11 Mayıs 2009 Pazartesi

Barbarlık tarihinin dönüm noktası

Mardin’deki katliamla birlikte bir kez daha çanak çömlek patladı.

Vahşetle yüz yüze gelen milletimiz ve tercümanları dört bir yana dağılıp bir neden, bir gerekçe, bir açıklama aramaya koyuldu.

Böylesine vahşi, böylesine soğukkanlı bir katliamın arka planını açıklayamadığımız takdirde sıradan hayatlarımızı sürdürmemiz imkânsız çünkü.

‘Kökünü kurutma’ niyetiyle çocuk bebek demeden 44 kişiyi katledebilir hale gelmiş insanlar yaşıyor çünkü aramızda.

Kimi göz bandı gazetelerinde ‘Bize ne oldu böyle?’ yaklaşımı ilgi çekiyordu.

Sahi, bir anda delirmiş miydik? Bu topraklar nasıl barbarlara yuva oluyordu?

Yoksa birden hepimiz barbarlaşmıştık da haberimiz mi olmamıştı?

Bu yaklaşımın çıkınında elbette törelerle delik deşik olmuş bir halkın yozluğu iması da vardı.

Nitekim kendisini içtenlikle putkırıcı zanneden Hadi Uluengin, lafı fazla da gevelemeden olayı ‘etno-sosyolojik’ ilan ediyordu. Ona kalırsa “tüm bu köhnelikler” Kürtlerden çıkıyordu.

İşte barbarların adı konuvermişti.

Kürtler ‘Ortadoğu ortaçağının dehşet töre ve zihniyetlerinden’ arınmak zorundaydı.

Şehirli orta sınıfın bu açıklama karşısında ferahladığını tahmin etmek hiç de güç değil.

Görmezden gelmenin, vahşeti uzağa, kendinden en uzağa etmenin bütün yollarını ezbere bilir, vahşetin küçük hisseli ortakları.

Birbirlerini hunharca katleden barbarlara mümkün olduğunca uzaktan bakmak yeğdir.

Oysa hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, o topraklar katliamların sistemli biçimde yürütüldüğü, 35 yıldır korkunç bir savaşın on binlerce insanın canına mal olduğu ellerdir.

O topraklarda sağ kalmanın, insan kalmanın terimleri çok ağırdır.

Mardin katliamı, benzeri hiç görülmemiş kıyımlardan değildir yazık ki. Aile içi olması dışında fazlaca şaşırtıcı bir yanı yoktur.

Güçlükonak’ta 11 kişiyi içinde bulundukları minibüsle birlikte tarayıp yakarak katledenleri böyle çabuk unutmamalı.

Beytüşşebap’ta 12 kişinin katledildiğini de.

Bir araba içinde ‘yanlışlıkla’ taranıp cesedi ağabeyinin gözleri önünde saçından sürüklenerek götürülen 10 yaşındaki Mizgin kızı da unutmamalı. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı da.

Saydığım vakalarda silahı elinden tutan canileri araştırırsanız, bu ruh ikliminin hiç de Uluengin ve benzeri zevatın işaret ettiği gibi ‘etno-sosyolojik’ olmadığını anlarsınız.

Yıllar önce Hizbullah’ın toplu mezarları ortaya çıkıverdiğinde de aynı aymazlık, aynı masumiyet kalkanının ardına sığınıverelim istenmişti.

PKK ile savaşması için Genelkurmay tarafından beslenip semirtilen Hizbullah ve İBDA-C’nin kıyım yöntemleri karşısında toplumca ağzımız açık kalakaldığımızı hatırlıyorum.

JİTEM’in kendilerine teslim ettiği ‘PKK’ya yakın şahısları’ katledip gömdükleri mezarlar hepimizin uzak vicdanında patlamış, vahşetinin neredeyse resmi bir disiplinle sergilenmesiyle birlikte devlet bağlantısı da çoktan örtbas edilip halledilmişti.

İktidarın kendi uyguladığı, meşrulaştırdığı vahşeti unutturmaya yönelik bir ayin gibi belirli aralıklarla topluma vahşeti lanetleme fırsatı sunulur. Bu kez, sıra Mardin katliamında.

Korucular

Mardin katliamı, yıllardır süregiden korkunç savaşın sonucudur.

Ancak on yıllar boyu katliamlarla, işkencelerle, benzersiz baskı ve nefret programıyla yaşatılan insanların farklı bir deri edinmişliğiyle açıklanabilir.

Buna elbette Türkler de, Kürtler de dahildir.

Oradaki Kürtlere yaşatılan zulmü on yıllar boyunca görmezden gelen, umursamayan, yerinde bulan insanların kapısını tıklattığı insanlık durumu, katliamcı korucularınkinden çok farklı sayılamaz.

Mardin katliamı tam da bağrımızda patlak vermiştir.

Katliamın devletin silahlarıyla, devletin görevlisi korucular tarafından işlenmiş olması elbette belirli kesimlerde paniğe neden oldu.

Bu gibi durumların ilk ses vereni Cemil Çiçek,(ki kendilerinin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı olması, Ertuğrul Günay’ın örneğini vermiş olduğu tuhaflıklar zincirinin en ‘abzürdü’dür) yine kendisini ortaya attı: “DTP’lilerin ‘koruculuk kalksın’ demesi bile koruculuğun kaldırılmamasının en önemli nedeni.”

Böylesi bir mantığa sahip olduğunu elbette defalarca kaydetmişliğimiz var. Bu mantığın, katliamcılardaki ‘kökünü kazıma’ anlayışından pek farkı olmadığını da bilir söyleriz. İnsan haklarından sorumlu bakanımız savaş yanlısı, ırkına bağlı bir şahindir. Serhat illerini DTP’lilere kaptırmak da çok canını sıkmıştı. Ermenilerle Kürtler sınır sınıra kaldı diye hayıflanırken de farklı bir kaygının peşinden gitmiyordu.

Genelkurmayımız da Tuğgeneral Gürak ağzıyla panik halinde koruculuk sistemine sahip çıktı elbet: “Olayla koruculuk kurumu arasında bir bağ kurularak korucuların kurumsal olarak sorumlu gösterilmesi önyargılı ve yanlış bir uygulama olur” muş.

‘Entelektüel’ komutanımız Başbuğ’un da bu konudaki fikirlerine aşinayız: “Geçici ve gönüllü köy korucuları....bugüne kadar 1335 şehit verdiler. Geçici ve gönüllü köy korucularının devletin yanında bu mücadelede yer alması, sorunun bir etnik çatışma olmadığının ve bölücü terör örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının çok önemli bir göstergesi.”

Yıllardır korucuları ve koruculuk kurumunu ısrarla işaret ederiz.

Ermenileri katletmek için Kürtlerden oluşturulan Hamidiye alaylarının devamı olan bu kurum 27 Eylül 1986 yılında devreye sokuldu. Şimdi kulağımızda acı bir alay gibi patlayan kanun maddesi, “Köy sınırı içinde herkesin ırzını, canını ve malını korumak için köy korucuları bulundurulur.” diyor. 1996 yılında ‘Hizmete Özel’ İçişleri Bakanlığı belgeleri, her üç köy korucusundan birinin suç işlediğini gösteriyordu. Sadece 96 yılına kadar 23 bin 222 geçici köy korucusunun görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verilmişti. Yine 1996’da Başbakan Erbakan, MİT raporunu kaynak göstererek, Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor, diyordu.

Kız kaçırıp tecavüz ediyor, canlarını sıkanı orta yerde vurup PKK’lıydı diyor, zorbalıkla insanların topraklarını, evlerini, mallarını gasp edip, haraca bağlıyorlardı. Diyarbakır’dan 10 yaşında bir kız çocuğu 4 ay boyunca bir korucunun tecavüzüne uğruyor, Silvan’da 12 yaşında bir kız korucularca kaçırılıyor, ailesiyle pazarlık sürdürülüyordu. Batman’da 19 yaşındaki kızı kaçıran üç korucu defalarca tecavüz ediyor, hamile kalan kızın bebeği sessizce Çocuk Esirgeme Kurumu’na veriliyordu. Tecavüzcü korucular, yörenin güvenlik kuvvetlerinin adeta desteğiyle mağdur ailelere göz dağı veriyor, birçok olayın örtbas edilmesini sağlıyor, ‘kirlenmiş’ kızların intiharına neden oluyordu. Silah kaçakçılığı onların elindeydi. Eroinden yüklüce bir rant elde edip palazlandıkça kendilerini maşa olarak kullanan devlete ödetecekleri bedel kabarıyordu. Daha 96 yılında Fatih Altaylı’nın bir programına çıkan Cizre’nin Belediye Başkanı Kamil Atak koruculuğun kaldırılmasına şiddetle karşı çıkıyor, “Silahlarımız elimizden alınırsa o zaman bize silahı nereden verirlerse biz de orada oluruz” diyordu.

Yöredeki iktidarını aşiretlerle olan ilişkisi üzerine inşa eden devletimiz korucuların marifetlerini ısrarla görmezden geldi. Şimdi suçu aşiret düzeninin üstüne yıkıp sorunu Kürtleştirenler de aynı zihniyetin gülleri.

90’dan bu yana korucuların karnesi şöyle: 38 köy yakma, 14 köy boşaltma, 12 tecavüz, 183 öldürme, 259 yaralama, 562 işkence, 70 gasp, 50 infaz.

Şimdi oturup bu koruculuk meselesini iyice bir düşünmemiz gerekiyor.

Savaşın çözümsüzlük düğümü bu örgütlenmede atılmış çünkü.

İnsanları korucu olmaya kışkırtmanın, olmayanı düşman ilan edip yurdundan sürmenin vahşeti hazmedilemez çünkü.

Koruculuk sistemi, bu toplumun vicdan kütüğünde ağır bir çentik olarak kalacaktır. İnsanları böyle bir ahlâki sınava tabi tutmanın ne mene korkunç bir zulüm olduğunu herkes bilir. Bir yeriyle bilir. Mümessil seçilmiştir. Çavuş olmuştur. Kardeşini ihbar etmeye zorlanmıştır. Muhbir vatandaşlık, itirafçı kahramanlık, kardeş katilliği devlet eliyle teşvik edildiğinde; ihanet meşrulaştığında, insan coğrafyası bir daha uzun süre temizlenmeyesiye kirlenir. İnsanları birbirine kırdırarak terbiye etmenin vahşi üslubuyla kazanılan zafer üstüne hayat kurulamaz.

Yıldırım Türker
Kurulamıyorda işte!

Radikal / 11.05.09