eleştirisi yoktur. Devlet terörüne bir eleştiri getirmeden, şiddet dursun demek, sağlıklı bir tutum değildir. Demokratik toplumlarda, örneğin Batı toplumlarında, şiddete elbette yer olmamalıdır. Çünkü bu toplumlarda ifade özgürlüğü kurumlaşmıştır. Halkların kimlik haklarıyla ilgili bir sorunları yoktur. Ama, devlet terörünün kurumlaştığı, “faili meçhul” cinayetlerin işlendiği bir yerde, insanların, devlet şiddetine karşı, devlet terörüne karşı kendilerini korumaları, kendi güvenliklerini sağlamaları gerekir. Bu tür toplumlarda şiddet batı toplumlarında algılandığı gibi algılanamaz.

“Önce devlet”, Türk siyasal hayatının Türk siyasal kültürünün, Türk devlet yönetiminin,Türk egemenlik sisteminin en önemli sloganıdır. Toplumsal ve ekonomik gelişmeyi durduran bu anlayıştır. Pek çok toplumsal ve ekonomik sorunun temelinde bu anlayış vardır. Kürt sorununun temelinde de bu anlayış vardır. “Önce devlet” yerine, “önce insan” anlayışı konulmadan, sağlıklı, toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeyi tutturabilmek imkan dahilinde değildir.

“Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar” şeklinde yaygın bir görüş vardır. Halbuki

Kürtler, dergilerinde, gazetelerinde, partilerinin programında ne istediklerin anlatmaya çalışıyorlar. Buna rağmen Türk düşün çevreleri, Türk basın çevreleri, “Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar” şeklindeki şablonvari görüşü sürdürüyor. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) Aralık 2008 de, bir Kürt Raporu yayımladı. Rapor, Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası, Bölgeden Hükümete Öneriler başlığını taşıyor. Bu rapordan sonra, Türk basınında, “Kürtlerin ne istedikleri artık belli” şeklinde yorumlar da görülmeye başladı. Aslında, TESEV Raporu’nda yazılanlar, Kürtlerin, gazetelerinde, dergilerinde, parti programlarına yazdıklarıydı. Belki biraz daha derli-toplu yazılmış olabilir.

Demek ki, Kürtlerin ne istediği, ancak, TESEV veya benzeri kuruluşlar tarafından dile getirildiği zaman dikkate alınıyor. Bu, Türk düşüncesinin, Türk basının, Kürtleri muhatap almak istememesinden kaynaklanan bir durumu ortaya koyuyor.

Bu çerçevede askerler tarafından dile getirilen bir görüşe de değinmek gerekir. Askerler, Türk basınını, bazı yazarları, basın mensuplarını eleştirirken, sık sık, “ordu siyasete bulaştırılmak isteniyor”, “asker siyasete çekiliyor” şeklinde eleştiriler dile getiriyor. Bunun olmaması gereğini vurguluyor. Halbuki, ordu tam anlamıyla siyasetin içindedir. 2003-2004 yıllarındaki darbe planlamalarını düşünelim. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven adlarıyla anılan darbe planlamaları geniş anlamda siyaset değil mi? Üstelik, örneğin siyasal partilere siyaseti yasaklayan, otoriter yönetim getiren bir siyaset…14 Nisan 2009’da ve 29 Nisan 2009 Genelkurmay Başkanı, Org. İlker Başbuğ , basın mensuplarının da bulunduğu bir ortamda, iki saati aşkın sürelerle konuştu. Siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin, milletvekillerinin dile getirmesi, tartışması gereken her konuyu konuştu. Bazı konular hakkında direktifler verdi. Bu da bütün siyasal partilerin üstünde olmak isteyen bir devlet partisi anlayışıdır. Emredici, yasaklayıcı bir anlayış…

Türk basını, Türk düşün çevreler, Kürtler arasında, cinayet, “töre”, kan davası istenmeyen, olumsuz olaylar olduğu zaman, hemen, olayları, aşiret, şeyhlik, toprak ağalığı, gibi, feodal kurumlara bağlıyor. Halkın cehaletinden, eğitim seviyesinin düşüklüğünden söz ediliyor. Fakat bu kurumların neden hala ayakta olduğu hiç sorgulanmıyor. Devletin bu kurumların temsilcileriyle neden işbirliği yaptığı hiç konuşulmuyor. Böyle bir süreç yaşanmıyor gibi bir tutum içinde. Örneğin, koruculuk anlayışıyla, bu kurumlara can verildiği, dirilmelerinin sağlandığı hep dikkatlerden, gözlerden ırak tutuluyor. Halbuki, Kürtlerin halk olarak inkarı, inkarın sistematik bir devlet politikası olması, devletin bu feodal kurumları ayakta tutmasıyla, bunlara, kan ve can vermesiyle mümkün olmaktadır. Kürtlerin halk olarak inkarı temel bir politikadır. Bu sistematik devlet politikası irdelenmeden bu feodal kurumların neden hala ayakta olduğu, cinayetlerin, “töre”lerin neden sık sık yaşandığı anlaşılamaz.

Feodal toplumda, şeref kavramına dayalı bazı değerler vardır. Örneğin kan davalarında bile kadınların ve çocukların hedef alınamayacağı, düşmanla her zaman yüz yüze dövüş edip arkadan saldırılmayacağı, düşmana maskeyle gizlenip vurulamayacağı, kendisine sığınan bir kişinin, düşmanı bile olsa, hasmı olan bir güce teslim edilmeyeceği gibi değerler, feodal toplumda şeref kavramı çerçevesinde yaşayan değerlerdir. Savaş sürecinde bu değerlerde de büyük bir aşınma olduğu yine gözlenen bir durumdur. Bu da inkar politikalarıyla yakından ilgilidir.

- İsmail Beşikçi

Kurdistan-Post / 15.0