16 Temmuz 2009 Perşembe

KUTSİYE BOZOKLARI KAYBETTİK


Kutsiye Bozoklar’ı hemen hepimiz Işık Kutlu adına yazmış olduğu Emeğin Bayrağı dergisinden yazdığı yazılar ve şiirleriyle daha yakından tanıdık. 12 Mart döneminde devrim ve sosyalizmin militanı olarak mücadeleye atılmış ve 19 Mart 1973 yılında yoldaşlarıyla kaldığı bir evin sarılması sonucu polis kurşunlarıyla ağır yaralanmış ve kahrolası bir kurşunun omuz iliğini parçalaması sonucu tekerlekli sandalyeye bağımı kalmıştı.
Ama ne baskı ve saldırılar, tekerlekli sandalye ve nede yoksunluklar onu devrim ve sosyalizme olan bağlılığından milim geri itmedi. Olanaksızlıklara, yokluk ve yoksunluklara karşı hep inatla ve ısrarla mücadele yürüttü ve sosyalizm mücadelesine sanat kültür cephesinde önemli katkılar yaptı. Umutsuzluğu hep kovan ve umudu yükselten yazılarıyla ve duru gülüşüyle, neşeli ve coşku dolu tutumlarıyla hep gençlere örnek oldu ve Onların mücadeleye daha sıkıca sarılmasını teşvik etti. Bir çok kez ameliyat oldu ve hastanede ölümü yenmesini başararak mücadeleye katkı sunmaya devam etti.
Ne ki kahrolası hastalık işçilere ve emekçilere daha fazla ışık olacağı bir zamanda Kutsiye’yi 16 Temmuz 2009 tarihinde 56 yaşında aramızda koparıp aldı. Anısı devrim ve sosyalizm mücadelemizde daima yaşayacaktır.
17.Temmuz.2009
DEVRİMCİ HALKIN BİRLİĞİ
Yaşamını ve mücadelesini tanımak bakımından kendisinin kaleme almış olduğu yazıyı yayınlıyoruzYOLCULUK

Cerrahpaşa Hastanesi'nden alınıp, Haydarpaşa Askeri Hastanesi'ne nakledildiğimde yağmurlu bir Mart sabahıydı. Başımı bir taraftan bir tarafa çeviremiyordum. Kullanabildiğim sol elimi uzattım yavaşça. Yağmur damlaları akmaya başladı parmaklarımın arasından. Yağmur kokusunu içime çektim usulca. Savaşçı günlerim bir biçimde sona ermişti. Ama yeni bir savaş başlıyordu benim için. 19 Mart 1973’te, gökyüzü beyaz sokaklar maviydi sanırım. Diz boyu kar altındaydı İstanbul. Ama inadına bir güneş vardı o gün ortalıkta. Mavi, beyazın üstüne düşmüştü. Basılmış bir evdi gittiğimiz. Kapıyı çaldığımızda polisler karşıladı bizi. Otomatik silahları dayadılar burnumuza, esir alındık. Dört kişiydik. İki kız, iki erkek. İlk kapışmamız üstümüz aranırken oldu. Sonra sıraladılar bizi bir divanın üstüne. Ahmet Muharrem’i ve Ali’yi bağladılar kelepçeyle birbirine.

Hepimiz üstümüzdeki kimliklere göre yanıtlar veriyorduk soru soranlara. Bu arada aramızda çıkan ikinci tartışmada bir kravatla ellerimi sıkı sıkıya bağladılar benim de. Konuşmadan anlaşabilen bir yapıdaydık aslında. Ben lafa tutmaya koyulmuştum karşımdakileri, aramızdaki atışma ondandı. Derken Ahmet Muharrem girdi araya. Bizi alacak tim bekleniyordu. “Sıkıldık” dedi, “bırakın iskambil oynayalım bari.” Masada oyun kâğıtları vardı. Ev ise altüst edilmiş durumdaydı. Sağlam hiçbir şey kalmamıştı ortalıkta.

“Çok oluyorsunuz artık” dedi adamlar. Birinin silahı üstümüze doğrultulmuştu. Tam o sırada ateş etti Muharrem. Biz kız arkadaşla tam siper yan tarafımızda bulunan kolonların oraya atladık. Sonra kelepçeye ateş edildi. Kırıldı kelepçe. Bu arada Ali’nin eli sıyrılmıştı. Ev bodrum katıydı. Önden yerin altında, arkadan yüksek tipik bir İstanbul evi. Duvara bakan balkon benzeri aydınlıktan bir kat yukarı tırmanılırsa üst balkonun bitişindeki ağaçtan arka sokağa geçiliyordu. Cesur bir kızdı Feryal, ikiletmedi Ali’yi de alıp çıktı hemen.

Ardından biz de çantada var olan bazı evraklarla ilgili sorunları halledip fırladık evden. Bir üst kata çıkıp, oradaki daireye yöneldik. Tam o anda çıktı çatışma. O sırada arkadan eve girmeye çalışıyorlarmış. Ben o üst katta vuruldum, Ahmet Muharrem eve geri indi. Pencereler kırılıyordu O, sokağa açılan tek pencereye barikat kuruyordu. Silahların sustuğu bir anda seslendi bana: “Nasılsın?” “İyiyim” dedim. Kurşunu yediğimde duvara çarpıp yavaşça düştüm. Başımın altına bir tuğla koyup uzanmaya çalıştım. Kendime geldiğimde arka sokaktan sesler geliyordu. “Teslim olun” , gürültüler falan… “Cesaretiniz varsa gelin teslim alın” diye seslendim oradan. Meğer arka taraftan kaçan arkadaşlara çağrı yapıyorlarmış.

Gökyüzüne baktım, masmavi geldi bana. Tam kurşuna dizilirken başını gökyüzündeki maviye çeviren Şolohov’un roman kahramanı gönüllü Buncuk geldi aklıma. Onun neler duyumsadığını anladığımı düşündüm birden. Ahmet, “Apo” derdik ona. Yanıma geldi; “İlhan yoldaş” dedi, “Galiba ben burada öleceğim. Göreyim seni, işkencecilerin karşısında sıkı dur.” Bir an durup “Hakkını helal et” diye ekledi sonra. O son anda bile kolektifi düşünüyordu. “Helal olsun” dedim. “Beni merak etme.” O an, o “hakkını helal et” sözü, paylaşmanın güzelliğini ve inancı temsil eden her şey içindi biliyordum.

Bu arada yakaladıkları arkadaşları getirmişlerdi çatışma yerine. Ali’yi kalkan yapmışlardı kendilerine. “Ahmet ateş etme beni vuracaksın!” diye bağırıyordu Ali. Çok sevdiği çocukluk arkadaşıydı Ahmet’in. “Aliiiii!” diye bağırıyordu. “Devrimci onuruna uygun davran!” Slogan sesleri çınlatıyordu ortalığı. Bir an sustu her ses. Ahmet’i orada evin arka odasında infaz ettiklerini düşünüyorum. Yaralı olmalıydı. İki el ateş edildiğini duydum çünkü.

Beni almaya geldiklerinde gün ikindiye dönmüştü sanki, ya da bana öyle gelmişti. İlk sorgum, çatışmanın yapıldığı evde yapıldı. Bir öğrenci evinde neredeyse küçük çaplı bir deprem yaratmışlardı timler. “Azizim” diyordu yanındakine savcı “İşte böyle bir mezbelelikte yaşıyorlar.” Öfkeydi hissettiğim. Sorularına cevap vermedim. Ve defolup gitmesini söyledim ona. Bütün yaşadıklarım içinde o adamın dayanaksız suçlaması bilemişti en çok öfkemi.

Vurulduğum yerden alıp karga tulumba içeri atmışlardı beni. “Ayağa kalk” diye bir güzel çiğnediler orada. Yanağımda patlayan tokadın sahibi hep aklımdadır. Evden yine karga tulumda çıkardılar. Halkımız polisin gazasını alkışlarla kutluyordu. Beni o şekilde fırlatıverdiler minibüse. Önce Cerrahpaşa’ya götürüldüm. Oradaki öğrenci kızlar, 40 numara postallarıma bakıp, “A aaa! Ayakkabıya bak!” deyip gülüşerek birbirlerini dürtüp duruyorlardı. Annem küfre çok kızar. Ben de onun bu konudaki tavrına saygı gösteririm. Ama onun ayıplayacağı bir küfür savurdum kızlara. Sonrası hastane macerasıydı aslında. İlk gece, görevliler geldiler ellerinde ip vardı. Kendimi nasıl öldüreceğimi tarif ediyorlardı bana. O an yaşamanın düşman karşısında en büyük zafer olacağına inandım birdenbire. Ve yürüyemeyeceğimi öğrendiğim anda bile yaşamanın, ayakta kalmanın isyanı ve payıma düşeni dimdik taşımanın bir zafer olduğuna inandım, yeni kavgalara hazırladım kendimi. Buna hâlâ inanırım.

O yağmurlu günde, Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne taşınıyordum artık. Yağmurlu günleri hep sevmişimdir. İçim yaşama sevinciyle dolar daima. Yine öyle olmuştu. Hastaneye geldiğimizde film çekmeye çıkardılar bir yerlere. “Adını söyle kızım” diyordu doktor. “Adını söylemezsen film çekemeyiz. Söylersen seni kurtaracağız.” “Adım yok benim” dedim ben de. Ve kafamı çevirdim.

Sonra sivillerin refakatinde dehliz gibi bir yere götürdüler. Kendimi James Bond filmlerinde hissetmeme neden olan bir hava vardı ortalıkta. “Galiba burada öldürecekler beni” diye düşündüm. Kalorifer ve lağım borularının geçtiği karanlık ve rutubetli bir yerdi. Sonra bir köşeyi döndük. Hapishane müteferrikalarına benzeyen boydan parmaklı hücrelerde parmaklıklara yapışmış bakan kişiler gördüm. Çalışan sol elimi kaldırıp bir zafer işareti yaptım. Tek kişi “Geçmiş olsun” dedi bana. Sonra, Mahir Çayan’ın kayınbiraderi Yüzbaşı Orhan Savaşçı olduğunu öğrendim onun.

Bölüme bakan başçavuş, anarşiste yatak vermeyeceğini söyleyip gitti. Tahta bir ranzaya attılar beni. Birlikte aynı odaya kapatıldığım bayan arkadaşım çok da memnun değil gibiydi benden. Geçmiş olsun, bile demedi bana. Bir süre sonra yanıma bir hemşire verdiler. Sağlığımla pek ilgisi yok gibiydi. Solculuktan söz etmeye başladı. Aslında tüm bu süreçlerde yarı komadaydım hep. Önce günleri hesap etmeye çalışıyordum sözgelimi, sonra bıraktım bir tarafa. Enternasyonali bilip bilmediğimi sordu hemşire. “Hı!” dedim. “Bilirim.” Başladım söylemeye. Benden az ötede suratı asık dolaşan oda arkadaşım, yanıma geldi birden, konuşmamamı işaret etti. Omuz silktim. Devam ettim. Biliyordum hemşire, hemşire falan değildi aslında. Bir süre sonra, adının Ezel olduğunu öğrendiğim oda arkadaşım başladı benimle birlikte söylemeye.

Enternasyonal bitince sıra marşlara geldi. Bildiğim kadar ve avazım çıktığınca söylüyordum. O sıralar Aşık Mahsuni Şerif’in “Dumanlı dumanlı oy bizin eller” türküsü meşhurdu. Türkünün tümünü bilmiyordum. Ve hep aynı yeri söylüyordum: “Bizim elin yiğitleri bol olur/ Çalar davulları dizgin doludur/ Ölüm bizim için tozlu yol olur/ Dumanlı dumanlı oy bizim eller/ Oturup ağlasam deli mi derler.” Beni ilgilendiren. “Ölüm bizim için tozlu yol olur” bölümüydü aslında.

O saatten sonra iyi arkadaş olduk Ezel'le. Beni çocuk gibi besledi. Baktı, ailesinden isteklerde bulundu benim için. Daha sonra türkünün devamını yazıp yolladı cezaevinden. Bir de Ankara’da yatarken, kendi yaptığı güzel bir kartla birlikte, Ceylan yayınlarından “İnsanlığa Uçuş” adıyla çıkan Boris Polevoy’un kitabını gönderdi bir yılbaşı günü. Kitap o sıra “İnsanlık Uğruna” adıyla çevrilmişti. Pilotu örnek almamı istiyordu besbelli.

Sonra bir üst kata çıkarıldım. Durumum gittikçe kötüleşiyordu. Yanımda Kızıldere ölülerimizden birinin karısı Nazan kalıyordu. Çok güzel bir kadındı. Sesi de çok güzeldi. Dinlediğim en içli “Erzurum dağları” idi onun söylediği. Ama psikolojisi çok bozuktu. İlk geldiğim gün; “Arkadaş” diye hitap ettim ona. Eskiden yoldaş yerine daha çok “arkadaş”ı kullanırdık. Hala en sevdiğim söyleyiştir. “Bana arkadaş demeee!” diye bir çığlık kopardı birden. “Senin yerine yanıma eşek bağlasalardı keşke” diyordu. Tipik bir pişmandı.

Genç bir devrimci olarak içeride öğreniyordum aslında: Yiğitçe gidebilme kararlılığını da, teslim olmuş ruh halini de, düşmandan savaşta mertlik beklemenin saçmalığını da. Bense o zamana dek mertçe olsun istiyordum dostluk da, düşmanlık da. Ve tüm devrimciler inanmış, özverili, teslim olmaktansa ölmeyi yeğleyen kişilerdi bana göre. Denizler, İbolar, Mahirler tam da öyle davranmamışlar mıydı?

Önce düşmanın neredeyse ölmek üzere olan birini dövmesine şaşırmıştım, sonra halktan gelen alkışlara. Hastanede kanlı elbiselerimi yıkanmadan gönderen çamaşırhane emekçileri, yerdeki kanları silmek istemeyen hademeler. Ardından dayanışma ve destek fakiri tutsaklar… Devrimci yükseliş inişe geçmişti, yenilmiş insanların sıradanlığı çarpıyordu artık yüzümüze. Dersimiz esaret koşullarında devrimci kalmaktı. Evet, kesinlikle öğreniyorduk. “İnancım ve ben” diye düşündüm orada. “Bu benim sınavım.” Bu sınavda başarısız olmamaktı, orada, düşmanla teke tek kaldığımız ortamda devrimci işimiz.

Adımı söylemediğim için içme suyumu alan bir Aybars üsteğmen tanıdım. Yahudi düşmanı, tipik bir Nazi idi. “Bu cesaretinizi neden Yahudilere karşı kullanmıyorsunuz” diye sorup dururdu durmadan. Yüzüne karşı gülmeme çok kızardı. Masum göründüğümü söyleyip, “Senin kızın kuzu kılığında bir kurt” deyişini anımsıyorum anneme. Değişik insanlık durumlarına şahit oluyorduk o koşullarda. Rezillik ve yüce gönüllülük yan yanaydı. Yükselen dalga önüne çıkan ne varsa taşımıştı saflarımıza. Şimdi sular çekiliyordu. Ve ardında taşıyıp durduğu bütün moloz, çamur, çer çöp ortaya çıkıyordu adım adım.

Daha önce anlattım kendimle ilgili kimi şeyleri, uzatmaya gerek yok. Ameliyat edildim. Haydarpaşa Numune’de, ameliyattan hemen sonra ağzıma içmem için zorla su dayayanlar da oldu, sessiz bir ortamda yatmamın önerildiğini bildiklerinden kulağıma radyo dayayanlar da. Akciğerlerim yüzünden nefes alamadığım için bir oda dolusu görevlinin odamda sigara içmesini sağlayanlar da, ameliyattan sonra bir kez bile odama girmeyen ama her gün çarşaflarımın değiştirilmesini isteyen klinik şefleri de… Hiç kıpırdatılmadığım için her tarafım cılk yara içinde kalmıştı.

Kulağıma radyo dayayıp ikide bir bayılmama neden olan nöbetçinin başında serum şişesini kırmaya kalktığımda sağlam tek elimi de bağladılar. Karşı koyma aracı olarak tek sesim kalmıştı elimde. Avazım çıktığı kadar bağırmaya, slogan atmaya, marş söylemeye başladım ben de. “Aaa ne vahşi şeysin öyle, yeni ameliyatlı hastalar var. Klinik şefi çok kızar!” diyorlardı hastane görevlileri. Ben de ameliyatlı hastaydım. Susmak için saçımın yıkanmasını, yaralarıma pansuman yapılmasını ve elimin çözülmesini talep ettim. Bir süre sonra razı oldular. Sesimizin de gerektiğinde başka türlü bir mücadele aracı olduğunu orada öğrendim.

Bir Nisan günü daha çok fenalaştım. Herkes ölümümü bekliyordu. Görevlilere bile haber verdiler hatta. Bana bakıp besleyen arkadaşım Ezel, askeri hastanede görevli polislerden biriyle pembe çiçekli bir bahar dalı göndermiş bana, ulaştırdılar. En zor koşularda bile bana ulaşan bahar dalı yaşamın, sevginin, umudun, dayanışmanın, yoldaşlığın, inancımızın ta kendisiydi sanki. Göğsümün üstüne koydum çiçeği öylece yattım. Nöbet değişimi olduğunda bakıp kaldı yeni görevliler. “Ne inanç bunlardaki. Bak yine birbirlerine ulaşmanın bir yolunu bulmuşlar” diyorlardı hayretle. O gece ölmedim. Ve bana yollanan o bahar dalını devrimci ömrümde hiç karartmamaya çalıştım.

İşte benim öyküm böyle. Vuruldum ve sakat kaldım. Kalemle ya da kılıçla, insanı eylem değiştirir derler. Kaleme sarıldım ben de, içimde durup duran o bahar dalıyla. Dal hala taze, ben hala aynı gençlikteyim. Ama zaman akıyor. Durup dururken neden anlattın bu öyküyü derseniz, bir okurumuz merak etmiş halimi. Hep hasta diyorsunuz, nesi var ki böyle” diye sormuş. Yanıt vereyim istedim. Hastalıklarımın kaynağının hep aynı olduğunu söylemek için. Şimdi vücudumda yalnız ellerimi ve başımı kullanabiliyorum. Sorunlarım da buradan kaynaklanıyor.

Şimdi bir de nefes sorunum var. Ama uzun nefesli olmak ve içindeki bahar dalını soldurmamak nefes alıp vermekten öte bir iştir. Hani diyor ya Nazım; “Ben bir yolculuk yaptım,/ ay ışığında, gün ışığında,/ dört mevsimle ve bütün zamanlarla birlikte,/ böceklerle, otlarla, yıldızlarla birlikte/ve en namuslu insanlarıyla yeryüzünün,/ yani bir keman gibi şefkatli/ henüz konuşamayan bir çocuk gibi merhametsiz,/henüz konuşamayan bir çocuk gibi cesur,/ yani bir kuş kolaylığıyla ölmeye de/ bin yıl yaşamaya da hazır.” Benimki de o misal işte. Görüşmek dileğiyle.

2 Şubat 2009